Kemal Sayar: Kendimizle yarışmalıyız, başkalarıyla değil

Psikiyatrist Prof. Dr. Kemal Sayar, günlük yaşamımızın ayrılmaz bir parçası olan stres, anksiyete ve sosyal medyanın insanlara kaybettirdiği duygulara ilişkin olarak aksam.com.tr'nin sorularını yanıtladı. Anksiyetenin 'dünyayı çok iyi şekilde kontrol edebileceğimiz' yanılsamasından kaynaklandığını belirten Sayar, 'İnsanı en çok mutsuz eden şeylerden birisi, kendisinin ve başkalarının durumunu kıyaslamasıdır. Kendimizle yarışmalıyız, başkalarıyla değil.' dedi.

Kemal Sayar: Kendimizle yarışmalıyız, başkalarıyla değil

aksam.com.tr

Psikiyatrist Prof. Dr. Kemal Sayar ile günümüz insanının iletişim süreçlerini, sosyal medyanın insanlardan eksilttiği duyguları ve anksiyetenin tetikleyici unsurlarını konuştuk.

Aksam.com.tr’den Ezgi Aşık’ın sorularını yanıtlayan Sayar, günümüz insanının olduğu kişiliğiyle yetinemediğini, çünkü gözümüzün önünde sürekli ışıltılı hayatlar bulunduğunu belirterek, “İmge, özün önüne geçmiş durumda; bize sunulan imgeleri gerçek zannediyoruz. Mesela, insanlar sosyal medya mecralarında çoğu zaman mutluluk pozu veriyorlar ama gerçekte mutlu değiller. Bizse o mutluluk pozlarının gerçek yaşantıları yansıttığını düşünüyor ve oradan yola çıkarak kendi mutsuzluğumuzla kıyaslamaların içine giriyoruz. İnsanı en çok mutsuz eden şeylerden birisi, kendisinin ve başkalarının durumunu kıyaslamasıdır.” diye konuştu.

İnsanların sosyal medyayı sık kullanmasıyla bazı duygularını kaybettiğini dile getiren Sayar, “İnsanlar samimiyeti ve yakınlığı kaybetti. Samimiyet pozu vermeyi, samimiyetin yerine koyuyoruz. Yakın görünmeyi, gerçek yakınlığın yerine koyuyoruz. Aslında mesafeler uzak, ama sanki çok yakınmış gibi gözüküyor. İnsandan insana giden yol uzadı diyebilirim. Çok uzun vakitler sosyal medyada vakit geçiren insanlar bir süre sonra evreni oradan ibaret zannediyorlar. Oradaki etkileşimden ibaret zannediyorlar. Hâlbuki o, tuşa bastığınız an yok olan bir şey, gerçek değil.” dedi.

“SIKINTIYLA KARŞILAŞAN VÜCUT YA SAVAŞIR, YA SIVIŞIR YA DA DONAR KALIR”

Günlük yaşamımızda stres hayatımızın ayrılmaz bir parçası. Peki, insanlar stresle nasıl barışabilir?

Hepimiz günlük hayatın içinde bazı problemler ve dertlerle boğuşuyoruz. Bazı içsel kaynaklarımız var. Dışarıdan gelen zorlamalar, iç kaynaklarımızı tüketiyor. Eğer bunu verimli şekilde kullanır, gerekli durumlarda gerekli insanlardan yardım almayı başarabilir ve dışsal zorlukları alt edebilirsek stresle doğru bir şeklide mücadele edebiliriz. Ama dışarıdan gelen o zorlamaları, sıkıntıları yeterince göğüsleyemiyorsak, onlar bizim hayatımızı kaosa çeviriyorsa, içimizin kaynakları tükenmişse, yeterli yardımı alamıyorsak zorluklar karşısında sırtımız yavaş yavaş yere gelmeye başlar. O zaman da stres yönetimini iyi yapamıyoruz demektir.

Bu bir denge meselesidir, bütün vücudumuz denge hâlindedir. Bu dengeyi sürdürebilmek için zorlukların bizim baş edebileceğimiz tabiatta olması lazım. Eğer biz baş edemiyorsak, orada stres başlar. Stres dediğimiz şey vücudun bir dizi ruhsal reaksiyonundan ibarettir. Vücudumuz bir sıkıntıyla karşılaştığı zaman ya savaşır, ya sıvışır ya da donar kalır. Bütün bu sıkıntılı süreçte vücudumuzda stres hormonu olarak isimlendirebileceğimiz kortizol hormonu artar. Bu hormonun uzun vadeli kalışı beynimizde bazı kalıcı tahribatlara yol açar. Aslında stresin kısa vadeli oluşuyla uzun vadeli oluşu arasında önemli bir ayrım vardır.

