Herkes gözünü dört açmış günümüzün Akhilleus'unun, ABD'nin yara alan topuğuna bakıyor, yaranın derinliğini, ciddiyetini, ABD'nin zırhının bu yaralanmayı niye önleyemediğini tartışıyor. Oysa tek bir yara söz konusu değil, ABD birbirinin acısını artıran üç farklı yaradan mustarip: Irkçılık, liberalizm ve Trump.
Gemilerimle gittim, insanların on iki ilini yıktım / Bereketli Troya’nın çevresinde de yıktım on bir ili” diyen ve yenilmez addedilen büyük Akha savaşçısı Akhilleus/Aşil, neredeyse tanrısal gücüne rağmen baştan aşağı zırhlı çıktığı savaş meydanında yıkılır.
Sebep zırhında açıkta kalan tek hassas noktasına yani topuğuna aldığı küçücük bir ok yarasıdır. Homeros’un Akhilleus’un ölümünü yazdığı günlerden bugüne, Akhilleus’un hikayesi güçlü aktörlerin küçük krizlere ne kadar hazırlıksız yakalanabileceğini, bu krizlerden nasıl zarar göreceğini göstermek için anlatılıp duruyor.
Yine de hiç kimse iki ay öncesine kadar ABD’nin dünyayı krizlerle tehdit etme noktasından, krizlerle sarsılma noktasına bu kadar kısa sürede geleceğini düşünmüyordu.
Dolayısıyla herkes gözünü dört açmış günümüzün Akhilleus’unun, ABD’nin yara alan topuğuna bakıyor, yaranın derinliğini, ciddiyetini, ABD’nin zırhının bu yaralanmayı niye önleyemediğini tartışıyor.
KAĞITTAN BİR KAPLAN
Oysa tek bir yara söz konusu değil, ABD birbirinin acısını artıran üç farklı yaradan mustarip. Ve açıkçası bu yaraların 2020’de, ABD’nin en güçlü olduğu dönemde bu kadar görünür hale gelmesi, ABD ve ABD yönetici eliti için büyük bir sorun.
Nihayetinde hem ticaret savaşları içerisinde hem de Covid-19 salgını nedeniyle yaptıkları suçlamalarla karşılarına aldıkları Çin’de Mao’nun, ABD’yi yağmura ve rüzgâra dayanıksız kâğıttan bir kaplan olarak gördüğü hala hatırlanıyor.
ABD’de, Çin, Rusya vb rakipler ve rakiplerle girilecek mücadelenin sebep olacağı maliyet ortada yokken dahi “demografik savaş senaryolarından” bahsedenler vardı. Dolayısıyla ABD’nin bugün yine, yeniden görünür hale gelen “ırkçılık sorunu” yeni bir mesele değil ve sadece beyaz ırkın üstünlüğüne inanmakla da sınırlı değil.
ABD’deki ırkçılık sorununun ten rengi meselesi olduğunu düşünüyoruz çünkü son yıllarda özellikle siyah, Latin, Müslüman karşıtı hareketlerde kameralara gülümseyerek beyazların üstünlüğüne inananların işaretini yapanların sayısı arttı.
Ayrıca ABD’de kişisel silahlanma geleneğinin en radikal uçlarından biri beyaz milisler ve bu milis-vatandaşlar 6-10 yaşlarındaki çocuklarını da yanlarına alarak otomatik silah, bıçak, ok ve Allah ne verdiyse donanıp sokaklara çıkma gibi bir alışkanlığa sahipler.
Oysa ABD’de ırk meselesi, kendi medeniyetler çatışmasını sosyal-ekonomik boyutta değil, “ırkçılık” temelinde inşa etmek adına da kullanılıyor.
Örneğin, Samuel Huntington, 2000’lerde ve gayet ciddi dergilerde Amerikan Rüyasının Anglo-Protestan kültürüne dayandığını ve Amerika’da artan renkli nüfusun (siyahiler, Latinler vb), bu kültürü reddettiklerinden bir tehdit olarak görülebileceğini yazıyordu.
Burada örneğini gördüğümüz ötekileştirme iki yönlü bir ötekileştirmeydi, çok tehlikeliydi ve bugün George Floyd’un öldürülmesine karşı düzenlenen protestoların sistemi protesto etmekle sistem karşıtı olmak arasında gidip gelmesini de tetikliyordu.
