Dünyanın en ilginç olayları ve gizemleri
Loch Ness Gölü'nün efsanevi canavarı yüzyıllardır tartışılıyor. Hakkında çok fazla komplo teorisi var. Sözde canavara ait olduğu iddia edilen fotoğraflar ve videolar da yayınlandı. Şimdi ise bu yaratık hakkında yeni bir iddia ileri sürüldü.
Loch Ness Gölü'nde yaşayan canavar çözülemeyen sırlardan biri. Kimi gerçek olduğunu kimi ise tamamen yalan olduğu belirtiyor.
Gölde birçok kez gözlem yapıldı. Loch Ness Sightings sitesine göre canavar, 2017'de tam 11 kez görülmüş. Hatta görülme sayısında rekor bir yıl olmuş.
Son günlerde bu yaratık hakkında yeni bir iddia gündeme gelmiş durumda.
Express.co.uk sitesinin All Time Conspiracies isimli YouTube kanalına dayandırdığı haberine göre canavar gerçekten bulunmuş, ancak hükümet tarafından saklanmış.
Hatta Loch Ness Canavarı, iki müze arasında büyük bir çekişmenin sebebi olmuş. Kaynak, İngiltere'deki Doğal Tarih Müzesi'nin canavarın kalıntıları istediğini, ancak İskoç Kraliyet Müzesi'nin ise kalıntıların İskoçya'da kalmasını istediğini vurguluyor. Bu durum için gizli görüşmeler bile yapılmış.
İsveç'te Storsjöodjuret isimli canavarın (Büyük Göl Canavarı anlamına geliyor) Storsjön Gölü'nde yaşadığından söz edilir. İsveç hükümeti 1986 yılında Storsjöodjuret ve yavrularının koruma altına alan yasa çıkarmıştı. Ancak bu yasa 2005'te daha sonra iptal edildi. Loch Ness Canavarı için de böyle bir girişim olduğu söyleniyor.
Söz konusu kaynak, hükümetin Loch Ness Canavarı'nı herhangi bir tehdide karşı korumak için özel bir yasa teklif ettiğini ileri sürüyor.
Sonuç olarak All Time Conspiracies kanalı tüm bunların halktan gizlendiğini belirtiyor.
AÇIKLANAMAYAN GİZEMLİ OLAYLAR
Loch Ness Gölü Canavarı dışında bilim insanlarının açıklayamadığı iddia edilen başka gizemli olaylar da var. Bunların neler olduğuna birlikte bakalım.
Kim oldukları ya da nereden geldikleri hala büyük bir muamma. MÖ. 1200 dolaylarında Yunan yarımadası, Ege ve Akdeniz kıyıları, Anadolu, Suriye, Fenike, Filistin'deki tüm şehirleri yakıp yıkarak üzerinden geçmişler, Antik Mısır'ın içlerine kadar ilerlemişler.
Doğu Akdeniz'deki medeniyetler, Hititler, Yunanlar ve Minos Uygarlığı gibi pek çok uygarlığın ya çökmesine ya da gerilemesine yol açmışlar, Troya kenti tümüyle yok olmuş, Ugarit şehri düşmüş örneğin...
Tunç Çağı'nı kapatan bu istilanın önünde hiçbir güç duramamış ve uygarlık yaklaşık bin yıl geriye sarmış.
Antik Yakın Doğu'nun tarihine dair kayıtlı ne varsa bu istilayla yok olmuş o yüzden haklarında detaylı hiçbir şey bilinemiyor.
İstila ettikleri yerlere mi yerleştiler yoksa geldikleri yere geri mi döndüler?
Filistin'e adını veren bu kavimlerden biri Antik Filistinliler dışında bugüne kalan hiçbir iz yok.
Ege Göçleri'nin ve konuyla ilgili çalışmaların bir başka özelliği ise, 13. yy sonlarındaki tüm Yakındoğu'nun Tunç Çağ kültürleri ve göçler sırasında adı geçen halk, devlet ve ülke isimleriyle, olayların gerçekleştiği dönemden sonraki gelişmeleri "Karanlık Çağlar" ve hatta 400 500 yıl sonrasındaki Frig, Muşki, Lydia vb. uygarlıkların tarihini ve onlarla ilgili bazı sırları da ilgilendiriyor olmasıdır.
BÜYÜK İLERİ SIÇRAMA
Tarihin bir evresinde hem de hiçbir geçiş döneminin izine rastlanmadan; bundan yaklaşık 40 ila 70 bin yıl önce insanlık aniden mağara resimleri çizmeye, şarkılar söylemeye, mücevherler tasarlamaya, taştan aletler yapmaya başlıyor… İletişimle ortaya çıkan dillerin buna sebep olduğu düşünülse de insanlığın evriminde bu sıçrayışın nasıl mümkün olduğu hala çözülebilmiş değil! Birdenbire nasıl olmuştu bu, hala merak konusu...
Bir nevi analog bir bilgisayar düşünün ama iki bin yıllık olsun! Keşfedildiği 1901'den beri nasıl çalıştığını anlamak amacıyla pek çok kopyası yapılsa da işleyişi hala çözülebilmiş değil.
Düzenek, bir ayakkabı kutusu büyüklüğünde ahşap bir kasa içinde yer alan bir grup pirinç dişliden meydana geliyor.
İki bin yıl önce batmış bir gemide bulunan Antikythera düzeneğinin, gezegenlerin konumu ve Güneş tutulması vaktinin tahmin edilmesi hatta olimpiyat oyunlarının zamanlarını da dört yıla kadar gösterebilen mekanik bir hesap makinesi olduğu keşfedilse de nasıl çalıştığıyla ilgili araştırmalar sürüyor.
MÖ. 1 yy teknolojisiyle yapılmış bu iç içe geçmiş çarklı sistem keşfedilene kadar, bu derece kompleks bir makinenin ancak 16. yy'da yapılabildiği sanılıyordu.
Bu antik bilgisayar da gizemini hala koruyor!
Bundan 600 yıl kadar önce, bilinmeyen bir yazıyla, anlamı hala çözülememiş gizemli bir kitap yazıldı ve 1912'de Amerikalı sahaf Wilfrid M. Voynich onu Roma'da satın aldı.
Voynich elyazması yıllardır dil bilimciler, fonetik uzmanları, kriptologlar, tarihçiler vb. pek çok farklı alandan bilim insanı tarafından incelenmiş ama tüm çabalar sonuçsuz.
Metnin gayet sistematik biçimde doğal bir dilin yazıya geçirilmiş hali olduğu onaylanıyor ama bunun hangi dil olduğu bilinmiyor.
