GÜLCAN TEZCAN
Türk sinemasını 'politik' tartışmalarla baskılayarak festivalleri ve ödül törenlerini muhalif çıkışların göstermelik kürsüsü haline getirenlerin yeni hedefi İstanbul Film Festivali oldu. Bu yıl 44. kez yapılan Festival hakkında sinema çevresinden kimi isimler tarafından boykot çağrısı yapıldı. Çağrılar kısmen sonuç da verdi. Boğaziçi Film Festivali'nin ideolojik bağnazlıklarla boğulmak istenmesine sessiz kalan İKSV, asıl derdi sinema ve sanat olmayan aynı kitlelerin bir gün kendisine de aynı öfkeyle dönebileceğini hesap edemedi. İstanbul Kültür Sanat Vakfı tarafından düzenlenen ve on yıllardır bile isteye 'muhalif' dayatmanın aparatı olan Festival, bu yıl ulusal sinema ve 2014'ten bu yana LGBT temalı filmlerinin gösterildiği 'Nerdesin Aşkım' bölümü kaldırıldığı için de tepki gördü. Kırk yılı aşkın zamandır ülkede sinema kültürünü etkileyen festival, kendi beslediği ve ürettiği ideolojik bakışın kurbanı oldu.
FESTİVALLERDE NE ZAMAN SİNEMA KONUŞULACAK?
Aslında 'Nerdesin Aşkım' başlıklı bölüm kaldırılsa da festival programında farklı bölümlerde pek çok LGBT temalı yapım yer aldı. Zira pek çok uluslararası festival artık ya filmlerin içeriğinde ya da yapım ekibinde LGBT bireylerin yer almasını yarışma şartlarından biri haline getirdi. Dolayısıyla İstanbul Film Festivali'nde gösterilen farklı ülkelere ait yapımların birçoğunda da ne yazık ki kaçınılmaz bir şekilde bu mesele seyircinin karşısına çıkabiliyor. O yüzden festivalden bu bölümün kaldırılmasını bir mağduriyet haline getirmeye çalışan çevrelerin tepkileri bekledikleri kadar karşılık bulmadı. Ne ki Saraçhane etkisiyle birleşen sosyal medyadan yapılan boykot çağrıları zaten eski coşkusunu kaybeden festivalin daha sönük geçmesine yol açtı. Şimdiye kadar film festivallerini 'siyaset meydanı'na dönüştüren, kendini kanaat önderi olarak konumlandıran sinema-cılar ellerindeki kürsüleri birer birer kaybetmeye devam ettikçe oyuncakları ellerinden alınan çocuklar gibi daha da hırçınlaşacaklar mı izleyip göreceğiz. Ancak görünen o ki bu kavga şimdiye kadar olduğu gibi yine Türk sinemasına zarar verecek.
FESTİVAL'DEN AKILDA KALANLAR
Bu yıl İstanbul Film Festivali'nde izlediğim en sarsıcı işlerden biri dünya prömiyerini Venedik Film Festivali'nde yapan 2073 adlı gerçek/bilimkurgu idi. 2015 yapımı Amy Winehouse belgeseliyle Oscar kazanan İngiliz film yönetmeni Asif Kapadia, içinde yaşadığımız gerçekliğin bizi nasıl bir sona hazırladığını anlatıyor. Küresel şirketlerin kurmaya çalıştığı hegemonyanın bir komplo teorisi değil gerçeğin ta kendisi olduğunu, gözümüzün önünde olup bitenlerin sonuçlarını adeta bir kıyamet sahnesine dönüşen 2073'ten haber veriyor bu film. 37 yıl önce meydana gelen korkunç bir olay dünyada geri dönüşü olmayan yıkımlara, felaketlere yol açıyor. Geride sadece korunaklı binalarında yaşamayı sürdüren zenginler ve yokluk, yoksunluk içinde, gizlenerek yaşamak zorunda kalan sıradan insanlar kalıyor. Olup bitenleri en alt tabakada dijital gözetimden kaçarak hayatta kalmaya çalışan bir kadının gözünden izliyoruz.
