Burçin Terzioğlu: ''Oyunculuk yolculuğumda, insanın kendiyle karşılaşma cesaretine açılan pencereyi aralıyorum''

İnsan ruhunun görünmeyen kıvrımlarına ışık tutan bir oyuncu eşliğinde 2025'in tüm öğrettiklerini, farkındalıklarını ve rafine yansımasını kutluyoruz. “Şu an oyunculuk yolculuğumda, insanın kendiyle karşılaşma cesaretine açılan bir pencereyi aralıyorum” diyen Burçin Terzioğlu'nun, o aralıktan sızan ışığına kutlama ruhu eşlik ediyor.

HABER MERKEZİ

Fonda Norah Jones'tan "Sunrise" çalarken, "gün doğumu" etkisi yaratan, en az şarkının verdiği kadar huzur veren insanlarla bir araya gelmenin ne kadar büyük lüks olduğunu hatırlıyor insan bir kere daha. Piyanonun sade dokunuşu, dingin bir sabah, biraz da yavaşlama hissi tadı... Onunla konuşurken zaman gevşiyor, şehir bir anlığına susuyor ve insan, oyunculuğunun ardındaki o sahici ruhla karşı karşıya kalıyor. Evet, kutlamalar her zaman "büyük ve sesli" olmuyor, rafine anlar da kutlamalara dahil! Burçin Terzioğlu ile "best of" sayımız için bir araya geldiğimizde yaşadığımız his tam olarak bu. Kendini, "İşinde disipline, emek ve adalete takıntılı, hayatta nezaketi çok ciddiye alan, kendiyle bazen en sert ama başkalarıyla mümkün olduğunca anlayışlı olmaya çalışan, seçilmiş kalabalığı seven ama asıl gücünü yalnızlığında toplayan, hata yapmaktan artık korkmayan ve inandığı şeyleri denemekten vazgeçmek istemeyen biriyim" diye ifade etmesinden, oyunculuğa adım attığı ilk sahneyi okurken gözlerde buğu yaratan kelimelerine dek özel bir kadınla bir aradayız.

Anlatmak çoğu zaman bir çaba, anlaşılmaksa bir lüks... Sen de yıllar içinde yaptığın meslek dolayısıyla yanlış okunmanın gölgesine düştün mü hiç? Ya da şöyle soralım; insanlar sence seni gerçekten ne derece tanıyor? Burçin Terzioğlu'nun çerçevesini, yalın şekilde bize çizer misin?

Anlatmak çoğu zaman bir çaba, anlaşılmaksa gerçekten bir lüks... Özellikle de benimki gibi, sürekli görünür olmanın, insanlara bir duygu taşımanın meslek olduğu bir yerde. Yıllar içinde elbette yanlış okunmanın gölgesine düştüm. Oynadığım karakterlerle karıştırıldığım, iki fotoğraf ve bir başlıktan ibaret sanıldığım, tek bir cümlenin içinden koskoca bir "yorum" çıkarıldığı çok oldu. Ama galiba mesleğimin bedeli de biraz bu. İnsanlar senin üzerinde kendi hikâyelerini, kendi yaralarını, kendi beklentilerini görüyorlar. Herkesin gözünde başka bir 'Burçin' var ve ben bunu artık doğal buluyorum. Bence insanlar beni tam olarak tanımıyor; bu da beni rahatsız etmiyor. Çünkü herkesin tanıdığı kişiyle, gerçekten olduğun kişi arasında küçük ama kıymetli bir mesafe olmasına inanıyorum. O mesafe, insanın kendine sakladığı iç odası gibi. Orası hem kırılganlığımın hem gücümün alanı. Kendi çerçevemi yalın bir şekilde çizecek olursam; işinde disipline, emek ve adalete takıntılı, hayatta nezaketi çok ciddiye alan, kendiyle bazen en sert ama başkalarıyla mümkün olduğunca anlayışlı olmaya çalışan, seçilmiş kalabalığı seven ama asıl gücünü yalnızlığında toplayan, hata yapmaktan artık korkmayan ve inandığı şeyleri denemekten vazgeçmek istemeyen biriyim. Kendimi, hikâyeleri anlatan ama kendini kitabın sonuna saklayan bir anlatıcı gibi görüyorum.

