Stefan Pohlit: Daima hayatın sırlarının peşindeydim…

Türk kültürüne olan ilgisiyle bilinen Stefan Pohlit müzisyenliğinin verdiği ilhamı Münzevi Adası kitabıyla bu kez edebiyata taşıdı. Biz de Alman batı müziği bestecisi, kültürlerarası müzik uzmanı ile Türk kültürü ile tasavvufa olan ilgisini konuştuk.

Stefan Pohlit: Daima hayatın sırlarının peşindeydim…

ALİ DEMİRTAŞ / ali.demirtas@aksam.com.tr

Stefan Pohlit, İrfan müstear ismiyle müzikte kullanılan teknikleri kurguya yansıttığı, sürrealist bir dille adaların 1960-1980 yılları arasındaki sosyal tarihini edebiyata aktardığı ve Türkçe kaleme aldığı romanı Münzevi Adası'nı geçtiğimiz haftalarda yayınladı. Şafakların Cihangiri adlı kanun konçertosu ve Peşrev adlı orkestra eseriyle müzik dünyasının dikkatini çeken ve Türk kültürüne olan ilgisiyle bilinen Stefan Pohlit ile Akşam Cumartesi için keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik: "Türk okurlarıma selam olsun. Sizinle tek seviyede 'insan' olmaya çalıştım, umarım kendimi anlatabildim. Kitabımı büyük bir gururla ilk olarak size sunuyorum. Ancak anlattığım Adalar kül olmaya başlamış; faytonlar kaldırıldı, tanıdığım birçok "eski adalı" vefat etti, yıllar önce kurduğum 'lockdown' ile denizin ölümü bile gerçekleşti. Zamanla muhteşem doğanıza sahip çıkın, burası kutsal bir yer!"

Türkiye'ye ve Türk kültürüne olan ilginiz nasıl başladı?

İslam tasavvufunu keşfedince aslında Arap dünyasına odaklanmıştım; örneğin Tunus'ta üniversiteye bağlı bir dil okuluna gittim, Kahire Goethe enstütüsünde staj yaptım. Aynı zamanda, Türkiye'de birçok bağlantı edindim. Rahmetli besteci Nevit Kodallı ve oğlu Murat Kodallı'nın misafiri olarak Almanya'da aldığım bir devlet bursu ile birkaç ay Mersin'de geçirdiğim zaman Türkçeyi öğrenmeye başladım. Çoğu zaman İstanbul ve Güneydoğu'da geziyordum, harika ilişkiler kurdum.

Tasavvuf ve sufizmle ilk nasıl tanıştınız?

Daima hayatın sırlarının peşindeydim. Gerçi çalıştığım profesyonel cemiyet bu konulara pek ilgi göstermiyordu. Sonra bir okul arkadaşım Müslüman oldu, babası da tanınmış bir dil profesörü ve oryantalist idi. Ailemde herkes kilise müziği yaptığı için çok sağlam bir din eğitimi görmüştüm ve yine bir eksiklik hissettim. İslam mistisizmi, örneğin Hallac-ı Mansur ile Mevlana Rumi, hemen ilgimi çekti. Şükür ki İslam'ı her zaman çok bilgili şahıslardan öğrendim.

Felsefik olarak kendi gözünüzden tasavvuf fikrini nasıl yorumluyorsunuz?

Sufizm bana kocaman bir ufuk açtı. Tanıdığım sufilere hayranım, bazıları en yakın, en rahat konuşabildiğim dostlarım. Tasavvufun temeli aşktır. Maalesef bu terim de bazı yerlerde gayet "dünyevi" amaçlarla istismar ediliyor. Böyle etkilerin altına düşenler gruplaşarak kendi öz kimliklerini kaybediyor, bu büyük bir risk. Ancak arayıp ahlakını eğiten kişi, kendine uygun bir rehberi de bulur, "inanç"tan ziyade "deneyim"e doğru ilerler. Aynı zamanda, benim için en azından, eski tarikatların zamanı bitti, onlardan en aydın olanlar yeni ufuklara açılarak daha eşit düzeyde ilişkiler kurmaya başladılar, herkes kendi adına "hiç" olup yüreğindeki illahi kıvılcımı keşfederek... Hepimiz birlikte güneşin etrafında dönüyoruz. Bu dünyayı kurtarmak için eski tarzlar çalışmıyor, ama eski tarzlara saygı ve minnetarlık duyarak yeni bir tarz bulabiliriz.

Müzisyen olmanız edebiyatçı kimliğinize nasıl yansıdı?

Yapısalcılığa düşkün olan bir besteci olarak bu malzemelerden edebi bir form yarattım. Ana karakterleri, bir senfoninin "konuları" gibi geliştirdim. Daha önce de yazarlığa dönmüş olan birkaç besteci var, örneğin, "A Clockwork Orange" adlı romanın müellifi Anthony Burgess, Zülfü Livaneli veya Avusturyalı meslektaşım Roland Freisitzer. Halimden pek memnun değildim. Klasik çağdaş müzik, kendi adına "gizli" bir toplum. O kadar fazla ilerledi, dinleyicilerini kaybetti, okullar da pek ilgi göstermiyor. Daha geniş bir topluma ulaşmak için kitap yazmaya karar verdim. Uzun bir süre Türk bestecilerin arasında, sonra da İstanbul musiki cemiyetinde bulundum. Örneğin Julien Weiss'in makam müziğinde açtığı entonasyon kavgası kendi adına. Romanın genel tonu mizahi olsa da tecrübelerim asla "turistik" değildi. Açık söyleyim, bazı yanlışlıklar da vardı, en sonunda hayatım yerle bir oldu. Şükür, iyileştim...