Kısa vadeli stres insanı kamçılar. İnsanı bir şeye hazırlar, doğru bir reaksiyon verme noktasına insanı güdüler. Fakat uzun vadeli stres, vücudumuzun bağışıklık sistemini bozar. Savaşçı tepkilerimizi azaltır. Bizi bir yılgınlığa, çaresizliğe, ümitsizliğe sürükleyebilir. Beynimizde yarattığı değişikliklerle de öğrenme davranışımızı bozar. Kronik stresten, sürekli stres altında olmaktan kaçmak lazım.

“BİZE SUNULAN İMGELERİ GERÇEK ZANNEDİYORUZ”

İnsanlarda yetememe duygusu var. Bu mükemmeliyetçilik duygusu gibi her zaman daha iyisi olur görüşündeyiz. Bu da insanı doyumsuz bir hale getiriyor. Sizce bu durum neden kaynaklanıyor?

Günümüz insanı olduğu kişiliğiyle yetinemiyor. Çünkü gözümüzün önünde sürekli ışıltılı hayatlar var. İmge özün önüne geçmiş durumda bize sunulan imgeleri gerçek zannediyoruz. Mesela, insanlar sosyal medya mecralarında çoğu zaman mutluluk pozu veriyorlar ama gerçekte mutlu değiller. Bizse o mutluluk pozlarının gerçek yaşantıları yansıttığını düşünüyor ve oradan yola çıkarak kendi mutsuzluğumuzla kıyaslamaların içine giriyoruz.

İnsanı en çok mutsuz eden şeylerden birisi, kendisinin ve başkalarının durumunu kıyaslamasıdır. Kendimizle yarışmalıyız, başkalarıyla değil. Kendimizi bulduğumuzdan daha iyi bir noktaya taşımanın derdinde olmalıyız, insan olarak tekâmül etmenin ve gelişmenin derdinde olmalıyız.

“EN İYİ, İYİNİN DÜŞMANIDIR”

Mükemmeliyetçilik, insanın kendini çok büyük bir baskı altında hissetmesi durumudur. Üç tür mükemmeliyetçilikten bahsedebiliriz. Bir, kendimize karşı takındığımız mükemmeliyetçilik. Kendimize şunu söyleriz: Bu olduğum kişiden daha iyi bir kişi olmak zorundayım. Sürekli kendimizi kamçılar ve bulunduğumuz yeri beğenmeyiz. İki, sosyal mükemmeliyetçilik: Başkaları benden daha iyi olmamı bekliyor diye düşünüp sürekli başkalarının beklentilerine uygun ve başkalarından alacağımız aferinlere uygun bir hayat sürmek isteriz. Bir de bizim başkalarından beklediğimiz mükemmeliyetçilik: Etrafımızdaki herkes mükemmel olsun, bizim beklentilerimizi karşılasın yoksa onlara küseriz, onlarla konuşmayız gibi.

Her üç tür mükemmeliyetçilik de insanı çok mutsuz eder. En iyi, iyinin düşmanıdır. Bir insan bir şeyi çok iyi yapmaya çalıştığı zaman yaptığı işten çok kolaylıkla vazgeçebiliyor. Mükemmeliyetçiliğin en temel huylarından bir tanesi zaten erteleme veya vazgeçme davranışıdır. Bir şeyi çok iyi yapamayacaksam hiç yapmayayım ya da çok iyi yapamayacaksam onu yarına erteleyeyim.

Modern insanın da büyük baskı altında olduğunu düşünüyorum. Çünkü giderek başkalarının hayatlarının bizim hayatımıza çokça boca edildiği ve başkalarıyla kendimizi çok mukayese edebildiğimiz zaman diliminde yaşıyoruz. Bu sebeple de kendimizi hep olduğumuzdan daha iyi olmak zorunda hissediyoruz. Performans delisi insanlar haline geliyoruz. Bu da bizi mutsuz ediyor.

“HAYAT BİZDEN ALIN TERİ VE GÖZYAŞI İSTEYECEKTİR”

İnsan kendi hayatında bir anlam arayışında. Peki, insan bu yolda kendini nasıl keşfeder?