Bu elyazması 20. yy'ın en iyi şifre çözücülerini hayatından bezdirdi, kimilerine kafayı kırdırıp hastanelik etti. 2001'de şifre çözmekte uzman bilgisayarlarla yapılan çalışmalar da başarılı olamadı.
İngiliz dil bilim profesörü Stephen Bax, 14 resmin ve Arapça ögeler kullanılarak yazılan kitapta "kantoron" bitkisinin isminden yola çıkarak 10 sözcüğün ne anlama geldiğini ortaya çıkarmış olsa da kitap bir muamma olmayı sürdürüyor.
Hatta buradan yola çıkarak kitabın aslında 11. yüzyılda Türkiye de yazıldığı bile iddia ediliyor. Çok sayıda resim içeren el yazması kitapta; yıldızlar, bitkiler ve tuhaf bir tesisatla birbirine bağlı küvetlerde yıkanan çıplak kadınlar var.
Kitabın şifalı otlar, astronomi, anatomi, farmakoloji ve reçetelerden oluşan beş ana bölümden oluştuğu düşünülüyor.
Söz konusu, Şanlıurfa'daki Göbekli Tepe olunca açıklanamayan keşiflerin hangi birinden bahsetsek? İnsanlık tarihini alt üst eden bu tapınakların tam 12 bin yıl önce tavanı açık ama tabanı sıvı sızdırmaz şekilde inşa edilmiş mühendislik teknolojisinden mi?
Yoksa, Taş Devri avcı-toplayıcılarının taş ustalığından, mimari ve sanatsal üsluplarının üç boyutlu figürler yapacak kadar gelişmiş olmasından mı?
Tapınaklara yansıyan bütün bu ilim ve bilgi tam olarak nasıl ve ne zaman oluşmuştu? İnsanların açlık ve korunma içgüdüsüyle değil, dinsel inanışların etkisiyle yerleşik hayata geçtiklerini ve ancak bundan sonra tarıma başladıklarını Göbekli Tepe sayesinde öğrendik.
Dinsel törenler için inşa ettikleri bu yapıların etrafında neden hiç yerleşim yeri yok? Böylesi faaliyetler için kalabalık gruplar nasıl bir araya geldiler, işgücünü nereden buldular, farklı uzmanlık gerektiren fakat eşzamanlı yürütülen bu işlerin organizasyonunu nasıl yaptılar?
Daha da ilginci; çapı 30 metreyi bulan şimdilik benzerine hiç rastlanmamış oval planlı 20'ye yakın sayıdaki bu yapılar bilerek moloz yığınları ve toprakla örtülüp, terk edilmiş. Yaklaşık bin yıl sonra geri gelerek yeni bir mabet yapmışlar ve aynı işlemi tekrarlamışlar. Bunu neden yaptıkları bilinmiyor.
1977'de SETI (Dünya Dışı Akıllı Yaşam Araştırması) projesi kapsamında, Jerry R. Ehman tarafından "Big Ear" radyoteleskopuyla keşfedilmiş 72 saniyelik, dar bantlı bir radyo sinyali. Dünya dışı akıllı varlıkların gönderebileceği türden sinyallerin tüm özelliklerine uyuyordu.
Buna çok şaşıran Ehman sinyal izinin bilgisayar çıktısının sayfa kenarına "Wow!" yazdığı için bu şekilde adlandırıldı. Sagittarius (Yay burcu) yönünden gelen sinyal, tüm arama çabalarına rağmen bir daha bulunamadı. Nereden gelmişti ve orada ne vardı? Onu bu kadar sıra dışı kılan neydi? Bunun cevabı sinyalin frekansında yatıyor. Akıllı bir uzaylıysanız ve başka bir akıllı uzaylının ilgisini çekmek istiyorsanız, yapay olduğu kolayca anlaşılabilecek, duyulabilmesi mümkün bir frekans tercih edersiniz.
Dahası, evrende bolca bulunan ortak bir elementin frekansını; örneğin hidrojen elementini seçmeniz çok olağan sayılır. Yıldızlararası hidrojen 1,42 Ghz'de hareket eder. "Wow!" sinyali de 1,42 GHz'deydi ve bu menzilden şaşmıyordu! Dünya'daki hiçbir aygıt da o frekansta ileti yapamıyordu. Hava ya da uzay aracından da gelmiyordu çünkü uzayda hareket etmeyen bir noktaya sabitlenmişti.
Bilinen hiçbir gezegen ya da asteroit, sinyali Dünya'ya yansıtacak pozisyonda bulunmuyordu. Çekimsel mercek ve yıldızlararası parıldama gibi karmaşık astronomik etkiler bile "Wow!" sinyalini açıklamak için gerekli teknik özellikleri karşılamıyor. Sonuç ta, "akıllı uzaylı" açıklaması hala en iyi aday. Ama bunu destekleyecek bir kanıt bulunmadığı için çözülmemiş en heyecan verici gizemlerden biri.
Efseneye göre adada büyük bir hazine gizli. Kimi defineci dini hazineler olduğunu, kimileri de İspanyol korsanların ganimetlerini buraya gömdüğünü düşünüyor.
Çeşitli tuzaklarla örülmüş mühendislik harikası bu çukuru inşa etmenin korsanları aştığını düşünenler de var.
Şirket batıran, pek çok kişinin hayatına mal olan çukurdan elde edilebilen kısıtlı verilerle varlığı bilinen hazine gelişen teknolojiye rağmen çıkarılamıyor.
Hatta kuyunun bir çok bölümüne hala girilememiş.
Definecilerin burayı lanetli saymasının sebebi, yapılan çalışmalarda belli bir seviyeye gelindiğinde çukurun bir anda suyla dolması.
Araştırmacılar buldukları su çıkış noktalarını, planlayıcının geri döndüğü zaman suyu kapayabilmesi için yerleştirdiğini düşünüyorlar.
Yani para çukuru, hazinenin yerini tam olarak bilen kişinin bulabileceği şekilde tasarlanan bunun dışında herkesin çukurun bataklığına gömüleceği kör bir geçit.
On bin yıl önceki nükleer savaş ve bunun destanı Mahabharata… Destanda anlatılanlara kanıt olarak Mohenjo-Daro kenti gösteriliyor.
Pakistan'daki bu gelişmiş antik kent 1922'de ortaya çıkarıldı. Mohenjo-Daro, ızgara biçiminde planlanmış ve su sistemi bugünkü modern sistemlere benziyor. Düzenli yollar ve kanalizasyon sistemleri geniş bir nüfusu barındırdığının işareti. Çamurla sıvanmış tuğla evler iki katlı ve büyük kısmında banyo var. Antik kentin caddelerinde bulunan siyah cam kalıntılarının ve kil çömleklerin çok yüksek ısıya maruz kalarak eridikleri keşfedilmiş.
