Kongre baskını sonrasında ABD’yi bekleyen belirsizlikleri fark eden AB yetkilileri Ankara’dan gelen olumlu diplomatik çağrılara yanıt verme fırsatını değerlendirmeye başlamış görünüyorlar.
Nişantaşı Üniversitesi İİSBF Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nurşin A. Güney, Anadolu Ajansı için kaleme aldığı analizinde "Türkiye-AB ilişkilerinde normalleşme kapısı aralanabilir mi?" sorusunu masaya yatırdı.
Donald Trump döneminde ABD’nin dış politikasına damga vuran öngörülemezlik hali sadece Türkiye-ABD ilişkilerine zarar vermedi, ABD’nin Avrupa Birliği (AB) ile olan ilişkileri de son derece tatsız bir dönemden geçti. Elbette bu transatlantik ilişkilerdeki ilk kriz değildi. 2003’te de Bush yönetiminin tek taraflı politikaları Washington ve Brüksel’in arasını açmış, Robert Kagan’ın da bahsettiği gibi transatlantik ortaklar olarak Avrupa ve ABD birbirlerini Kabil ve Bağdat arasında bir yerlerde kaybetmişti.
O dönem “iki Batı” dediğimiz tabiri duymaya başlamıştık. Buna göre Batı’nın küresel politikadaki siyasi birliği ABD tarafından bozulmuş, Avrupa da isteyerek veya istemeyerek kendi küresel rolünü inşa etmeye başlamıştı. AB-ABD krizi, Trump’ın şahsına münhasır eylem ve söylemleriyle daha da derinleşti- bu tür bir “iki Batı” tabirinin önünü açmadı. Aslında bu farklılık oldukça ilginç, zira Trump 2016’da ABD’de iktidara gelip Trumpizmin ilk dış politika örneklerini verdiğinde Avrupalılar, AB’nin “küresel stratejisini” ilan etmekle yani Avrupa’nın küresel bir aktör olduğu iddiasını ortaya atmakla meşguldüler. Üstelik AB kendi tecrübeleri ışığında çıkarları söz konusu olduğunda Washington’la olan ilişkilerinde özerkliği yani stratejik otonomisini elinde tutmak istiyordu. Tüm bunlara rağmen Trump ABD’si karşısında AB, Batılı bir alternatif düşünce, hareket zemini çıkarmakta çok zorlandı. Öncelikle Trump yönetiminin Brüksel karşıtı uygulayageldiği politikaların AB’nin hem askeri hem de siyasi olarak otonom hareket etme kabiliyetini kısıtladığını kabul etmemiz gerekiyor. Örneğin, AB’nin ABD’ye rağmen 2015 Nükleer Anlaşmasını korumak için devreye sokmuş olduğu İran’a yönelik yaptırmaları aşma mekanizmaları (INSTEX dahil olmak üzere) başarısızlıkla sonuçlandı. Nitekim Brüksel İran’la ticaretini sürdürmek adına Washington menşeli yaptırımları aşmak için devreye soktuğu INSTEX’i sadece bir kere o da Tahran’a yönelik ilaç sevkiyatı için kullanılabildi. İkinci olarak İngiltere’nin askeri ve siyasi olarak AB’den kopuşu, yani Brexit, Brüksel’i zaten zorlandığı yumuşak ve sert güvenlik sorunlarıyla baş etme sürecinde yalnız başına bıraktı. Üçüncü olarak AB, 27 AB ülkesini sözde değil özde aynı dış politika ve güvenlik gündeminde birleştirmekte çok zorlandı. AB bürokrasisi pazarlıkların alanını AB kriterleri üzerinden daralttıkça 27 ülke arasında ciddi ayrımlar ve görüş farklılıkları su yüzüne çıktı. Nitekim AB geçtiğimiz yıllarda ortak güvenlik ve dış politika alanında doğru düzgün, sorunları çözmekte yeterli bir politika üretmekte başarısız oldu. Ne İran nükleer krizinde ne Akdeniz politikasında ne Karabağ meselesinde ne de Israil-Filistin meselesinde AB etkili bir aktör olarak ortaya çıktı.
Bu olumlu işaretlerin gelmesinin ABD’deki belirsiz siyasi ortam ve Türkiye’nin diplomasi kapılarını açması dışında da bir sebebi var. Ankara karşıtlığını merkeze alan politikalar, bu politikaları güden aktörlere bir kazanç getirmedi.