Kendini tanıma, biraz acı verici bir süreçtir. İnsanın kendini tanıması kolaylıkla olmaz. Kendi kusurlarıyla, eksikleriyle ve kendi içindeki uçurumlarla yüzleşmeye cesaret etmesiyle olur. Kendini tanımak, cesaret isteyen bir süreçtir. Bunun için insan nerede hata yaptığını ve neyi doğru yapmadığını kendine idrak edebilecek bir kabiliyette olmalıdır. Gerçeklerle yüzleşme yönünde kuvvetli bir ego gücüne sahip olmalıdır.

Kendimizi tanımak; neyi iyi yaptığımızı, neyi yanlış yaptığımızı iyi bilebilmektir. Bunun psikolojideki adı, iç görüdür. İç görülü insanlar, davranışlarının niçin, nasıl cereyan ettikleri konusunda fikir sahibi olan insanlardır. Bizler de neyi, niçin yaptığımızı ve hangi konuda hevesli, hangi konuda kısıtlı olduğumuzu bilebilirsek hayattaki amaçlarımıza daha az zahmetle ulaşabiliriz. Ama her hâlükârda hayat bizden alın teri ve gözyaşı isteyecektir. Yeri geldiğinde de bunu esirmeyeceğiz.

“TAKDİR, BİZ TEDBİR ALIRKEN HÜKMÜNÜ İCRA EDER”

Modern çağın hastalığı olarak bilinen anksiyeteye karşı insanlar nasıl önlem almalı, nelere dikkat etmeli ve nerelerde hata yapıyor?

Anksiyete “dünyayı çok iyi şekilde kontrol edebileceğimiz” yanılsamasından kaynaklanıyor. Dünya çoğu zaman bizim kontrolümüz dışındadır. Biz tedbiri alabiliriz fakat bazen de takdir tedbire gülümser.

Takdir, biz tedbir alırken kendi hükmünü icra eder. Dolayısıyla bizim her şeyi mutlak suretle her şeyin elimizin altında olduğu yanılsamasından kurtulmamız lazım. Geleceğin ve hayatın belirsizliklerle dolu olabileceğini de kabullenmemiz lazım. Her şeyi kurallara bağlamamız gerekiyor.

Anksiyete, geleceğin getirdiği belirsizlikleri kabullenmemeden kaynaklanıyor. Yarın deprem olacak mı acaba diye çok fazla düşünmeye başlayan insan bir süre sonra huzursuzlanmaya, sıkıntılanmaya ve sanki gerçekten yarın deprem olacakmış gibi hissetmeye başlar.

“FELAKETLEŞTİRMEKTEN UZAK DURMAK LAZIM”

Yine anksiyeteli insanlar, ipuçlarını olumsuz bir şekilde değerlendiren insanlardır. Gayet doğal karşılanacak bir şeyi sanki bir felaketin habercisiymiş gibi olumsuz değerlendiren ve zihinlerinde çok yoğun felaketleştirme yapan insanlardır. Felaketleştirmekten de uzak durmak lazım.

Anksiyeteli insanlar sıklıkla kendilerini yüzleşmenin zor olduğu durumlardan kaçarken bulurlar. Kalabalık ortamlarda panik atak geçireceğini düşünen bir insan hiç kalabalığa girmez, alışveriş merkezlerine gitmez.  Böyle durumlarda çivi çiviyi söker mantığınca üzerine gitmenin endişe doğuran şeyle yüzleşmenin faydalı olduğunu biliyoruz.

“HÜZÜN İNSANI KÂMİL YAPAR”

Hüzünlenmekten korkuyoruz ve hüzünlü olmaya tahammülümüz yok. İnsanlarda hüzün duygusunun karşılığı değişti mi?

Hüzün insana öğreten bir duygudur; insanı çoğaltan bir şeydir, insanı kendi derinlerine indiren bir duygudur. Hüzünden kaçmayalım. Hüznün bize öğretmesine izin verelim, onu bir misafir gibi içimizde ağırlayalım. Hüznü mutlaka defedilmesi gereken bir bela gibi görmeyelim. Çünkü hüzünde kırılganlığımızı keşfederiz. Ve o kırılganlığı keşfettiğimizde daha kâmil insanlar haline geliriz.

“SAMİMİYET POZU VERMEYİ, SAMİMİYETİN YERİNE KOYUYORUZ”

Sosyal medyayı sık kullanmakla insanlar sizce hangi duygularını kaybetti?

İnsanlar samimiyeti ve yakınlığı kaybetti. Samimiyet pozu vermeyi, samimiyetin yerine koyuyoruz. Yakın görünmeyi, gerçek yakınlığın yerine koyuyoruz. Aslında mesafeler uzak, ama sanki çok yakınmış gibi gözüküyor. İnsandan insana giden yol uzadı diyebilirim.