Hayatta oyuncuların hikaye anlatıcı rolü taşıdıkları bir gerçek. Bu çerçevede, oyunculuk mesleğini icra ediyor olmanın sana olan yansımaları arasında en çok neleri değerli buluyorsun? Bu mesleği yapmasaydın sence neyi fark edememiş, öğrenememiş olurdun mesela?

Evet, oyuncular hikâye anlatıcıları... Ama ben oyunculuğu sadece hikâye aktarmak değil, insan ruhunun görünmeyen kıvrımlarına ışık tutan bir arşivcilik gibi görüyorum. Her karakterde insanlığın başka bir sayfası açılıyor; bazen eski bir defterin sararmış satırları, bazen de daha yazılmamış bir bölüm... Bu mesleğin bana en değerli yansıması, insan deneyimini bir laboratuvar gibi inceleme imkânı sunması. Duyguların kimyasını, sessizliklerin mimarisini, acının gölgesini, sevinçlerin ritmini okumayı öğreniyor insan. Bir karaktere yaklaşırken aslında kendimin bilinmeyen bir kıyısına yaklaşıyorum. Bu yüzden oyunculuk benim için hem bir iç yolculuk hem de dış dünyanın haritasını yeniden çizen bir keşif. Eğer oyunculuk yapmasaydım, muhtemelen insan ruhunun bu kadar çok katmanı olduğuna tanıklık edemezdim. Bir bakışın altındaki kırılmayı, bir nefesin taşıdığı geçmişi, bir suskunluğun gerisindeki fırtınayı fark etmeyi... Belki de hayatın bütün inceliklerinin, ancak dikkatle bakıldığında görünür olduğunu hiç öğrenemezdim. Oyunculuk bana, insanı anlamanın sadece bilgi değil, bir merak etiği olduğunu öğretti. İnsana yaklaştıkça kendimden uzaklaşmıyor, tam aksine kendimi daha çok tanıyorum. Belki de bu yüzden hikâye anlatıcılığı bir meslek değil; dünyaya daha geniş bir pencereden bakma biçimi benim için.

Urla'da "Ben Leman" dizisi ile bu sezon yeni bir maceraya başladın. Nasıl bir dönemin içinden geçiyorsun?

Urla'da yeni bir maceraya başlamak, benim için yalnızca yeni bir işe başlamak değil; kendimi yeniden konumladığım bir düşünme alanı aslında. Çünkü Urla'nın ritmi, doğası ve sessizliği insana ister istemez kendini başka bir derinlikten sorgulatıyor. Bu dönem, daha çok dinlediğim, daha çok gözlemlediğim, daha az konuşup daha çok hissettiğim bir evreden geçiyorum. Oyunculuk benim için hâlâ bir merak biçimi; insanın iç dünyasını anlamaya çalıştığım, bitmeyecek bir okuma süreci gibi. Bu projeyle birlikte o merak duygusunun yeniden tazelendiğini hissediyorum. Her rol beni büyütüyor, ama hiçbirinin sahibi olduğumu düşünmüyorum. Ben sadece hikâyeden geçiyorum; hikâye de benden... Urla'da çalışmak, toprağın, rüzgârın, gökkuşağının bile farkındalığa dönüştüğü bir alan açtı. Leman'ın iç dünyasına yaklaşırken, kendi iç dünyamda kapanmış odaların kapıları da aralanıyor sanki. Bu yüzden bu sezon benim için bir çeşit sadeleşme ve derinleşme dönemi. Oyunculuğa olan aşkımın nereye evrildiğini, nasıl büyüdüğünü izliyorum. Rağmenlere rağmen inanmak. Ve galiba en çok da bu yolculuğun kendisi beni besliyor.

Her karakter bir pencere, her rol bir yolculuk... Sen şu an oyunculuk yolculuğunda hangi pencereyi aralamaktasİn?