Arkeologlar, caddelerde yatan iskeletler bulmuşlar; bir anda ölmüş bu insanların yumrukları sıkılı haldeymiş. İskeletlerde tespit edilen radyoaktivite, Hiroshima ve Nagasaki düzeyinde. Bu olay Mahabharata Destanı'nda "Cesetler tanınmayacak kadar yanarlar, ölmeyenlerin saçları ve tırnakları dökülür, çanaklar, çömlekler kendi kendilerine kırılırlar, yiyecekler zehirlenir.
Kaçmaya çalışan savaşçılar ve eşyaları küllerle yıkanmaktadırlar. Derken vahşi bir rüzgar başlar, bulutlar kükrer, toz ve çakıl taşları yağmaktadır. Doğa dengesini yitirir, güneş gökte sallanmakta, dünya titremekte, korkunç silahtan yayılan kavurucu sıcaklık, her şeyi yakmaktadır" diye anlatılır.
Bir bakışa göre, Mahabharata en eski bilim kurgu örneği. Zeki canlılar arasında çıkan bir anlaşmazlığın, savaşa dönüşmesi ve günümüz teknolojisinin çok ötesinde silahların kullanılması anlatılıyor. İtalyan bilim insanı Roberto Pinotti, destanda geçen Vimanalar´ın UFO´larla benzerliğine dikkat çeker.
MÖ 3. yy başlarında kurulmuş antik dünyanın en büyük kütüphanesi. 150 bin cilt el yazmasıyla o dönemlerin en büyük derlemesine sahipti.
Aynı zamanda yayınevi işlevi görür, Mısır'a giren her kitap önce buraya getirilir, bir kopyası çıkarılır, sahibine verilir; asıl nüsha kütüphanede tutulurmuş.
Yurt dışına gönderilen memurlar, buldukları kitapları satın alıp, getirirlermiş. Böylece, o zamana kadar birçok bilime ait dağınık halde ve kaybolmaya yüz tutmuş eser emin bir yerde toplanmış.
Varlığını 4. yy'a kadar sürdürdüğü bilinen kütüphanenin Hıristiyan fanatikler tarafından yakıldığı yönünde genel bir kanı var.
Müslümanlarca yok edildiği hikayesini Alfred J. Butler, Victor Chauvin, Paul Casanova ve Eugenio Griffin gibi pek çok bilim insanı kabul etmiyor.
Sezar'ın İskenderiye'yi kuşattığı sırada yok edildiği görüşü de çeşitli tarihi eserlerde yer alıyor. Bu kuşatmada sadece bir bölümünün zarar görmüş olabileceği de düşünülüyor.
Yakılan kütüphanenin bulunduğu alanda 2002'de yenisi yapılmış. Fakat eskisinin taşıdığı kültürel miras ve bunun insanlığa olan hizmeti hiçbir şeyle mukayese edilemez. Ne gibi bilgiler taşıyordu, ne tür gizemler saklıydı içinde; hiçbir zaman bilemeyeceğiz.
Sibirya, 30 Haziran 1908 günü sabah yaklaşık 7:45'te Tunguska Irmağı yakınlarında oluşan 10-15 bin tonluk dinamit patlamasına eşdeğer büyük bir gök patlamasıyla sarsıldı.
Kesin olmayan verilere göre patlamanın nedeninin, bir kuyruklu yıldız parçasının ya da meteorun yere çarpması olduğu sanılıyor.
Cismin atmosfere yaklaşık 100 bin km/sa hızla girdiği ve ağırlığının 100 bin ile 1 milyon ton arasında olduğu varsayılıyor. Ama emin olunamıyor. Olayı uzaktan gözleyenler önce bir ateş topu gördüklerini ve ardından yer sarsıntısıyla birlikte, güçlü sıcak rüzgarların oluştuğunu söylemişler.
Patlamanın alevleri yaklaşık 800 km uzaktan görülmüş. Cisim atmosferde buharlaştığından çevreye çeşitli gazlar yayılmış ve geceleri gökyüzünün parlak bir renk almasına neden olmuş.
"Öldürülemeyen ölümlü" benzetmesini sonuna kadar hak ediyor, sanırsınız 9 canlı!
Üç insanı öldürebilecek kuvvetteki siyanürün öldüremediği Rasputin'e daha sonra iki el ateş edilmiş, halen ölmediğinin anlaşılması üzerine bu kez sopalarla dövülmüş, sonra alnının ortasından üçüncü kez vurulmuş ve donmuş Neva nehrine atılmış. 14 saat sonra, atıldığı yerden 140 metre uzakta bulunduğunda otopsi yapılmış. Yine hemen ölmediği, boğulmadan önce bir süre daha çırpındığı anlaşılmış.
Öldüğünden hala yeterince emin olunamamış ki; Şubat devrimi sırasında mezarından çıkarılmış ve cesedi yakılmış. Grigori Jefimoviç Rasputin, Rus Çarı 2. Nikola döneminde sarayda oldukça etkili olmuş doğaüstü güçlere sahip bir mistik olarak bilinir. İstediği kişiyi bakışlarıyla hipnotize ederek kolayca etkisi altına aldığı söylenirdi. Çar'ın hemofili hastası oğlunu dua ederek ve dokunarak iyileştirmişti.
Ahlaken savaşa karşı olmasına rağmen, Rusya'nın I. Dünya Savaşı'na girmesinden sorumlu tutulmaya başlandı. Rasputin, insanın ne kadar günah işlerse o derece günahtan arınacağını savunuyor, içkiye düşkünlüğü ve abartılı cinsel hayatıyla tanınıyordu. Yaşamı ve ölümü üzerindeki gizem perdesi pek çok araştırmacının hala ilgisini çekiyor.
Roswell UFO vakası, 1947 Temmuz ayında ABD'nin New Mexico eyaletinin Roswell şehrinde meydana geldiği iddia edilen ve Roswell efsanesi'ni başlatan olay.
8 Temmuz 1947 yılında New Mexico eyaletinin Roswell kasabası yakınlarında, ABD'nin İdaho Eyaleti'nde orman servisi için kurtarış pilotluğu yapan Kenneth Arnold'un, 25 Haziran'da kayıp bir uçağı Washington Eyaleti'ndeki Cascade Dağları üzerinde aramaya çıkışının ve tahminlere göre dört metre yükseklikte, saatte 222.000 km (120.000 mil) hızla giden dokuz tane disk şeklinde uçan daireler gördüğünü iddia edişinin iki hafta sonrasında bir "uzay gemisi" ele geçirildiği duyuldu.
Ancak ertesi gün ABD Ordusu bu haberi yalanlayarak bunun bir meteoroloji balonu olduğunu iddia etti.
Yıllar sonra olay zamanından kalma olduğu iddia edilen uzaylı otopsi görüntüleri yayınlandı.