Daha önce Ortadoğulu ezgilerle klasik çağdaş müzik bestelediğinizi biliyoruz. Bu coğrafyanın müziği sizi nasıl etkiledi?

Makam anlayışım Arabistan, sonra Osmanlı saray müziğiyle başladı. Anadolu halk müziklerinin konusuna daha derin bir şekilde ancak etnomüzikoloji derslerinde girebildim. Bildiğimiz gibi makam, Batı müziğiyle bazı temel kuralları paylaşmakla birlikte daha fazla perde ve gamlara sahip. Kendi eserlerimde Batılı ses sistemin ötesine kalkmıştım, fakat bu "ilave perdeleri" elde ederken, makamdan etkilendim. Örneğin, Batı müziğinde yaygın olan simetrinin yerine Osmanlı Peşrev'in dairesel girişini benimsedim. "Peşrev" adlı orkestra eserimde (2006) bu kaynaşmayı çok sesli ve üç boyuttan fazla boyutta hareket eden bir mekanizmaya taşıdım. Şu anda daha eski teorilere, antika dönemin Pisagorcu geleneğe odaklanıyorum, örneğin "Klazomenai" adlı, Urla'da başladığım bir eserde.

Müzikte kullanılan teknikleri edebi bir kurgunun içerisine nasıl adapte edebildiniz?

Bunun için biraz teoriye girmem gerekecek: Mitolojinin anlatım şekli yıllarca araştırdığım bir konu. Romandaki "Cemil" adlı karakter, eski Pisagor'un hayranı. Makam müziğin temel ses sistemi on iki adımdan oluşan beşli çemberi. Dört ana karakteri, astroloji ve gizlemci bilimde tanınan "sfenks burçlarına" benzettim: "aslan", "boğa", "akrep/kartal", "insan" (kova burçu), bunlar aslında on iki burçtan kaynaklı, insalığın dört "kök ırkı" gibi. (Ege bölgesindeki arkeolojik sitelerde bu tarz semboller göze çarpıyor.) Kutsal kitaplar tekrar tekrar "on iki" rakamından bahsederken müzik, bu matematiğin psikolojik ifadesiydi: fizik ve ruhsallık müzikte bir oldu! Ancak on iki ayın tam astronomik yıla denk gelmemesi gibi, bu gamı tam bir çembere sokmak için perdelerin arasındaki aralıkları ufak bir miktardan kısaltmak gerekti. "Tamperaman" olarak tanınan bu yöntem genelde "şeytanın" simgesi olarak kullanılırdı – sanki Tanrı'nın yarattığı dünya "hatalı" olduğu gibi. Perdeler tam doğaya göre sistem bozar çünkü on ikinci perdeden sonraki ses birinci sesten tiz olacak. Aynı şekilde İncil'deki on ikinci havari Yehuda, Hazreti İsa'yı "öperek" ihanet ediyor. Yehuda'ya ödenen 30 gümüş para ise: 30, çemberin 360 derecesinde tam 1/12 eşittir: "tampere yarım ses". Romanın yapısı bu çelişkiyi doğa ve modernleşmenin arasındaki çatışmayla kıyaslıyor. Her bölüm "kıyamet yılı" denilen 2012'nin bir ayına denk gelirken, hikâye "13. bir ayda", alternatif bir "misal âleminde" bitiyor. Ancak hangi hikâye "doğru", hangisi "yalan"? "Münzevi Adası"nın sürrealist temeli ancak son bölümde açığa vuruyor.

Kitabınızın merkezinde olan Büyükada, hayatınızın neresinde duruyor?

Geceleyin rüyalarımda hala Adaları görüyorum. Bir entrikadan dolayı işimi kaybettim, sonra bir çare arayarak eşimle Büyükada'dan ayrıldım. Benim için çok zor, çünkü orada tam kendime göre bir yer bulmuştum. Oradaki rengârenk insanlarla iç içe kaynaştım. Aynı zamanda büyülü bir dönem geçirdim. Geldiğimde hala doktora yapıyordum, para yoktu ve bir takım endişelere uğraşıyorum. Ucuz ve yine muhteşem bir evde yaşıyordum, hatta bu evi romanımda anlattım. Ada ormanlarıyla çok manevi bir bağ kurdum (romandaki karakterler bunu da yansıtıyor), bu şekilde sıra dışı yollara da düştüm, insanların hikâyelerini dinlemeye, bir de not almaya başladım. Bu topraklarda bir iz bırakmak belki romanın asıl amacıdır.

  • stefan pohlit
  • türk kültürü
  • müzik uzmanı
  • tasavvuf
  • sufizm
Tüm Cumartesi haberleri için tıklayın