Ben şu an oyunculuk yolculuğumda, insanın kendiyle karşılaşma cesaretine açılan bir pencereyi aralıyorum. Leman'la birlikte sadece bakmayı değil, görmeyi; sadece anlamayı değil, hissetmeyi merkeze alan daha derin bir alandan geçiriyorum kendimi. Oyunculukta, galiba deneyimle sezginin birbirine yaklaştığı bir eşikteyim. Gençliğimde neyi nasıl oynadığımı anlamaya çalışıyordum; şimdi ise neden oynadığımı, neye temas ettiğimi daha çok merak ediyorum. Tecrübelerim beni daha sade bir yere taşıyor. Daha az gösterişli ama daha hakiki bir yere. Yıllar içinde öğrendiğim en kıymetli şey şu oldu: Bir rolü büyüten şey oyuncunun performansı değil, içtenliği. Bu farkındalık beni, anlamanın özenle, hissetmenin sabırla, anlatmanın incelikle mümkün olduğu daha derin bir oyunculuğa taşıyordur umarım. Şu anda açtığım pencere, dışarıya değil; daha çok içeriye bakan bir pencere. İnancın, isteğin ve sabrın kıymetini hatırlatan... Rolü sahiplenmekten çok, onun beni dönüştürmesine izin verdiğim bir evre. Belki de bu yüzden oyunculuk yolculuğu hâlâ taze, hâlâ heyecan verici ve hâlâ büyük bir aşk benim için.

Senaryoyu ve ekibi ilk gördüğünde, başlangİçta diziye dair seni en çok heyecanlandİran ne oldu?

Hikâyenin kurduğu evrenle onu hayata geçirecek yaratıcı aklın aynı frekansta buluşmasıydı. Senaryo karakterin iç dünyasını yalnızca olaylarla değil; tonuyla, ritmiyle ve hatta boşlukların bile taşıdığı anlamla anlatıyordu. Bu derinlik, oyuncu olarak içime hemen dokundu. Bu işin bir kadın işi olması da benim için ayrı bir değer taşıdı. Çünkü kadınların bir araya geldiğinde kurduğu yaratıcı alanın bambaşka bir enerjisi var. Dinleme biçimleri, detaylara duyarlılıkları, sezgileri, hikâyeye nezaket ve derinlik katma halleri... Güvendiğim, paslaştığım, samimiyetle anlaştığım meslektaşlarım ve çok sevdiğim bir ekibim var. Yapımdan yönetime, hazırlıktan, yaratıcısına kadar herkesle rahat iletişim kurup, ortak derdimizin ne olduğunu unutmadığımız güzel insanlarla çalışıyorum. Sette yıkmak yerine dönüştüren, dayatmak yerine danışan, kabalık yerine inceliği tercih eden güçlü bir ekip olabileceğimizi ilk günden hissetmiştim, yanılmadım.

Oynarken tamamen Leman mısın yoksa Burçin'in karakterinden de esintiler kattığın bir rol mü?

Bir karakteri oynarken elbette dünyasına tamamen girmeye çalışıyorum ama aynı zamanda hiç kimse oynadığı karakterden tamamen bağımsız değil. Oyuncu, ister istemez kendi birikimini, kırılganlığını, sezgisini role taşır. O yüzden Leman'ı oynarken tamamen "Ben" değilim ama Burçin'den izler de mutlaka var. Bazen bir bakışta, bazen bir nefes alıp verişte, bazen de sahnenin ritmine teslim oluşta... Benim için oyunculuk, karaktere kendini kapatmakla kendinden bir şey katmak arasındaki o ince çizgide kuruluyor. Leman'ı yaratırken onun dünyasına sadık kalırken, bir yandan da kendi hayatımın duygu haritasından geçen bir tını mutlaka ekleniyor. Belki de karakterin gerçekliği tam olarak bu birleşmeden doğuyor.

Hangi tür bir rolü direkt reddedersin?