Torino Kefeni, İsa'nın çarmıhtan indirildikten sonra sarıldığı iddia edilen sakallı bir adama ait önden ve arkadan silüetin olduğu keten kumaş.
İlk kez 1350'lerde Fransa'da sergilendi. 1578'de İtalya'ya getirilerek Torino'da San Giovanni Battista Katedrali'nde muhafaza edilmeye başlanmıştır.
Pek çok kişi bunun mucizevi bir şekilde olduğuna inanırken, kuşkucular sahtekarlık olduğunu düşünüyordu.
1988 yılında kefenin bir kısmı karbon-14 yaş belirleme testine tabi tutuldu ve kefenin 700 yaşındaki keten bitkilerinden yapıldığı belirlendi.
1260-1390 arası bir tarihe ait olduğunun belirlenmesiyle gözden düşmesine rağmen, kumaş dini çevrelerde değerini hala korumaktadır.
5 Haziran 1952 günü Yucatan'da Palenque Kalıntıları'nda araştırmalar yapan Arkeolog 'Albert Ruz Lhuillier ve arkadaşları gizli bir mezar buldular.
1.70 boyunda bir iskeleti saklayan bu mezar 3.802n. uzunluğunda, 2.20 m. genişliğinde ve 25 cm. kalınlığında oymalı taşla örtülmüştü. Palenque Taşı'nın yüzeyi birbirinden ilginç esrarlı resimlerle dolu.
Esrarengiz bir aracın içinde bir insan görülüyor. Bu aracın alt kısmından ateş fışkırıyor ve aracın içi birçok aletlerle dolu. Palenque taşı konusunda ayrıntılı* bir araştırma yapan "Bilinmeyen Uygarlık Unsurların Araştırma ve İnceleme Merkezi"'nden Guy Tarade ve Andr Millou mezar taşındaki oymayı şöyle açıkladılar:
"Taşın ortasında görünen pilot adını verdiğimiz kişi bir miğfer giymiş ve aracın ön kısmına doğru bakmaktadır. İki eli kaldıraçların üstünde. Şağ eliyle Citroen arabalarınkine benzeyen bir vites kolunu tutuyor. Başı bir desteğe dayanmakta ve burun deliklerine bir soluk alma aygıtı yerleştirilmiş durumda. Füzeleri andıran araç güneş enerjisini kullanan bir uzay gemisi duygusunu veriyor. Füzenin arka kısmında 10 akümülatör yerleştirilmiş. Bunlardan başka, enerji çekmeye yarayan düzenlemeler de görülüyor. Önde dört bölümlü bir motor, arka kısmında da ateş 'fışkıran, bir boruya bağlanmış hücreler, karmaşık uzuvlar var."
1932 yılında Pedro Dağlarında bulunmuş bir mumya. (ABD ,Wyoming eyaleti , Casper şehrinin 60 mil güney batısı). Mumya koyu bronz renginde ve oldukça buruşmuş vaziyettedir. Hayattayken boyu 35 cm. ' yi geçmiyordu !!! Röntgen ışınlarıyla yapılan incelemede bu canlının ağırlığının 5,5 kg. olduğu ortaya çıkarıldı. Cinsiyeti erkek ve bütün dişleri yerinde. Öldüğünde aşağı yukarı 65 yaşında idi. Mumya 350 gr. ağırığındadır. Alnı çok aşağıdadır. Ezik bir burnu ile büyük ve geniş burun delikleri vardır. Çok geniş ağzı ile incecik dudakları bulunmaktadır. Bu yaratık bilinen insan türlerinden çok daha küçüktü. Bazı araştırmacılara göre bu çok küçük boyutlarda olan bir ırkın üyesiydi.
Maya dönemine ait 1000 yıllık bu kristal kuru kafa, tek bir blok kristal üzerine oyma olarak yapılmış. Nasıl yapıldığı hala anlaşılamayan kuru kafanın altından tutulan ışık, doğrudan göz çukurundan yansıyor. Bu teknolojinin bugün bile mümkün olmadığı söyleniyor.
RONGORONGO YAZISI (PASKALYA ADASI)
Paskalya Adası benzeri olmayan büyük taş heykellerinin (moai} dışında esrarengiz bir yanı da rongorongo ("şarkılar" ya da "ezberler") adı verilen kendi yazısına sahip olmasıdır. Bu o kadar egzotik ve esrarengizdir ki, 1860'da Avrupalılar tarafından keşfedildiğinden beri rongorongo yazısıyla yazılı tahtadan tabletler çözüm meraklıları için âdeta bir mıknatıs olmuştur.
Honolulu'dan Santiago'ya ve Avrupa başkentlerine kadar, muhtemelen bir köpekbalığı dişi, kuş kemiği ya da bir obsidyen parçasıyla tahtaya kazınmış olan 25 rongorongo kitabesi vardır. Paskalya Adası'nda bir tane bile kalmış değildir. Çoğu Büyük St. Petersburg tableti gibi şu anda bulundukları yerlerin adlarıyla anılırlarsa da, bazıları yumurta biçimi nedeniyle Rapa Nui dilindeki adıyla Mamari ("yumurta") olarak bilinir. Bu yazıların çoğu çok kısadır, ancak en büyüğü ve uzunu olan Santiago bastonunda 126 x 6,5 santimlik bir tahta üzerinde 2300 karakter vardır. Bir Avrupa ya da Amerikan küreğinden yapılma ahşap bir tablet olan Tahua'da da 1825 karakter vardır ve bu da en uzun tablet yazısıdır.
UFO'cu olanlar ve olmayanların birbirine karşıt kanıtlar sunarak didiştikleri 13 Mart 1997'de üç saat boyunca Las Vegas'tan Phoenix'e kadar gözlemlenmiş olay.
Yerel hava kuvvetleri üsleri ve haber merkezleri, gökyüzünde ilerleyen dairesel turuncu ışıklar rapor eden binlerce kişi tarafından telefon yağmuruna tutuldukları için santraller kilitlenmiş. Gözlemi yapan tanıkların söyledikleri arasında pek çok ortak nokta var.
Cisim son derece büyük; "V" şekilli, üzerinde pek çok parlak ışık var ve karanlığın içinde sessizce ilerlemiş. Paulden'den Prescott Valley'e doğru ilerleyen cisim burada bulunan halkın tam üzerinden geçmiş, dolayısıyla çok net bir biçimde gözlemlenebilmişti.