AMERİKAN RÜYASI MI DEDİNİZ….
Öncelikle ötekileştirmenin ilk ayağı: Amerika’da yaşayıp Amerikan rüyasından dışlanmanın ciddi bir şey olduğunu söyleyelim.
1960-1970’lere kadar bu, bazı temel insan haklarından yararlanmamayı, farklı okullarda okumayı, farklı toplu taşıma araçlarını kullanmayı yani saf ayrımcılığı beraberinde getirmişti.
Özelikle siyahi hareket siyasallaşıp bu ayrımcılıkla mücadele etti. Temel hak ve özgürlükler elde edildi. Ancak Amerikan rüyası sadece hak ve özgürlüklerle sınırlı değildi, ulaşılabilir arzu nesnelerinin sembolik bütünlüğüydü (iki kat Lakancı bir bakış açısıyla bakınız; rüyanın kendisi ulaşılmazdı ama sembolleştiği nesneler ulaşılabilirdi).
Güzel bir ev, güzel bir mutfak (-ki bu tutku 2008’de Mortgage krizini tetikledi), güzel büyük bir araba, iyi para getiren bir iş, bu işi getirecek eğitim, güzel çocuklar, güzel bir mahalle. Kısaca Cosby Ailesi klişesi. Sorun şuydu ki, Amerika’nın renklileri bu güzel mahallelere, güzel evlere, iyi işlere ulaşmakta sorun yaşıyorlardı.
Pozitif kotalar, pozitif ayrımcılık kültürel çeşitliliği bir düzeyde sağlıyordu ama krizler gerçekte Amerikan rüyasının sadece bazı mahallelerle sınırlı olduğunu gösteriyordu. Katrina kasırgası vurduğunda ve yaklaşık 2000 kişi ölüp 200 bin kişi göçtüğünde ölüp gidenlerin çoğunlukla yoksul ve siyahi olduğu fark edildi.
ABD sonrasında günah çıkarttı ve daha sonrasında düzenlenen turistik Katrina turları eşliğinde acılar hafifledi. Covid-19 virüsü vurduğunda işsiz kalan, hastalığa yakalan ve ölenlerin büyük kısmının Afrika ve Latin kökenli Amerikalılar olduğu fark edildi.
Belki yeni bir günah çıkartma aşamasında Floyd öldürüldü ve başlayan protestolar ötekileştirmenin ikinci ayağını bize gösterdi. Protestolar sırasında CNN muhabirine bir gösterici “beyazların mahallesine gittiğimde kendimi güvende hissetmek istiyorum” diyordu.
Ne demek istiyordu: Tek bir Amerikan rüyası var ve bunun dışında kalanlar kendi mahallelerinde yaşayabiliyorlar ama her zaman bir güvenlik tehdidi olarak görülebiliyorlar (veya arzu nesnelerine ulaşmak için güvenlik tehdidi olabiliyorlar).
Güvenlik tehdidi olarak görülebileceklerini bildiklerinden başlarına bir tehdidin başına ne gelirse onun gelebileceğini, hatta öldürülebileceklerini biliyorlar (ki son 5-6 yılda kitlesel protestolara neden olan başka ölüm vakaları da oldu).
LİBERALİZM YARASI
Bu toplumsal ilişkilerde renklilerin “oy gücü”, “kitlesel protesto gücü” vb dışında pazarlık güçlerini kısıtlıyor. Bugün geldiğimiz noktada işte bu yüzden, protestoların sonucu ne olursa olsun, ABD’nin ırkçılık yarasının kolay kolay iyileşmeyeceği söylenebilir.
Çünkü oy gücü, kitlesel öfkenin gerçek nedenlerini hafifletmiyor. Şu kadarını söyleyelim; Sanders, Biden karşısında kaybettiğinde bu kaybın nedenini, Sanders’in Afrika kökenli Amerikalılara yeterince ulaşamaması olduğunu yazan yorumlar vardı.
Sonuçta Biden’a bakın, ne kadar siyahi oyu alırsa alsın, ne kadar Obama reformlarını canlandıracağını iddia ederse etsin, söylem ve vizyonu ile Amerikan rüyasının Trump’tan bile daha güçlü bir uzantısı.
