Aslan Değirmenci
Vesayetçiler saygınlık ve meşruiyet arayışlarını, temel gayeleri olan korku meydana getirme, dikkat çekme, gündemde kalma, gücünü ispat etme ve bu yolla caydırıcılık kazanma çabalarını medya üzerinden daha etkin biçimde gerçekleştirebildiklerini çok iyi bilmektedir.
Gazeteler, dergiler, kitaplar, broşürler, televizyonlar ve radyo, vesayetçilerin aktif biçimde kullandığı platformlardır. Böylece toplum, vesayetçilerin propagandalarını yazılı ve görsel basın aracılığıyla kolaylıkla takip edebilmekte ve her türlü dezenformasyonlarına açık hale gelmektedir. Daha açık yazacak olursak her dönem bazı medya kuruluşları darbecilerin oksijen araçlarından birisidir. Topluma ise karbondioksit verme aracı... Vücutta dışarı atılamadığı için biriken karbondioksitin etkisiyle toplum solunum yetmezliği ile mücadeleye başladığı anda darbecilerin istediği zemin hazırlanmış demektir. 27 Mayıs 1960 askeri darbesine giden süreçte yaşananlar tam budur. Vesayetçiler eliyle masa başında üretilen haberlerle hükümete asılsız suçlamalar yapılmış, kirli propaganda yöntemleriyle istedikleri zemini hazırlayıp, darbeyi meşrulaştırmak için medyayı kullanmışlardır.
Demokrat Parti arkasına milleti almıştı. Milletle çıkılan yolda slogan, "Yeter! Söz Milletindir!" olmuştu. 1950 seçimlerine gidilirken slogan afiş yapılmış, caddeleri süslemeye başlamıştı. Tabii millet karşıtları inanılmaz rahatsız olmuştu. İnsanlığa olan nefretleri dışa başvurmaya başlamıştı. Afişten rahatsız olanların başında CHP geliyordu. CHP önce sloganı araştırmıştı. Sloganı bulan ve afişi hazırlayan Ankara'da Teknik Öğretim Müsteşarlığında çalışan Selçuk Milar'dı. Ve CHP kendisine ulaşmıştı. CHP hükümeti anında Ankara'da görevli olan Selçuk Milar'ı sürgüne Urfa'ya göndermişti. Korktukları slogan değil milletin kendisiydi. Milletin iradesini esir almaktan çekinmeyen zihniyetin ikinci hamlesi "Her köye yol" yazılı afişleri toplatmak olmuştu. Afiş, Demokrat Parti'nin ilgi gören ikinci sloganıydı. Propagandayı sansürleyerek yola koyulan CHP, seçimde ağır bir yenilgi alınca, bu kez gazetelere yöneldi.
Siyaseti sahada yapamayacaklarını gördüklerinden gazetelerden köşeler kaptılar. Anında da algıya başladılar. Manşetler ve köşe yazılarının başlığında en çok kullanılan ifade "anti demokratik uygulamaların mimarı Menderes" oldu. Suçlamaların çatısını bu ifadeyle kurguladılar, Demokratik Parti'ye karşı bir cephe oluşturmak, kutuplaştırmak ve kaos için aralıksız yayınlar yaptılar. CHP'nin medya yapılanmasına verilen görevin, darbeye zemin hazırlamak olduğu her geçen gün daha da iyi anlaşılıyordu. CHP'de vekil olamayan isimler de tek tek medyada görev almaya başlıyor, köşeleri kapıyordu. Kendilerine verilen görevi büyük bir iştahla yerine getiriyorlardı. İrtica, evet daha sonra 28 Şubat darbesinde de kullanacakları irtica kavramıyla başladılar işe.. Demokrat Parti'nin özgürlükleri genişletmek, yasakları kaldırmak, inançlar üzerindeki baskıyı sona erdirmek için attığı adımların ardından irtica suçlamaları medyada dillendiriliyor, kürsülere yansıtılıyordu. Toplumda karşılık bulmadığı anda Atatürk heykelleri gündeme getiriliyor, heykellere Demokrat Partililerin saldırı düzenlediği yalanı ortaya atılıyordu. İmamlar ve vaizler hedef alınıyor, "DP mitinglerine gitmeyenlerin kafir sayılacağına" yönelik tezviratlar ışık hızında yayılıyordu. 28 Şubat, 7 Şubat, Gezi ve 17/25 Aralık'ta FETÖ ile ittifak yapan anlayış, aynı yöntem ve metotlarla haberler ve manşetlerle toplumu yönlendiriliyordu.