UFO'nun bir sonraki durağı Dewey olmuş; aynı zamanda Chino Valley, Tempe ve Glendale'den de gözlemlenmiş. İşin can alıcı kısmı CNN bu olayı canlı bağlantıyla ekranlara yansıtmış. Görüntülenen cisim radarlara da yansımamış. Kısa süre içerisinde Arizona valisi Fife Symington bir basın toplantısı yaparak bunun UFO ile ilgisi olmayan bir doğa olayı olduğunu belirtmiş hatta uzaylı kıyafeti giymiş bir kişiyi yanına alarak dalga geçmiş.
Bir süre sonra işinden ayrılan aynı vali; cismin dünya dışı bir yerden gelme ihtimalinin yüksek olduğunu fakat valilik görevi sırasında böyle bir açıklamada bulunamadığını, konuyla ilgili bir belgeselde dile getirmiş.
Edgar Cayce hipnozla uyutulduğu sırada kayda alınan "okumalar"la tanınmış. Trans halindeyken yaptığı teşhisler, nadir vakaların tedavisi için gerekli ilaçların nerede bulunabileceği, astroloji, reenkarnasyon ve Atlantis ile ilgili kehanetlerde bulunmuş.
Kendisi de kendinden oldukça şüpheci olan Cayce, önceleri "uyurken konuşuyorum diye insanları tedaviye kalkamam" diyerek direnmiş. Sonunda bazı şartlarla bu seansları kabul etmiş. Hastaları görmeyecek, para almayacak ve uyku seanslarında bir doktor hazır bulunacak. Uykusu sırasında hastalara koyduğu teşhisler o kadar isabetliymiş ki doktorlar sendikası sekreteri John Blackburn bir komiteyle birlikte seansları izledikten sonra Edgar Cayce'a resmi konsultasyon yapma izni vermiş. Örneğin bir keresinde hipnoz esnasında dört reçete yazdırmış ama bunların kime uygulanacağı bilinmiyormuş. Sonradan kendisine başvuracak hastaların reçetesini 48 saat önce yazdırdığı ortaya çıkmış.
Bir başka seansta da "Codiron" adlı bir ilaç yazdırmış ve yapan firmanın adresini vermiş. Telefon edildiğinde firma; formülü yeni bitirdiklerini ismini henüz koyduklarını söylemiş. Cayce hipnoz uykusundan uyanınca hiçbir şey hatırlamadığını söylüyormuş. Bunu nasıl yaptığı sorulduğunda yaşayan herhangi bir insan beyniyle ilişki kurabildiğini, beyinlerdeki bilgilerden, kendisine gelen hastaları teşhis edebildiğini ve ilaçlar verebildiğini, tüm bunların ışık hızıyla gerçekleştiğini söylemiş. Fakat Edgar Cayce'in bu durumu bugün için dahi açıklanamıyor.
Görünmezlik ve hatta molekül transferi yani ışınlanma mümkün mü?
Philadelphia Deneyi, diğer adıyla Gökkuşağı Projesi, resmi makamlarca ve hatta deneye katıldığı iddia edilenler tarafından yalanlansa da bilim dünyasının en merak edilen konularından biri.
Deneyin resmi ve bilimsel adı "Project Rainbow" (Gökkuşağı Projesi) idi. Gökkuşağı Projesi, iddialara göre II.Dünya Savaşı sırasında küçük destroyer tipi bir savaş gemisinin başından geçti. Olayın yeri Philadelphia Deniz Üssü'ydü. Amaç ise gemiyi düşmanın fark etmemesi için görünmez yapmaktı. Projeye göre gemiler düşman radarlarına yakalanmadan istenilen yerde birden ortaya çıkacaktı. Bilimsel tanımıyla 'optikal görünmezlik' diye adlandırılan bu sistemde; özel bir mekanizma veya jeneratörle oluşturulan çok güçlü bir manyetik alanın, önce; hedef gemiyi sarması, sonra da; ışınları veya radar dalgalarını büker yada kırarken de gemiye görünmez sağlaması hedeflenmişti. Düşüncesi dahi bir mucizeye benziyordu. Ancak iddialara göre proje başarılı olmuştu. Yani gemi fiziksel olarak kaybolmuş ve tekrar geri dönmüştü. Tanıklara göre geminin üzerini bir pelerin gibi saran manyetik alan görevini yapmıştı. Fakat ana hedef geminin kaybolduğu yerde değil, bir başka yerde ortaya çıkmasını sağlayabilmekti yani daha yaygın bir deyimle "ışınlama" yapılmalıydı.
ALBERT EINSTEIN'IN "ÇEKİM VE ELEKTRİKLENMEDE BİRLEŞİK ALAN KURAMI" ETKİSİ
Philadelphia Deneyi'nin temelinde düşünce olarak Albert Einstein'ın "Çekim ve Elektriklenmede Birleşik Alan Kuramı" vardır. Bu teori bu konuyla ilgili kişilerce "Elektronik kamuflaj" olarak tasarlandı. Einstein, bu teorisi 1925-27 arasında Almanya'da bir bilim dergisinde yayınlandı. Fakat Einstein, bu teoriyi daha denememiş ve daha tam anlamıyla geliştirmemişti.O zamanlardaki amaç, çok güçlü elektromanyetik alanın yapılarak gemilerin görünmez olmaları ve düşman kuvvetlerine karşı korunmasıydı.Hatta bu olayı havada oluşturarak üslerin görünmesinin engellenmesi de düşünülmüştü.
PROJEDE YER ALAN BAZI ÖNEMLİ İSİMLER
Bu deneyin çalışmaları 1930 yıllarda "Project Rainbow" ismiyle başlatıldı. Başlatıldığı yer ise Chicago Üniversitesidir. 1 yıl sonrada bu çalışma Princeton Üniversitesinde devam ettirildi. Bazı önemli bilim insanları da bu projede zaman zaman yer aldılar. Bunlar: Einstein, Dr. Johnvon Neumann ve Dr. Nikola Tesla'dır.
HER 10 YILDA BİR MANYETİK ENERJİ ALANI TEKRAR MI OLUŞUYOR?
Dr. Alfred Bielek, her 10 yılda bir, Ağustosun 12'sinde manyetik enerji alanının tekrar oluştuğunu öne sürüyordu.1943'ten sonra 1963 ve 1983'te aynı olay olmuştu. Sebebi ise Senkronizasyondu" Enerji alanları tekrar toplanıyor, dalgalanarak ortaya çıkıyordu, fakat bu alanlar karmaşıktı. Neumann, 1986'da ölen Bielek'in anılarında yazdıklarından bu olayları doğrulamıştı. İfadesi teyp bantlarında vardı. Oluşturulan büyük enerji, doğru açıda senkronize edilirken birden kontrol dışına çıkmış ve "Yönsüz dalgalar'a" dönüşmüştü. Bunun sonucunda ortaya alışılmadık etkiler çıkmaya başlamıştı. Senkronize dalgalar zamanı büküyor ve etkiliyordu. Bir diğer ilginç yaklaşım, Wisconsin Üniversitesi'nde Matematik Profesörü olan Henry Levenson'dan gelmişti. Ona göre zamanın bir şifresi vardı. Bu şifrelerin içinde dünyanın tüm varoluş bilgisi bulunmaktadır. Ve bu bilgi dünya saati ve zamanına ayarlıdır. Levenson bu durumu, "Dünya, Güneş saatine göre, Güneş de galaktik saate göre ayarlıdır. Eğer zaman kilidi yüksek ve güçlü bir enerji alanı ile bozulursa, ortaya çeşitli zaman ve mekan dengesizlikleri çıkar. Taki zaman yeniden kendini tamir edip yeniden dengesini bulan dek" diye açıklar.