Protesto gücüne gelince; Floyd protestoları 1960’larda olduğu gibi Vietnam benzeri bir dış politika kriziyle koşut gitmiyor, sorumlu polislerin yargılanması talebi dışında temel haklarla ilgili bir talebi yok protestocuların. Eşit olmak istiyorlar ama bu eşitliğin nasıl sağlanacağıyla ilgili siyasi bir gündemleri yok.
Bu nedenle de gösteriler manipülasyon ve provokasyona açık; yön de değiştirebilir, ABD yönetici elitinin günah çıkartmasıyla da bitebilir. Her halükârda protestonun sonuçlarından bağımsız ABD’deki ırkçılık yarası bir sonraki krize kadar ince ince kanamaya devam edecek.
ABD’nin Liberalizm ile bir sorunu var ve bu da kanayan ikinci yarası. Bu durumu hiçbir şeyden anlayamıyorsak, Realizmin güçlü isimlerinden biri olan John Mearsheimer‘ın 300 küsur sayfa Liberalizmin yarattığı yanılgılar ve dolayısıyla Liberalizm hakkında kitap (The Great Delusion) yazmasından anlıyoruz.
Mearsheimer, ABD’nin dış politikada verdiği mücadelenin başarısızlığının faturasını liberal emperyalizm gibi görebileceğimiz Liberal dış politika anlayışına kesiyor ve Trump’a daha realist bir dış politika çizgisi izlemesini öneriyor.
Mearsheimer, ABD’yi liberal küresel düzenin koruyucusu ve müdahale edicisi yapan liberal halüsinasyondan Soğuk Savaş sonrası başa geçen Demokrat, Cumhuriyetçi tüm başkanları sorumlu tutuyordu ama biliyoruz ki küresel sorumluluklardan çekilme konusunda Cumhuriyetçi gelenek çok daha rahat karar alabiliyor.
Nitekim Trump, ABD’yi daha da güçlü, rakipleri tarafından meydan okunmayacak kadar güçlü yapmak ve bunu rakiplerin de faydalanacağı küresel liberalizmi güçlendirmeden yapmak için iki yönlü bir strateji izledi.
KORUMACI AMERİKA
İlk yön, ABD’nin küresel sorumluluklarından çekilip, korumacı duvarlar örmesiydi.
Ancak sorun şu ki, karşılıklı bağımlılık ilişkilerinden çekilmek, oyunu bırakıyorum demek kadar basit değil. Çünkü attığınız her korumacı adım, bugüne kadar Amerika’nın sırtından geçinmekle suçladığınız rakip ve müttefiklerinize zarar verdiği kadar Amerikan ekonomisine de zarar verme potansiyeline sahip.
Dolayısıyla ABD, bu olası zararları telafi edecek cezayı rakip ve müttefiklerine kesebileceği son derece saldırgan bir korumacılığı benimsedi ki, bu saldırganlık ABD’nin askeri, finansal ve üretici ve tüketici olarak Dünya ekonomisindeki gücü kullanılarak art arda çıkartılan krizlerde kendini gösterdi.
Bu krizler kimi zaman vekiller aracılığıyla (Katar krizi, PYD terör koridorunun desteklenmesi, Küre ittifakı, petrol fiyatları krizi) çıkarıldı, kimi zaman da bizzat ABD’nin askeri ve parasal gücü yaptırım silahına dönüştürülerek (İran krizi, Venezuella krizi, Rusya ve Çin ile yaşanan gerilimler, Almanya ve Türkiye’ye yönelik ekonomik sıkıştırmalar vb) çıkarıldı.
Trump yönetiminin krizlerden maksimum faydayı elde ederek, küresel sorumluluklarından çekilmenin maliyetini diğerlerine yükleyebilmesi krizleri kontrol altında tutmasına yani krizler ABD ekonomisi için zarar üretmeye başlamadan küresel piyasalara ve siyasete müdahale edebilmesine bağlıydı.
Covid-19, ABD’yi vurup, ABD’nin gücünü değilse de küresel güç gösterme kapasitesini etkileyince Washington kendi çıkardığı krizlerin yarattığı sarmalı kontrol etmekte zorlandı.