İnsanı aşağılayan, kadını araçsallaştıran, şiddeti yücelten, yanlışı normalleştiren ya da bir topluluğu karikatürleştiren hikâyelerin parçası olmayı seçmem. Bunun oyunculukla değil, etikle ilgili bir çizgi olduğuna inanıyorum. Bir rolün sınırı benim için cesaret değil; insanlık onurudur. Bir karakter karanlık olabilir, acımasız olabilir, hatta rahatsız edici olabilir ama hikâye bunu bir yüzeysellik ya da tüketim unsuru olarak değil, bir anlama çabası olarak kuruyorsa o zaman yerinin başka olduğunu düşünürüm.

Peki hala deneyimlemeyi çok istediğin tarz bir rol var mİ?

İnsanın iç dünyasını radikal biçimde sorgulatan, psikolojik derinliği yüksek, ters köşeleri olan bir karakteri oynamayı isterim hep. Kendi hakikatinin etrafında dolaşan, seyirciyi de o labirente davet eden karakterler beni her zaman cezbetmiştir. Belki bir anti-kahraman, belki yaşamla değerleri arasında sıkışmış biri belki de. Dış aksiyonla değil, iç çatışmayla büyüyen roller.

Oyunculuğa adım attığın ilk sahneye ışınlansan... Bugün o Burçin'e baktığında nasıl hisler kaplıyor içini? Mesela onun yanında dursan kulağına ne fısıldardın?

Önce annemin diktiği o elbiseyi düzeltirdim küçük kızın üzerinde... Kafasındaki kurdele tokayı da. Sonra kokusunu bir içime çeker, sanki o anın bile bir hatırası olacakmış gibi saklardım. Ve sarılırdım. Öyle sıkı ki, sanki geleceğin bütün kırılmalarına destek olsun. "Sana bir iyi, bir de kötü haberim var" derdim. O da büyük olasılıkla "Kötüden başla, iyiyle bitir ki tadı hoş kalsın bende bu karşılaşmamızın" diye atılırdı... Kelimelerle oynamayı seven Burçin'in küçük hali. "Bak," derdim, "ruhundaki ilk çizikler sette atılacak." Doğum günlerini hiç sevmeyeceksin mesela. Çünkü kendi doğum günü partine yetişemeyeceksin, kamera senden önce pastayı üfleyecek adeta. Zamanla doğduğun gün bile senden uzak bir tarih gibi hissedilecek. Kalabalıklar hep çok sesli, çok karışık gelecek. Bir sandalyenin üzerinde saatlerce sahneni beklerken onları sessizce izlemenin yan etkisi: yalnızlık. Gece uykun varken uyandırılmak ileride sende hafif bir "agresyon sanatı"na dönüşecek. Çünkü büyüyünce de sabahlara kadar çalıştığın işlerde yine uyandırılacaksın. Rüyaların yarım kalacak -ki bu da ironik; çünkü hayatında en tamam hissettiğin yer yine sette olacak. Parlak ışığı hiç sevmeyeceksin; gözlerini acıttığı için değil sadece, gerçek hayatta daha loş, daha sahici bir ışığın peşine düşeceğin için. Yüksek ses, bağrışma, gergin tonlar seni hep gerecek; ama bir gün anlayacaksın ki, sesin kadar sessizliğin de bir gücü var. Seçimini ondan yana kullanacaksın. Ve evet, hayatındaki tüm dönüm noktaları - ölümler, ayrılıklar, başlangıçlar- hep setlerde yaşanacak. Sinema ruhuna erken çöker kaçış yok. Sonra küçük kızın kulağına biraz daha eğilirim: "Bir de başka bir gerçek var: Damak tadın sette gelişmeyecek. Kötü yemeklerle aranda erken yaşta bir soğuk savaş başlayacak. Bu yüzden uzun süre çilekli sütle besleneceksin. Tatlı bir çocukluk gibi görünse de, ileride bu yüzden lezzetsiz yemek canını sıkacak. Hatta süt kokusu bile seni rahatsız edecek. Ama merak etme... Bu bile seni inceltecek; zevklerin, seçimlerin, hassasiyetlerin hayatının her alanına yansıyacak." Sonra, tam o dramatik yerde, gülümserdim: "Şimdi iyi habere sıra geldi. Tüm bu tuhaf ve yorucu görünen şeylere bile şükredeceksin. Çünkü aşık olduğun bir mesleğin olacak. Öyle bir aşk ki... Sen her şeyden vazgeçebilecek kadar güçlü olurken oyunculuğu bırakamayacak kadar sana ait hissedeceksin. Bu iş seni hem büyütecek hem de en çok çocukluğuna geri döndürecek." Ve "ileride her şey yoluna girecek" derdim ona. Hem farkındalığı yüksek, hem saygılı, hem her canlıya sevgi duyan bir insan olacaksın. Gücünün farkında bir kadın... Anlatıcı bir ruh. Ve en önemlisi, yaptığın iş yüzünden değil, onunla kurduğun ilişki sayesinde kendini şanslı sayan bir insan olacaksın. Merak etme küçük kız... Yol biraz karışık ama sen zaten karmaşanın içinden hikâye çıkarabilen birisin. Vazgeçme. Ödülün büyük. Ödülün gerçek. Ödülün sevgi dolu. Hadi set beklemez şimdi git ve göster onlara kendini. Savaş ve kazan!