DENEY GÜNÜ
Olaylar 1943 yılı Haziran ayında başladı. Geminin adı USS Eldridge'di, DE 173 bir koruma destroyeri olarak sınıflandırılmıştı. Bir görgü şahidine göre,75 KVA gücündeki iki dev jeneratör geminin ön top taretlerinin altına monte edildi. Buradan geminin güvertesine 4 manyetik ışın yayılacaktı. 3 RF vericisi ( Her biri iki megavat CW gücündeydi) güverteye monte edilmişti. 3000 adet 6L6 güç artırıcı tüp, iki jeneratörün oluşturduğu gücü yayacaklardı. Özel senkronizasyon ve modülasyon devreleriyle diğer ekipman, oluşan kütlesel elektromanyetik alanları kullanılırlığa indirgerken, kırılmış ışınlar ve radyo dalgaları gemiyi saracak ve sonuçta gemi düşman gözlemcileri için görünmez olacaktı. USS Eldridge adlı destroyer, Philadelphia Deniz üssü'nün önünde biraz açıkta duruyordu, gözlem gemisi olarak da SS Andrew Furuseth isimli bir şilep seçilmişti. İşte iddialara göre Philadelphia Deneyinin ortaya çıkmasını sağlayan insan bu geminin personelinden bir gemicidir.
DR. MORRIS K. JESSUP'UN ESRARENGİZ ÖLÜMÜ
Bu kişi Carl M. Allen imzasıyla, 1950 yılında Dr. Morris K. Jessup'a garip mektuplar gönderdi ama zarfın üzerindeki isim Carlos Miguel Allende'ydi. Mektupta yazılanlara bakıldığında Allende veya Allen, olayları baştan sona seyretmiş gibiydi. Jessup adres olarak verilen posta kutusuna mektup yazarak ayrıntı istedi ve bir mektup daha geldi. Mektupta Allen; anlattıklarını kanıtlamak için hipnoz, sodyum pentatol ( bilinci uyuşturarak iradeyi kıran doğruyu söyleten bir ilaç ) dahil tüm yöntemlerin üzerinde uygulanabileceğini söylüyordu. Dahası, olayın etkin bir biçimde açıklanması halinde insanların böyle bir nakil sistemiyle yıldızlara dahi gidebileceğini yazıyordu. Jessup ise bu kişinin tanıklık iddialarından en azından bir tanesinin doğru olabileceğini söylüyordu. Aslında Jessup, matematikçi ve gök bilimciydi. Astro-fizik alanındaki çalışmaları nedeniyle Felsefe Doktoru ünvanını almıştı.
HÜKÜMET İŞİN İÇİNE GİRİYOR
İkinci mektuptan sonra Jessup, Deniz Kuvvetleri'nden bir davet aldı. Deniz Kuvvetleri Araştırma Bürosu'na gittiğinde eline bir kitap verildi. Bu kitap kendi yazdığı kitaptı, bir yıl önce Büro'ya postayla yollamıştı. Kitabın sayfaları üzerinde birbirinden farklı üç kişinin yazdığı notlar Jessup'un dikkatini çekmişti. Dr. Jessup yazılardan birisinin Allen'nin yazısının aynı olduğunu fark etti. Notlar sanki dünya dışı birisinin gözlemi olarak yazılmış gibiydi. Binlerce yıl önceki uygarlıklardan söz ediliyor, dünyaya gelen uzay araçları tarif ediliyordu. Sonunda ise güç alanlarından, bir maddenin nasıl kaybolup, nasıl ortaya çıkarılabileceği ve 1943'te Philadelphia'da yapılan deneyden söz ediliyordu. Normalde, saçma olarak tanımlanması gereken bu kitap, nedense ABD Hükümeti tarafından Pentagon'da bazı üst düzey yetkililere özel olarak dağıtılmıştı.
DR. JESSUP ARABASINDA ÖLÜ BULUNUYOR!
1959 Nisanında Jessup, arkadaşı doktor Mason Valentine'i arayarak deney ile ilgili kesin sonuçlara ulaştığını anlatarak ertesi gün buluşmalarını istedi. 20 Nisan akşamı yemekte buluşacaklardı ama bu yemek gerçekleşemedi. Buluşacakları gece, Miami'de Hammock Parkı'nda Dr.Morris K. Jessup, arabasında ölü bulundu. Polis raporlarına göre arabasında egzoz gazıyla intihar etmişti! Ve söz konusu notlar ortada yoktu. Arkadaşları Jessup'un asla intihar edecek biri olmadığını söylediler, Valentine ise Jessup'un hastaneye götürüldüğünde hala sağ olduğunu öğrendiğini iddia etti fakat bunlardan bir sonuç çıkmadı ve olay kapandı.
DENEY BAŞLANGICI
Deney, 22 Haziran 1943'te sabah saat 09.00' da jeneratörlere güç verilerek başlatıldı. Manyetik alan oluşuyordu; sonra yeşilimsi bir sis gemiyi örtmeye başladı ve USS Eldridge gözden kayboluyordu... Olayın bir tanığı şunları söylüyor: "Bir an sadece geminin çıpasını görebildim, sonra oda kayboldu, ortada artık ne sis ne USS Eldridge vardı. Bomboş denize bakıyorduk, bizim gemide bulunan üst rütbeli subaylar ve bilim adamları korku, dehşet ve heyecan içerisinde; nefeslerini tutarak bu inanılması güç başarılarını seyrediyorlardı. Gemi ve mürettebatı hem radarda hemde gözlerimizin önünde yok olmuştu. Her şey planlandığı gibi yürüyordu.15 dk. sonra emir verildi ve jeneratörlerin şalteri kapatıldı. Önce hiç bir şey olmadı, arkasından yeşil sis tekrar ortaya çıktı ve USS Eldridge yeniden görünmeye ve ortaya çıkmaya başladı ama gemi nereye gitmiş ve nereden geliyordu?"