Hem ABD petrol piyasaları hem de Çin ile rekabetin keskinleştiği sektörlerde koronavirüs salgınının etkisiyle yaşanan kriz ABD’de 1929’dan beri en yüksek işsizlik oranlarına ulaşılmasına, durgunluk ya da durgunluk korkusuna neden oldu.
Bu sefer kendini Amerikan Rüyasının parçası olarak görenler öfkendi. Floyd protestoları başlamadan, hatırlanacaktır, Trump tarafından “iyi çocuklar” diye tanımlanan beyaz Amerikalılar ellerinde silahlarla ekonominin açılması için sokaklara çıkmıştı.
Bu iyi çocuklar, daha güzel evler ve daha büyük arabalar için Trump’a oy vermişlerdi ve şimdi iş-barbekü-alışveriş arasına sıkışan hayat tarzlarından ve rüyalarından ödün vermek istemiyorlardı.
RADİKALLER ABD SOKAKLARINDA
Trump’ın eli, ülke içerisinde seçim anketlerine yansıyacak şekilde sıkışmışken, sıradan Amerikalı radikalleşirken ve G7 ülkelerinin liderleri Trump Amerikasını desteklemek konusunda ayak sürürken ABD’nin saldırgan korumacılığının bir başka sonucu daha baş gösterdi.
ABD’nin içine döndüğü dönemde, daha önce kriz stratejisinde vekil olarak kullandığı kimi unsurlar ABD sokaklarındaki hareketliliğin bir parçası olarak biz de oyundayız dediler. Türkiye PKK/PYD ve FETÖ’nün ABD’de radikalleşebileceğini uzun süredir dillendiriyordu.
Nitekim Trump yönetimi Suriye’de PKK-PYD ile işbirliği yapan Antifa’yı ABD’de Floyd gösterilerini radikalleştirdiği iddiası ile terör örgütleri listesine aldı.
Trump’a destek veren çevreler gösterilere destek veren bir kesimin derdinin Floyd değil, Trump’ın devrilmesi olduğunu, yani kendi siyasi gündemleri için ülkeyi terörize ettiklerini söylediler. Sürpriz, sürpriz.
Gerçi Pentagon’un PYD/PKK politikasında bir değişim olmadığından Suriye’de bulunup PYD’ye destek veren ve PYD’den eğitim alan Antifa üyelerinin dost, ABD’de gösterileri radikalleştiren Antifa üyelerinin terörist olduğu bir dönemden bahsediyoruz.
ABD’de yapılan yorumlardan anlıyoruz ki insanların kafası bu tablo karşısında karışmış. Sonuçta ABD; para, lobi, radikal vekiller, sahada radikaller üzerinden var olma stratejisinin kendi sokaklarının saha olduğu bir döneme taşınacağını hiç hesaplayamamış.
Bu kafa karışıklığında “mahallenin delisi” suçlanıyor ve parmaklar Trump’a dönüyor. Sonuçta korumacılığın en saldırgan biçimini uygulamasına rağmen ABD’yi krizlerden korumayı başaramayan biri var sahnede ve bu büyük başarısızlığın faturası ona kesiliyor.
TRUMP YARASI
Trump yönetimi iş başına geldiğinden itibaren ABD siyasetinde Trump ve yönetim anlayışı ile müesses nizam denilen yerleşik düzenin yönetim anlayışı arasında bitmeyen bir kavga var.
Bu kavgada Pentagon ortada duruyor çünkü ABD’nin Trump döneminde sıklıkla kullandığı saldırı araçlarını kendi etkinliğini artırmak için bir fırsat olarak görmekle müesses nizamın 1990’lardan itibaren yürüttüğü dış politikanın asal elemanı olmak arasında gidip geliyor.
ABD’de kimi zaman örtülü, kimi zaman açık süregiden ve giderek şiddetlenen bu iç mücadele üç önemli sonuç yarattı. 1)- iç politika-dış politika arasındaki sınırı muğlaklaştırdı, 2)-ABD’de toplumsal kutuplaşmayı artırdı ve 3)- devlet aklının çoklu krizlere müdahalesini güçleştirdi.