Bugün bizlerin hayatında duruşu, tavrı ve oyunculuğuyla bir Burçin Terzioğlu var. Bu var oluşun, hangi karakter özelliğinle bağlantısı var sence?

İnsanın kendini anlatması ne zor. Hem de satır arasına saklanmış tatlı bir övgüyle harmanlanmış "öz tanım" sorusuna. Galiba bugün durduğum yere gelmemi sağlayan şey en çok çalışkanlığım ve merakım olabilir. Kendimi ve oynadığım her karakteri anlamaya duyduğum istek hiç bitmedi. Kolay pes etmeyen ama bunu gösterişle değil, iç disiplinle taşıyan bir yapım var sanırım. Bir de duygularımdan kaçmadım. Yenilmekten, kaybetmekten utanmadım. Kırılganlığımla barışık olmak hem oyunculuğumu hem insanlığımı büyüttü. Hayatta durduğum yer, yaptığım seçimler ve vazgeçişler hep aynı omurganın etrafında şekillendi: ne hissettiğime sadık kalmak. Eğer bugün bir duruşum varsa, bu biraz da kendimi her seferinde yinelemeden, yenilemeye izin verdiğim ve bir bedeli olsa bile doğru bildiğim yoldan sapmadığım içindir diye düşünüyorum.

Sanat ile iyileştiğimiz bir çağda sen sanatın hangi yönleriyle besleniyorsun?

Sanatın beni en çok besleyen yönü, insan deneyimini farklı dillerle anlatabilme gücü. Sinema, edebiyat, müzik, fotoğraf, mimari... Her biri başka bir duyuyu, başka bir duyguyu harekete geçiriyor. Bir filmde ritimle düşünmeyi öğreniyorum, bir şiirde suskunluğun değerini, bir resimde bakışın nasıl bir hafıza taşıdığını... Müzik bana duyguların akışkanlığını hatırlatıyor, dans bedenin kelimelerden önce konuşabildiğini. Sanatın bütün bu disiplinlerde ortak olan yönü, insana yeni bir perspektif açması. Bu genişlik beni besliyor.

Peki ya aşk... Aşka dair bugüne dek yaptığın yolculuğun seni bugün hangi durağa getirdiğini söyleyebilirsin?

Aşk... Bugüne dek yaptığım yolculuk beni daha sakin, daha gerçek bir durağa getirdi. Eskiden büyük duyguların, yüksek sözlerin peşindeydim; şimdi ise küçük uyumların değerini fark ediyorum. Aşkı bir yere varmak için değil, kendimi daha iyi anlamak için yaşadığımı anladım. Artık beni tamamlamasını beklemiyorum; benimle yan yana yürüyebilmesine bakıyorum. Aşkı artık bir sahiplenme duygusu olarak değil, iki insanın birbirine temas ederken bile özgür kalabildiği bir alan olarak görüyorum. Birlikteyken bile kendi nefesini duyabildiğin, kendi ritmini koruyabildiğin o sade yer... Bana en doğru gelen ilişki hâli bu oldu. Bugün aşk hayatımın merkezinde değil ama ritminde. Kendi bütünlüğümü korurken başka bir ruha yer açabildiğim, baskısız ve acele etmeden ilerleyen ilişkiler daha gerçek geliyor. Aşk bende bir ihtiyaç değil; iyi geldiğinde hayatı güzelleştiren, büyüten ve dönüştüren bir eşlik hâli. Sanırım yolculuğumun beni getirdiği durak tam da bu: sakince akan ama içten içe derinleşen bir aşk anlayışı.