"Sis azalırken, bir şeylerin tuhaf gittiğini hissediyorduk. Hemen gemiye yanaştık, ilk önce mürettebatın çoğunun geminin yanından sarkıp kustuklarını gördük, diğerleri ise geminin güvertesinde şaşkın şaşkın dolaşıyorlardı. Sanki hiç birinin bilinci yerinde değildi. Yetkili ekipler gemiye girerek bütün mürettebatı kısa süre içerisinde uzaklaştırdılar ve yerlerine hazır bekletilen yeni bir mürettebat aldı. Bir iki gün sonra, yeni bir deneye daha karar verildi. Gemi istenilen radar görünmezliğine ulaşmıştı. Donanım değiştirildi ve 28 Ekim 1943'te deney yine aynı gemide tekrarlandı."
"Jeneratörler çalışmaya başladıktan hemen sonra Destroyer hemen hemen görünmezlik çizgisine ulaşmıştı. Sadece burnu ve arkası görülüyor, arada ise bazı çizgiler belli belirsiz seçiliyordu. Sonra sadece su üzerinde tekne boyunda bir çizgi kaldı. Bir iki dakika sonra mavi bir ışık parladı ve o çizgide yok oldu. Şimdi gemi tamamen yok olmuştu. Bir kaç dakika sonra millerce uzakta Norfolk'ta ortaya çıktı. Göründükten biraz sonra bilinmeyen bir nedenle yine kayboldu ve Philadelphia'da tekrar ortaya çıktı. Bu kez durum çok ciddiydi, tüm mürettebatın başı beladaydı."
"Bazıları yok oldu ve bir daha geri dönmediler. Bu olayın en korkunç bölümü ise beş tane denizcinin geminin eriyen ve sonra yine katılaşan metal levhalarının içinde kalmalarıydı. Bu çok feci bir durumdu. Denizcilerin birisi kurtuldu fakat bir daha eski haline dönemedi. Aklını tamamen yitirmişti ama yapacak hiçbir şey yoktu. Bazılarının psişik yetenekleri gelişmişti, sokakta yürürken kaybolan ve yine ortaya çıkan insanlar vardı."
Manyetik alanın içinde kalan mürettebattan kaybolanlar ancak birisinin yüzüne ve eline dokunulmasıyla görünür hale geliyorlardı. Yani dokunmanın, giysinin olmadığı bir yere yapılması gerekiyordu. "Donma" adı verilen bu olay saatlerce, günlerce sürebiliyordu, hatta bir tayfa tam altı ay donmuştu ve altı ay sonra kurtarıldı. Elektronik kamuflaj başladıktan sonra geminin ve mürettebatının bütünüyle kaybolup, çok uzak bir yerde ortaya çıkıp ve sonra yeniden geri dönmesine neden olan neydi?"
PHILADELPHIA DENEYİ HAKKINDA BAZI SORULAR
Dr. Valentine, Charles Berlitz'le yaptığı röportajda şöyle diyordu: "Bence Philadelphia Deneyi bilinen ve alışılmış yollarla açıklanamaz. Bazı bilimadamları atomun temel yapısının, madde parçacıklarından değil, elektromanyetik alanlarda oluştuğu görüşündeler.Bu çok karmaşık enerji alanlarının birbirlerini etkilemesi olayıdır. Eğer böyle bir evrenin içinde maddenin katlı fazları bulunmasaydı, şaşılırdı.Bu fazların birisinden birisine geçilmesi bir yaşamdan ötekine geçmeye benzer. Boyutlar arası değişmedir yani dünyalar içinde dünyalar olabilir. Manyetik alanların karıştırıcı olarak değişimler yaratabileceğinden kuşkulanılıyordu. Maksatlı olarak, olağan dışı manyetik koşullar yaratılması hem fiziksel, hemde yaşamsal olarak maddenin fazını değiştirebilir. Bu durumda da, bağımsız bir varlık olmayan ama içinde bulunduğumuz yaşama benzer belirli bir madde / zaman / enerji boyutunun bir parçası olan zaman faktörünü'de çarpıklaştırır. Kısacası deney olasıdır."
BERLITZ'E GÖRE:
Philadelphia Deneyi'nin yapılıp yapılmadığı belli değildir. Ve şuan için kanıtlanamaz. Ama kavram olarak geçerlidir. Çünkü Einstein'ın "Birleşik Alan Kuramı" tarafından desteklenmektedir. Eğer deney yapıldıysa, söylentilerin ardındaki gerçek tanıklar susmaktadırlar.
Belki Türkiye'de de yayınlanan "Yok Oldu"( Thin Air) kitabında anlatıldığı gibi çıldıran ve inanılmaz değişimler gösteren mürettebatın çoğu ölmüş veya gizli bir yerde ölümü beklemektedir.
Umuyoruz ki; bir gün üzerinde "çok gizli" yazılı bu dosyanın açılma zamanı gelecek ve karanlıklar aydınlanacaktır.
GİZEMLİ MUMYALAR
Çığlık tablosunun mumya versiyonu- Güney Amerika'da Amazon bölgesinde mezar ve tapınak olarak kullanılan gizli bir yeraltı mağarasında bulunan 600 yıl öncesine ait bir düzine mumya, bilim dünyasında büyük heyecan oluşturdu.
Tayvan'ın dibinde ama Japonya'ya bağlı bu adaların hemen bitişiğinde suyun 23 metre altında yatan ve piramide benzeyen yapılar "Japonya'nın Atlantis"i olarak ismini duyurdu.
Yonaguni, 27 metre yüksekliğinde ve 182 metre uzunluğunda devasa bir yapı. 3 boyutlu modellemelerde bir piramit şeklinde görünse de aslında tam olarak değil; taraçalı şekilde tırmanan bir yapı. Burası ilk olarak 80'li yıllarda yerel dalgıçlar tarafından keşfedilmiş.
Bölgenin asıl önemini duyurması 1997'den sonra, ilk bilimsel çalışmaları yapan Ryukus Üniversitesi Sismoloji Bölümü'nden Profesör Masaaki Kimura sayesinde. Yapının insan yapımı ya da doğal sebeplerle oluşmuş olabileceğine dair iki görüş var.
Birincisini Kimura savunuyor, Kobe Üniversitesi Sismoloji Bölümü Profesörü Toru Ouchi de, onun tezini destekliyor ve doğal dış kuvvetler yoluyla bu ebatta bir yapının oluşamayacağını söylüyor.
Boston Üniversitesi'nden Jeolog Robert Schoch ise Kimura'nın gördüğünü sandığı hayvan ve insan yüzü şeklindeki kaya parçalarının tamamen doğal etmenlerle oluştuğunu savunuyor.