Özetle, Maastricht Anlaşması’ndan bu yana ortak bir dış politika geliştirmek isteyen Brüksel, kurumsal olarak aldığı tüm kararlara rağmen yalpalayıp durdu ve stratejik özerkliğinin, ABD’den bağımsız dış politika çizgisinin altını dolduramadı. Bu yüzden Brüksel’deki ruh hali, ABD’de daha makul, AB’nin isteklerini görmezden gelmeyecek bir yönetimin olması arzusunu yansıtıyor. 3 Kasım 2020 tarihli ABD Başkanlık seçiminde Joe Biden’ın seçimleri kazanması da bu nedenle AB için önemli bir fırsat olarak algılandı. Ancak 6 Ocak Kongre baskını Biden yönetiminin önündeki sorunları ve ABD’deki ayrışmayı açık hale getirdiği için ABD’nin küresel liderliğe geri döneceği sözüne ne kadar güvenilebileceği bilinmiyor. Sonuçta AB dış politika uyumunu sağlayamayan ancak tüm yumurtalarını da ABD sepetine koymak istemeyen Brüksel’in yedek planlara ihtiyacı var. Bu noktada Türkiye ile ilişkilerin normalleşmesinin getireceği avantajlar tartışılmaya başlandı bile.
TÜRKİYE-AB İLİŞKİLERİNDE YENİ BİR SAYFA MÜMKÜN MÜ?
Türkiye-AB ilişkilerinin inişli çıkışlı olmakla beraber ilerleyen bir ritmi vardır. Ancak son yıllarda AB-Türkiye ilişkilerinin bazı AB üyesi ülkeler tarafından rehin alınmaya çalışıldığını görüyoruz. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ve Yunanistan’ın Türkiye’ye yönelik kara propagandası aslında Türkiye karşıtı siyaset üzerinden Güney Lefkoşa ve Atina’nın Akdeniz ve Ege’de maksimalist taleplerine alan açmayı hedefliyor. Bu propaganda popülist nedenlerle zaman zaman Macron Fransası ve Avusturya tarafından da desteklendi. Ancak Ankara’yı saldırgan bir politika izlemekle suçlayarak Atina ve GKRY’nin maksimalist iddialarını Birlik politikası haline getirme çabası, son dönemde gerçekleşen irili ufaklı AB zirve ve toplantılılarının gösterdiği üzere başarıya ulaşmadı. Bu noktada Birliğin muğlak bir formül bulduğunu söyleyebiliriz. Bir yandan Türkiye’nin ve dolayısıyla Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) Akdeniz’deki meşru haklarına daha olumlu bakan Macaristan, İspanya, İtalya, Malta ve en önemlisi AB Dönem Başkanı Almanya gibi aktörler AB’nin Türkiye’ye karşı yaptırım uygulamasına müsaade etmeyeceklerini AB Üyesi Güney Avrupa Ülkeleri Zirvesi’nden (Med 7) 10-11 Aralık AB Liderler Zirvesi’ne kadar geçen sürede farklı zeminlerde gösterdiler. Diğer yandan AB Türkiye’nin meşru haklarının Yunanistan, GKRY gibi aktörler tarafından konu edilmesinin önüne geçerek, Brüksel-Ankara ilişkilerinde yeni bir beyaz sayfa açılmasını sağlayacak nihai adımı atmaktan çekindi ve bir tür “öteleme” siyasetini benimsedi. Nitekim Aralık’ta düzenlenen AB Liderler Zirvesi’nde de Türkiye’ye yönelik olası bir yaptırım uygulanma fikrinin Mart ayı Birlik zirvesinde yeniden ele alınacağı söylendi.
Değişen atmosferin farkında olan Almanya’nın AB içerisinde ön alarak Türkiye’nin Yunanistan dahil olmak üzere AB üyelerine yönelik diplomasi çağrılarına Almanya Dışişleri Bakanı Maas’ı Ankara’ya göndererek yanıt vermesi oldukça önemli.
Bu kısırdöngüyü kıracak adımın Türkiye’den geldiğini söylemeliyiz. Transatlantik ilişkilerde olumlu bir beklenti içine giren ancak 6 Ocak Kongre baskını sonrasında ABD’yi bekleyen belirsizlikleri fark eden AB yetkilileri Ankara’dan gelen olumlu diplomatik çağrılara yanıt verme fırsatını değerlendirmeye başlamış görünüyorlar. En azından AB üyesi pek çok ülkenin Türkiye’ye yönelik söylemlerindeki değişiklik bize AB-Türkiye ilişkilerinde Ankara’nın açtığı diplomasi hattının çalışabileceğini gösteriyor. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a yazdığı ve ikili ilişkilerin gelişmesini önerdiği son mektubu bu değişimin habercisi.