Hepimizin zaman zaman hissettiği tükenmişliğe karşı, kendini deşarj etme formüllerin neler?

Biraz yorulduğumda kendimi en çok suya teslim ediyorum; spa, deniz ya da sadece kıyıda yürümek bile zihnimi temizliyor. Beni en çok iyileştiren; suyun sakinliği, yürüyüşün ritmi ve dünyanın başka köşelerine kaçmanın ferahlığı.

Son dönemde Demi Moore, Nicole Kidman, Cate Blanchett gibi isimler hem oyunculukları hem de kırmızı halı görünümleri ile "zamansızlık" dediğimiz akımda çok güzel örnekler oluyorlar. Sen bu sektörde zamansız, kalıcı ve başarılı olmanın ne ile bağlantılı olduğunu düşünüyorsun?

Zamansızlık, bence sadece dış görünüşle ya da belli bir dönemin trendleriyle ilgili bir şey değil; insanın kendini hangi yaşta olursa olsun yeniden keşfetmeye cesaret etmesiyle ilgili. Oyunculukta kalıcılık; merakını kaybetmemek, kırılganlığını saklamamak ve her rolün seni yeniden dönüştürmesine izin vermekten geçiyor. Buna bir de yaşa duyduğun saygı ile kendine gösterdiğin özeni ekleyince, zamanla kavga etmek yerine onunla bir uyum kuruyorsun. Bu da duruşuna bambaşka bir derinlik katıyor. Ben bu meslekte zamansızlığı, kariyeri değil insanın kendisiyle kurduğu dürüst ilişki belirliyor diye düşünüyorum. Kendini korurken risk almayı bilmek, görünür olmak kadar geri çekilmenin de değerini anlamak... Asıl kalıcılık bu dengede saklı. İçindeki insan taze kalır, ruhuna özen göstermeyi sürdürürsen; hem yaptığın iş hem de varlığın zamansız bir yere akıyor. Başarıyı da artık sonuçlardan çok süreçte görüyorum. Kendine sadık kalarak gelişmeye devam edebilmek, her seferinde yeniden başlamayı göze almak... Bence kalıcı başarı tam da bu iç dirençten doğuyor.

Senin için lüks nedir?

Bence lüks artık zamana, dinginliğe, seçebilme özgürlüğüne ve kendine alan açabilmeye bağlı. Çünkü bu kadar hızlı akan bir dünyada, kalabalığın gürültüsünün içinden kendi ritmini duyabilmek başlı başına bir ayrıcalık. Benim için lüks, zihnimi sadeleştirebildiğim, neye ihtiyaç duyduğumu gerçekten seçebildiğim anlarda başlıyor. Maddeden çok bir bilinç hâli... Hızın dayattığı her şeyden bir adım geri çekilip "Ben şu anda ne hissediyorum?" diyebilmek, ekrandan uzaklaşıp kendi nefesinin sesini duyabilmek, küçük bir yürüyüşte bile iç sesine tekrar kavuşmak... Bunlar bana gerçek lüksü hatırlatıyor. Lüksü kıymetli kılan şey; sahip oldukların değil, onlarla kurduğun farkındalık benim için. Gösterilen değil, içeride sakince büyüyen bir dinginlik. Kısacası lüks, dışarıdan bakıldığında büyük ve pahalı duran şeylerde değil, kendi iç düzenini koruyabildiğin o küçük ama çok değerli anlarda saklı benim için.