ABD’de toplumsal kutuplaşmanın milli semboller düzeyinde bile bir ayrışmayı tetikleyecek noktaya geldiği biliniyor.
Ancak kutuplaşma ve kutuplaşan ortamda siyaset yapma zorunluluğu bir tek ABD’de gördüğümüz bir hadise değil, hatta belki post-modern ve /veya hakikat sonrası dönemde siyasetin sıklıkla baş etmeye ve/veya kullanmaya çalıştığı bir olgu.
Ancak kutuplaşmanın devlet aktörünü çoklu krizlere cevap veremez hale getirmesi her devletin başına gelmiyor.
ABD’nin Kovid-19 salgını süresince politikası, Trump’ın ekonomiyi açma konusunda mutlak yetkiye sahip olduğunu iddia etmesinden insan bedenine dezenfektan enjekte etmeyi önermesine doğru gittiğinden ve bu arada 100 binden fazla insan öldüğünden Washington’da bir şeylerin ters gittiğini herkes görebiliyor.
ABD’DE SİVİL-ASKER İLİŞKİLERİ
Beyaz Saray, koronavirüsün yarattığı şok ve felç halini üzerinden atamamıştı ki Floyd gösterileri başladı.
Gösterilerin ve polisin şiddet dozunun artması Beyaz Saray’ın zaten bir iç politika savaşının parçası olduğu bir ortamda Trump’ın karar alma yetisi ve yetkisini sorgulayan bir ortamın ortaya çıkmasına neden oldu.
Televizyona bağlanan polis yetkilileri, Trump’a sesini kesmesi uyarısında bulunuyorlar. Siyaset kulislerinde Trump’ın orduyu göreve çağırabilirim açıklamalarından Pentagon’un üst düzey subaylarının rahatsız olduğu konuşuluyor.
Trump’ın meşhur kilise konuşması/fotoğrafının bir parçası olmaktan Savunma Bakanı’nın memnun olmadığı bir mektupla kamuoyuna duyuruluyor. ABD Genel Kurmay Başkanı Washington DC’de Ulusal Muhafızları denetlerken, aynı Genel Kurmay Başkanı kuvvet komutanlıklarına gönderdiği bir yazı ile ordunun Anayasayı ve Anayasal hakları koruma yeminini hatırlatılıyor.
Eski Genel Kurmay Başkanı Mike Mullen açıkça Trump’ın politikalarına karşı köşe yazıları kaleme alıyor. Eğer tüm bunlar Potomac nehrinin kenarında değil, çöllerde ya da kıtanın güneyinde Latin Amerika’da yükselen beyaz bir sarayın etrafında geçseydi yorumcular “ordu müdahalesi”, “post-modern darbe”, “asker mutsuz” türevi başlıklar atan haberler aktarırlardı.
Potomac nehrinin kıyılarında ise daha özenli davranarak şu kelimeleri seçelim: ABD’de sivil-asker ilişkilerinde normalin ötesinde bir tablo var.
ABD’de seçimin sonuçlarının hala belirsiz olduğunu, Trump’ın destekçilerinin özellikle Cumhuriyetçiler arasında konsolide olduğu yorumlarının yapıldığını, yani Trump’ın her şeye rağmen seçimi kazanma şansı olduğunu da bu tabloya ekleyelim.
Ama diyeceksiniz ki tüm bu yaralara rağmen Akhilleus ayakta. Gerçek hayatta devler masallarda ya da destanlarda olduğu kadar kolay yıkılmaz. Hatta gerçek hayatta tüm bu yaralar kanarken yani ABD’de yaşam koronavirüs ve Floyd gösterileri nedeniyle dururken Amerikalılar televizyonda SpaceX’in uzaya fırlatılışı izlerler.
Ancak, Akhilleus’un yaraları çok açık, belli, kolay kapanacak türden değil, hatta zaman zaman ayağının üzerine basamadığından gücünü oraya buraya sapladığı kılıcından alıyor, ağzındaki Amerikan rüyasının tadı ekşimiş.
Kısaca, ayakta kalan Akhilleus’un hali, ABD yönetici eliti gözünü açıp bakarsa eğer, üzerlerine sinmiş kendini beğenmişliği, “birinci Dünya üstünlüğü” duygusunu/fikrini parçalayıp atacak düzeyde.