Çok uzun vakitler sosyal medyada vakit geçiren insanlar bir süre sonra evreni oradan ibaret zannediyorlar. Oradaki etkileşimden ibaret zannediyorlar. Hâlbuki o, tuşa bastığınız an yok olan bir şey, gerçek değil. Orada bize uyandırdığı hisler doğru, gerçek. O hisler yüzünden kalbimiz kırılabilir. Mutlu olabiliriz, orada yazan bir şey bizi sevindirebilir veya üzebilir. Ama bunlar çok uzun ömürlü olmayacaktır.

Facebook arkadaşlığı diye bir şeyden bahsediliyor. Bir insanın omzunda ağlayıp yanınızda hissedemediğiniz zaman ona ne kadar arkadaş diyebilirsiniz. Sosyal medya, insanların birbiriyle iletişim kurmaları ve birbirleriyle sohbet etmeleri için fevkalade elverişli bir ortam sağlıyor. Ama oraya takılıp kalır ve hayatı buradan ibaret zannedersek, hayal kırıklığı da kaçınılmaz. Nefret söylemleri ve kutuplaşmalar sosyal medyada çok daha hızlı gerçekleşebiliyor.

İnsanın kendini hayatında yavaşlatmasının önemine değiniyorsunuz. Bu kadar hızlı bir çağda yaşarken insan hayatını nasıl yavaşlatabilir?

İşi hayatın ana uğraşı olmaktan çıkartarak yavaşlatabilir. İş dışında kendine meşguliyetler edinerek, sevdiklerine daha uzun zamanlar ayırarak, hobilerine ve tutkularına, heveslerine daha uzun zamanlar ayırarak. Kâinatı hep motorlu taşıtlar içerisinde seyrederek değil, yürüyerek temaşa etmek suretiyle insan hikayelerini daha çok dinleyerek, tabiatla daha çok haşır neşir olarak, e-mail yerine mektup yazarak, sevdiklerimizle WhatsApp üzerinden konuşmak yerine buluşup göz göze konuşarak, yani biraz insanı insan yapan eski iletişim modellerine daha çok dönersek sanki yavaşlamayı da başarabileceğiz.

“HAYATIN ANLAMI KONUSUNDA KENDİMİZE YAKICI SORULAR SORMALIYIZ”

Psikoterapist olarak iyi ve doğru yaşam konusunda nasıl önerilerde bulunabilirsiniz?

İyi yaşam, değerlere uygun yaşamdır. İnsan, sadece kendisi için bu ömrü tükettiği zaman geriye hiçbir şey kalmaz. İyiliğin, güzelliğin, hakkın ve adaletin savunucusu olabildiğimiz kadarıyla bizim hayatlarımız da değer kazanır. Dolayısıyla hayatı hangi değerler uğuruna yaşayacağımızı kendimize sormalıyız.

Immanuel Kant’ın yüzyıllar önce sorduğu sorular var: Neyi iyi bilebilirim, neyi ümit edebilirim ve bunun için ne yapabilirim? Hepimizin bu soruları kendisine sorması lazımdır. Bir soru daha ekleyerek: Niçin buradayım, bu hayat bana niçin verildi, benim bu hayatı yüklenmekle ödevim nedir, hayatı yaşama ödevim nedir? Hayatın anlamı konusunda kendimize yakıcı sorular sormayı başarmalıyız. Çünkü bir filozofun dediği gibi “hayatın niçinine cevap bulan, nasılına da cevap bulur.”

“ANLAŞILMAK İÇİN ANLAMAYI ÖNCELEMEK LAZIM”

Peki, insanlar ikili iletişimlerde en çok hangi hataları yapıyorlar?

İki insan arasındaki iletişimde en önemli kusurlar; yeterince dinlememek, karşımızdaki insanı anlamadan önce kafamızda onunla ilgili oluşturduğumuz çerçeveye onu yerleştirmek ve onun sözlerini bir filtreden ya da süzgeçten geçirmeden ona yakıştırma yapmak. Söylemediği şeyleri zihnimizde ona söyletmek.

Bunlar iki insan arasında çok sık rastlanan iletişim kusurlarıdır. İyi bir iletişimin özü, önce iyi dinlemeyi başarmaktır. Dinlemezsek, anlamazsak anlaşılmayız. Anlaşılmak için anlamayı öncelemek lazım.

Tüm Sağlık haberleri için tıklayın