Hiç bilmediğin ya da kaybolduğun bir şehrin haritasını vermişlik hissi yaşatan; sözlerinden, tavrından ilham aldığın bir sanatçı var mı?

Bana o harita duygusunu en çok Jane Campion veriyor. Onun hikâye anlatma biçimi, kadınların iç dünyasını ele alışındaki cesaret ve sakinlik, benim yoluma çok şey kattı. Bir de Phoebe Waller-Bridge'in keskin zekâsı ve yazıya getirdiği özgürlük, yaratıcı cesaretimi hep taze tutuyor. Moda tarafında ise Phoebe Philo'nun sade ama karakterli dili bana her zaman ilham veriyor. Üçü de kendi ritmini yaratan, kendi sesine sadık kalan, tarzları oturmuş isimler... Bu yüzden bana rehberlik ettiklerini hissediyorum.

Bir X sonu Y başı kuşağı ve dönemin öncesi ve sonrasını da bilen biri olarak sosyal medyaya nasıl yaklaşıyorsun?

Sosyal medya artık sadece bir paylaşım alanı değil; duyguların çok hızlı tüketildiği, insanların birbirini kolayca idealleştirdiği ya da aynı hızla yok sayabildiği daha acımasız bir zemine dönüştü. Doğallıktan uzaklaştığımız, güzellik, zenginlik kavramlarının çok fazla işlendiği bir alan oldu. Evet, bu dünyanın öncesini de biliyorum; o yüzden bugün sosyal medyanın yarattığı hızın ve filtresiz tepkilerin ne kadar tehlikeli olabileceğini daha net görüyorum. Benim sosyal medya ile ilişkim daha çok işlerimi ve sevdiğim anlarımı paylaşmak üzerine. Fakat gerçek bağın hâlâ yüz yüze iletişimde, dokunmada, göz göze gelmede olduğunu unutmak istemiyorum. Sosyal medya bence güzel bir vitrin; ama hayatın kendisi değil. Bu dengeyi koruyabildiğim sürece bu dünyanın bana sunduğu olanakları kıymetli buluyorum.

Yoko Ono, "Kendini iyileştirmek, başkalarını iyileştirmekle bağlantılıdır" diyor; bencilleşmeye doğru adım adım ilerlediğimiz bu dünyada senin başkalarını ve kendini iyileştirmek için vaktin oluyor mu?

İyileşmek dediğimiz şey aslında tek yönlü bir yolculuk değil. Kendini onarırken başkasına dokunuyorsun; başkasına dokunurken kendine de bir alan açıyorsun. Bu kadar bireyselleşmiş bir dünyada zaman yaratmak zor, ama ben "büyük iyileşmeler" peşinde değilim. Kendimi ve çevremi iyileştirmek için çoğu zaman küçük, sessiz anlara sığınıyorum. Bir sohbeti gerçekten duymak, birini olduğu hâliyle kabul etmek, bir arkadaşa yargısız bir alan açmak... Bunlar benim için birer iyileştirme hâli. Kendime gelince; kendimi iyileştirmek de çoğu zaman kalabalıktan çekilip nefes alabileceğim çok kısa anlara bağlı. Bir film izlemek, bir metne dalmak, yürürken zihnimi temizlemek, denize bakmak... Onlar benim küçük bakım ritüellerim.

Kutlama deyince aklında nasıl bir tablo beliriyor? Başarılarını nasıl kutlarsın?

Kutlamak dediğim şey, büyük gösterilerden çok küçük ama anlamlı anlardan oluşuyor. Kendime bir kadeh kaldırmak, emeğimi onurlandırmak... O anı gerçekten hissetmek benim için en sade ama en güçlü kutlama biçimi. Bir de kendim olabildiğim dost meclisleri var; güven duyduğum insanların etrafında olduğu bir masa... İçten bir sohbet, iki kahkaha, göz göze bir "iyi ki" hissi. O masalar bana hep şunu hatırlatıyor: Kutlama, kalabalığın büyüklüğüyle değil, paylaştığın samimiyetle değer kazanıyor. Dışarıdan bakıldığında gösterişsiz ama içeride büyük bir karşılığı olan o küçük duraklar...