Yapının etrafında insan yapısı bir belge, resim, eşya ya da heykel bulunursa, dünya tarihine ilişkin bilgilerimizi yeniden gözden geçirmemiz gerekebilir. Tıpkı Göbekli Tepe'de olduğu gibi.
MCMINNVILLE'DA GÖRÜLEN UFO
UFO teorisyenleri bu fotoğrafın gerçek olduğunu iddia ediyor. Fakat doğruluğu bir türlü kanıtlanamadı.
HESSDALEN IŞIKLARI
Hessdalen Vadisi'ndeki bu ışıklar geçtiğimiz yıllar içinde birçok defa bildirildi. Ancak kesin nedeni hakkında tam olarak açıklama yapılmadı.
NAGA ATEŞ TOPLARI
Tayland'da bulunan Mekong Nehri'nden her sene ekim ayında ateş topları yükselir. Ateş topları hakkında birçok teori ortaya atıldı, fakat kesin nedeni bulunamadı.
BABUSHKA LADY
John F. Kennedy suikastı sırasında olay yerinde bulunan eşarplı bu kadın yıllardır gizemini koruyor. Yetkililer kadının kim olduğunu bulamadı.
WATERTOWN HAYALETLERİ
Watertown üstünde ortaya çıkan bu ışıkların savaş uçaklarına değil, UFO'lara veya hayaletlere ait olduğu ileri sürülür.
TAVANDAN SARKAN ÖLÜ BEDEN
Bu fotoğrafta ise çocuklarıyla poz veren iki kadının hemen yanında tavandan sarkan ölü insan bedeni görülüyor. Fotoğrafta hayalet yer aldığı rivayet edilir, ancak üstünde oynama yapılmış bir fotoğraf olduğu yönünde birçok yorum vardır.
BATAKLIK MAYMUNU VEYA KOCAAYAK
2000 yılında isimsiz biri tarafından Kocaayak olduğu iddia edilen yaratığın fotoğrafları çekildi. Fotoğraflar bir mektupla birlikte Florida, Sarasota'daki şerife gönderildi. Kimileri fotoğrafların gerçek olduğunu belirtiyor.
KORKUNÇ YANSIMA
Küçük kızın aynadaki yansıması daha farklı. Yıllardır tartışılan bu fotoğraf hakkında ilginç komplo teorileri üretildi.
KOCAAYAK
Kocaayak efsanesinin en belirgin göründüğü bu fotoğraf oldukça ünlüdür. Fotoğraftakinin ise Kocaayak değil, kostüm giymiş bir insan olduğu belirtiliyor. Ama bunun aksini savunan kişiler de var.
TABLODAKİ UFO
1400'lü yılların ortasında Domenico Ghirlandaio tarafından yapılmış olan bu tabloda bir UFO'nun da tasvir edildiği söylenir. Gerçi sanat tarihçileri böyle bir şeyin olmadığını vurguluyor, ama UFO teorisyenleri Ghirlandaio'nun uzay gemisi görmüş olduğunu ve bunu da tablosuna eklediğini söylüyor.
Norveç semalarında görülen bu gizemli turkuvaz ışıklar, çevrede oturanların kafasını epey kurcalamıştı. Kimileri bu ışığın füze denemesinden kaynaklandığını düşünürken kimileri de UFO olduğuna inanmıştı.
15 yaşındaki bu çocuk gerçek anlamda kan ağlıyor. ABD'nin Tennessee eyaletinde yaşayan çocuk günde 3 kere kendi kontrolü dışında kan ağlıyor.
PENITENTES Bazı dağ tepelerinde görülebiliyor. Güneş ışınlarının buzullara yansıması sonucunda oluştukları belirtiliyor. Beyaz sivri başlıklar takmış, kortej halinde yürüyen rahibelerin uzaktan görüntüsünü andırdığından "penitenes" adı verilen bu garip doğal oluşumun neden sadece bazı yerlerde meydana geldiği bilinmiyor.
Mayıs 2009'da İngiltere'nin Liverpool kentinde turuncu renkli yuvarlak nesnelerin UFO olduğu iddia edilmişti.
İngiltere'nin Cambridgeshire bölgesinde bu turuncu ışıkları gören birçok kişi UFO olduğunu savunmuştu.
Kocaman piramit şeklindeki bu nesne Kremlin üzerinde görüldü.
İngiltere'nin Lincolnshire eyaletinde bir rüzgar türbini böyle zarar görmüştü. Çevre sakinleri olayın olduğu sabah parlak bir ışık gördüklerini söylemiş ve olayda UFO'ların parmağı olabileceğini ima etmişlerdi.
İşte bu da sağdaki resimde görülen komedyen figürünü taşıyan bir kurabiye; ilginç olan ise bu figürün isteyerek yapılmamış olması.
Michael Jackson hayranları, ölümünden sonra hayaletinin Neverland'deki evinde görüldüğüne inanıyor.
YANAN GÖKKUŞAĞI
Dünyanın her yerinde zaman zaman gökkuşağı oluşuyor. Ama ABD'nin Idaho Eyaleti'nde (Washington eyalet sınırında) oluşan gökkuşakları bir başka. Görenleri hem şaşırtan hem de büyüleyen cinsten. Çünkü bu gökkuşakları bildiğimiz gökkuşaklarından çok farklı. Dağılmış gibi görünen ve bir alevi andıran gökkuşağını inceleyen bilim adamları burada meydana gelen fenomeni şöyle açıklıyorlar: Güneş ufuktan 58 derece tepede olduğu sırada, yüksek seviyede cirus tipi bulutlar oluştuğunda ve de bu bulutlar heksagonal (altıgen) su kritallerinden oluştuğunda, güneş ışınları bu bulutlardan geçerken gökkuşağı renkleri oluşuyor.
Norveç'in Svalbard takımadalarında eriyen buzulların bu görüntüsü ağlayan bir insan yüzünü andırıyor.
Çin'de bir manastırın yakınlarında görülen ayak izlerinin yıllardır hep aynı noktada ibadet eden birine ait olduğu söyleniyor.
BUZ HALKALARI Sibirya gibi çok soğuk bölgelerde ortaya çıkıyor. Bazen debisi çok düşük akar sularda da meydana geliyor. Bilim adamları, tam olarak hangi şartlarda oluştuklarını araştırıyor.
MAVİ GÜNEŞ Güvenlik kamerası tarafından kaydedilen ve ilk kez belgelenmiş olan "Mavi Güneş" olayı, bugüne kadar sadece beş kez yaşanmıştır. Ancak bilim adamları raporlarında, olaya neden olan etkenlere yer vermediler.
İngiltere'nin Wiltshire kasabasında görülen bu ekin çemberi Harry Potter hayranlarını epey heyecanlandırmıştı. Bu çemberleri ilk görenler onun Harry Potter serisindeki baykuşa benzetmişti.