Özellikle toplum üzerinde tehdit ve korku iklimini meydana getirmenin en kolay formüllerinden biri medyanın kullanılmasıdır. Medya, eldeki verilerin istenilen mesaja uygun bir biçimde kodlanması ve toplumun geniş kitlelerine ulaştırılması işini sağlamaktadır. Böylece sandıktan umudunu kesenler, vesayetten beslenenler medya alanını kendi propagandasını yapmak, millet üzerinde korku psikolojisi meydana getirmek ve istenilen algıyı şekillendirmek, kitleleri mobilize etmek, söylemlerindeki haklılığı anlatarak ulusal ve uluslararası platformda meşruiyet kazanmak, askeri vesayete sempatizan toplamak ve tabanlarının moral ve motivasyon değerini yüksek tutmak gayesiyle kullanıyorlardı. Tabii bunun için masabaşı hazırlanan haberler kadar masabaşı hazırlanan anketlerden de faydalanıyorlardı. Anketleri manşetlerine taşıyarak "Atatürk ve devrimlerine sataşanlar asla muvaffak olamayacaktır" manşetiyle güne başlıyorlardı. Ürettikleri sahte tehditleri kaleme alıp, "Biz, uyanık Türk savcılarının mevcut kanunları tatbik edeceklerine inanıyoruz." ifadesine bile yer veriliyordu. Evet evet, AK Parti'ye açılan kapatma davası öncesinde geliştirdikleri stratejinin aynısı... Dünden bugüne değiştiklerini düşünmek zaten akıl tutulması.
Uşak olayları var ki unutmamak lazım. CHP Genel Başkanı İsmet İnönü, 29 Nisan 1959'da 46 milletvekilini yanına alarak, "Büyük taarruz" ismini verdiği il ziyaretlerinin ilkini Uşak'tan başlatmıştı. Bu ziyaret sonrasında heyet Uşak'tan ayrılırken, atılan bir taş İnönü'nün kafasına isabet etmişti. Olaylar olaylar. CHP medyasının haberlerinde, Uşak valisi hedef haline getirilmiş, talimatı onun verdiği öne sürülmüş hatta valinin, "İnönü'yü Vurun' dedi" iddiasıyla kaos derinleştirilmişti. Gerçeği öyle olmadığı olayın tanıklarıyla ortaya çıkarılsa da, taş Demokrat Parti'yi vurmuş, hedef haline getirmişti. CHP'nin bugünkü Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'na şehit töreninde atılan yumruk gibi...
Taş yetersiz kalmış olmalı ki bu sefer ellerine bomba almışlardı. "Kıbrıs" konusunun görüşüldüğü Londra Konferansı sırasında, Selanik'teki Atatürk'ün doğduğu eve Yunanlılar tarafından bomba atıldığı iddia edildi. Bu haberin ardından Ankara, İstanbul ve İzmir'de halkın sokağa dökülmesi ile 6 Eylül 1955'te başlayan "6-7 Eylül Olayları" ile sonrasında ilan edilen sıkıyönetim, gazetelerde farklı bir şekilde sunuldu. Sağduyulu gazeteler "Gizli ve Kirli Ellerin Tertibi" başlığıyla verilirken, 7 Eylül 1955 tarihli Ulus Gazetesinin manşeti "İstanbul ve İzmir'de Örfi İdare" oldu. CHP medyası olaylara ilişkin haber ve yazılarında iktidarı hedef alıyor, emniyet güçlerinin ihmali olduğu öne sürülüyor, haksız eleştirilerle planlı bir ayaklanma isteniyordu. Ama ne yaparlarsa yetmiyor, istedikleri amaca ulaşamıyorlardı. Daha kuvvetli bir yalana ihtiyaçları vardı. Bulmuşlardı; "Ata'nın Selanik'teki evini Menderes bombalatmış" yalanı... Hem medya hem de vesayetçilerin sarıldığı kuyruklu yalan... Hatta bu iddialar üzerine, darbeden sonra Yassıada'da 6-7 Eylül olayları davası açılmış ve Adnan Menderes ile Fatin Rüştü Zorlu 6'şar yıl hapis cezasına çarptırılmıştı. Düşünün artık. Artık parlamento dışı tüm muhalefet harekete geçmeye başlamıştı. Başlarını elbette CHP çekiyordu. Üniversiteler hareketlendiriliyor, akademisyenler ters algı için kullanılıyordu. 1960 yılların başında olay iyice derinleştiriliyor, DP'den ayrılan isimlere mikrofon uzatılıyordu. Söylemleri tek merkezden yönetiliyordu: "Diktatör Menderes." Bugünün 6'lı masasını hatırladınız değil mi? Aynen öyle...