Bu olumlu işaretlerin gelmesinin ABD’deki belirsiz siyasi ortam ve Türkiye’nin diplomasi kapılarını açması dışında da bir sebebi var. Ankara karşıtlığını merkeze alan politikalar, bu politikaları güden aktörlere bir kazanç getirmedi. Hatta sahanın radikalleşmesi riski, özellikle iktisadi ve pandemi kaynaklı sorunlarla boğuşan Fransız halkından alınacak siyasi olur olasılığını Macron açısından iyice daralttı. Bu arada, Ankara’nın Yunanistan’ın son zamanlarındaki provokasyonlarına itibar etmeyip, Ege ve Akdeniz’deki haklarına halel gelmeyecek bir şekilde çoklu diplomasi hamlelerine öncelik vermesi de AB içindeki Ankara karşıtlarının elini boşa çıkardı. Son günlerde AB’den Türkiye’ye yönelik gelen sıcak mesajların gerisinde Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın da ifade ettiği gibi, ‘‘Ankara’nın Doğu Akdeniz’den Karabağ’a kritik meselelerde ortaya koyduğu güçlü irade ile kararlılığının tüm dünyaya gösterilmesi yatıyor.’’ Kısaca, AB’yi Türkiye ile yeniden diyaloğa iten en önemli faktör, Ankara’nın büyük bir kararlılıkla gözettiği saha-masa dengesi oldu.
Değişen atmosferin farkında olan Almanya’nın AB içerisinde ön alarak Türkiye’nin Yunanistan dahil olmak üzere AB üyelerine yönelik diplomasi çağrılarına Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas’ı Ankara’ya göndererek yanıt vermesi oldukça önemli. Bu adım, tamamıyla beyaz bir sayfa açılması için yeterli olmasa da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çeşitli vesilelerle ifade ettiği gibi “Türkiyesiz Avrupa, Avrupasız da Türkiye olamayacağı” inancına verilen bir destektir. Keza 21 Ocak tarihinde Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun Brüksel ziyareti öncesinde AB Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, AB-Türkiye ilişkilerinin geçen yaza nazaran daha iyi bir durumda olduğunu açıkladı. Ocak ayı sonunda AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen’in Türkiye gelmesi beklenirken, 25 Ocak’ta da Yunanistan ile istikşafı görüşmelerin yeniden başlama kararın alınmış olması Ankara ile Brüksel arasındaki diplomasi kanalının yeniden hareketlilik kazandığını göstermekte.
Ancak bu diplomasi trafiğinin ötesinde Türkiye-AB ilişkilerinde yeni dönemin başlaması için Ankara’nın beklentileri son derece açık: Gümrük Birliği’nin reform edilmesi, vize serbestiyetinin tanınması, mülteci anlaşmasının gerekliliklerinin yerine getirilmesi ve Ankara’nın Doğu Akdeniz meselelerinin görüşülmesi için kapsayıcı bir konferans toplanması önerisinin değerlendirilmesi.
AB’NİN BİR BAŞARI HİKAYESİNE İHTİYACI VAR
Bu aşamada kimse iki taraf arasında kemikleşmiş sorunların bir çırpıda çözülmesi beklemiyor. Bu gerçeğe rağmen AB’nin Türkiye’nin kendi güvenliği açısından vazgeçilmez olduğu gerçeğini nihayet idrak etmiş olmasını diliyoruz. Şu bir gerçek ki, ortak dış politika konusunda aralarında uyum yakalayamayan AB üyelerinin Yunanistan ve destekçilerinin Türkiye karşıtı politikalarına şimdilik geçit vermemesi ümitvar olmamıza sebep oluyor ve bizleri Ankara’nın Brüksel ile yeni bir diyalog hattı kurma girişiminde doğal olarak cesaretlendiriyor. Tabii AB içinde başta Yunanistan olmak üzere bu hattı sabote etmek isteyen bir grup ülke olduğu da biliniyor. Nitekim, istikşafı görüşmelerin içeriği üzerinden Atina’nın şimdiden Türkiye’nin sabrını zorlamak istediği bir gerçek. Ancak sahada artık eli oldukça sağlam olan Ankara kararlı bir biçimde AB ile eşit egemenlik çerçevesinde yeni bir diyalog kurmak için çoktan harekete geçti. Umalım ki, stratejik otonomi konusunda hayalleri hep ertelenen Brüksel de bu yeni aralanan fırsat penceresini değerlendirebilsin ve en azından bölgesel politikalar düzeyinde etkili ve olumlu sonuç üretebilen bir süreç başlasın. ABD’deki belirsizlik sürdükçe bu tür bir başarı hikayesi üzerinden kendi varlığını ilan etmeye AB’nin Türkiye’den daha fazla ihtiyacı var.