Artık söylemler iyice netleşmişti. "Neredesin tek parti rejimi! Hasretle anar olduk" şeklinde sözde yazarların analizleri de keskinleşmişti. Tabii CHP'nin kontrolündeki medya sadece yazı köşelerinden değil karikatür köşelerinden de sinir uçlarına dokunan operasyonlara imza atıyordu. Ulus Gazetesinin, 1957 ve 1958'deki karikatür köşesinde "Hitsolini Diktatör", "Neron" adını taşıyan ve diktatörlük temalarını işleyen karikatürler yayınlandı. Ve devamını diğer gazeteler getirdi. Hiç durmadılar.
Yeni taktikleri ekonomi olmuştu. 'Egemen millet' ve 'bağımsız devlet' duruşundan rahatsızlık duyan vesayetçiler "yolsuzluklar" gündeme getiriyordu. Belgesiz, delilsiz. Aynı FETÖ'nün 17/25 Aralık operasyonu sürecinde sahneye koyduğu tiyatro gibi. Tahrik edici manşetler ve söylemler ile ekonominin kötüye gittiği topluma dayatılıyor, inandırılıyordu. Her gün ekonominin çok kötü olduğuna yönelik haberler, gazetelerin ilk sayfalarında yerini alıyordu.
27 Mayıs darbesi sonrası başlatılan karalama kampanyalarıyla sınırları aştılar. Yassıada yargılamaları başladığında Demokrat Partililer hakkında tek tek karakter suikastı denediler. Karikatürle devam ettiler. O kadar ki Hürriyet Gazetesinde 14 Haziran 1960 günü yayınlanan karikatürde, büyük bir ahlaksızlığa imza atarak Celal Bayar ve Adnan Menderes köpek şeklinde çizildi. Darbeyi haklı göstermek isteyen vesayetçiler, her gün farklı bir yalan haberin gazetelerde yer almasını sağlamayı da ihmal etmediler. Korku filmlerini aratmayan senaryoları haberleştirdiler. "Hürriyet Şehidi gençlerimiz hakkında dün Milli Birlik Komitesi açıklama yaptı" başlıklı bir haberde, cesetlerin makinede kıyılıp toz haline getirildiğinin ihbar edildiği öne sürüldü. Bu haberin hemen ardından, cesetlerin bulunması için halktan yardım istendiği de belirtildi. Bu haberleri, "Buzhanelerden toplu cesetler çıktı", "Korkunç cinayetler aydınlanıyor: Bir çukura gömülen üç ceset çıktı" haberleri takip etti. Haberde, cesetlerin çoğunun "öldürülen talebeler"e ait olduğu ileri sürüldü. Ancak ortada bir cesedin olmadığı Milli Birlik Komitesi tarafından oluşturulan araştırma komisyonuna hiçbir ailenin çocuğunu bulmak için başvurmamasıyla ortaya çıktı. Tam bir skandal, tam bir ihanet.
Antidemokratik uygulamaların ve insan hakları ihlalinin adeta zirve yaptığı süreçte masaya bu sefer ekonomi yatırılmıştı. Darbe öncesinde basında yer alan ekonominin sıkıntıda olduğuna yönelik haberler, darbe sonrasında yerini "İktisadi durumu ıslah için süratle tedbirler alınacak" haberlerine bıraktı. Vatandaş, ülke ekonomisinin kötü olduğuna inandırıldı. Ancak, darbenin gerçekleştiği 1960'da dahi Demokrat Parti hükümeti pek çok yatırımı ya gerçekleştirmiş ya da yatırımların temelini atmıştı. Sözde "anti demokratik" uygulamaları nedeniyle Menderes'i idam eden cuntacılardan, gazete manşetlerinde "Memlekette sükun ve huzurun tesisi için her türlü tezahürata son verdiler" ifadeleriyle söz edildi.
Özetle Adnan Menderes'in idamına giden süreçte medyanın da en az cuntacılar kadar elleri kirli ve kanlıydı. Medya, cuntacıların ve CHP'lilerin servis ettiği karalama ve yalan haberlerine yer vermişti. CHP'nin tezlerini savunan medya kuruluşları cuntacılarla el ele verip, darbe sürecine zemin hazırlayıp, vesayetçilere selam durmuşlardı.