GELECEKTEN HABER VAR!
Kahramanımız "Ben şahit olduklarıma sessiz kaldım siz harekete geçin" diyerek uyarısını yapıyor. Dijital çağın dünyanın farklı ülkelerinde nasıl bir kontrol toplumu oluşturduğunu, insanların potansiyel suçlu olarak fişlenip nasıl birer veri kaynağına dönüştürüldüğünü anlatıyor. Aslında bilmediğimiz ya da yeni bir şeyden de söz etmiyor. Zaten zenginlerin daha zengin fakirlerin daha fakir olduğu, dünyanın bir yarısı açlıktan ölürken diğer yarısının akıl sınırlarını zorlayan bir konfor içinde yaşadığına sosyal medya aracılığıyla şahitlik ediyoruz an be an. Filmde bu sistemin bir parçası olmayanlar ise bir avm'nin harap ve yağmalanmış yıkıntı halindeki alt katlarında yaşam mücadelesi veriyor. Adaletsizliğin, ayrımcılığın, totaliter ve faşist yönetimlerin dünyayı nasıl yaşanmaz hale getirdiğini, bunu yaparken teknolojiyi nasıl güçlü bir silah olarak kullandıklarını anlatan yapımda perdeye sık sık Trump, Elon Musk, Jeff Bezos ve Mark Zuckerberg'in görüntüleri yansıyor. Özellikle Amerika, İngiltere ve Çin'in bu anlamda tüm dünyayı nasıl bir felakete sürüklediğini izlerken teknoloji devlerinin ellerindeki dijital araçları ve veri kaynaklarını kim güçlüyse ona servis ettiklerini de görüyoruz. Asırlar önce insan bedenini sömürgeleştiren, köleleştirenler şimdi dikkatimizi ve verilerimizi metalaştırıyor.
HER ŞEY BİZ YAŞARKEN OLUYOR
Ancak film, İsrail'e karşı ayaklanan milyonların yeşerttiği ümitleri, Filistin halkının direnişine destek verirken aslında bu kirli düzene de başkaldıran halkların bütün baskılara rağmen aylardır devam eden mücadelesini, 'Dünya beşten büyüktür' diyerek bu dayatmaya karşı durmak için mücadele eden lideri görmüyor, görmezden geliyor. Bu yönüyle hiçbir umut ve ümide yer bırakmayacak kadar karanlık bir tablo çiziyor film. Filipinler'de, Sincan'da, Hindistan'da ve Gazze'de soykırıma uğrayan halkların nasıl bir sistematikle hedef haline getirildiğini, dijital harp teknikleri ile insanlığın giderek nasıl bir kıyamete sürüklendiğini izliyoruz dehşet içinde. Trump'ın bu gidişatın en büyük sorumlularından olarak işaret edildiği filmde ne gariptir ki iki yıla yakındır Gazze'de soykırım yapan ve en gelişmiş dijital savaş silahlarını kullanan Netanyahu bir kez bile görünmüyor. Bu kaotik ortama yol açanlar ise 37 yıl sonra Yeni San Fransisco adıyla kurdukları şehirde bulutları delen gökdelenlerde son derece konforlu ve hayaller ötesinde güzel bir hayat sürmeye devam ediyor. Flash backlerle sık sık bugünlere dönüp insanın insana ettiği hatırlatılıyor. Aylan bebeğin görüntüsü geliyor gözümüzün önüne, Doğu Türkistan'daki kamplar ve Çin'in Müslümanları mankurtlaştırmak için uyguladığı korkunç yöntemler, yağmur ormanlarını yok edenlere direnen yerliler 'Evanjelistler kültürümüzü, dilimizi ele geçirmek bizi bölmek için topraklarımıza geliyor'diye haykırıyor. Küresel felaketler ve adaletsizliklere dair gerçek röportajları izlerken fütüristik kurmaca sahneler artık bizi şaşırtmıyor. Dünyanın dört bir yanındaki yangınlar, sellerin yarattığı yıkımları fark etmek için distopyalara ihtiyacımız yok ne yazık ki.
YABANCI TOPRAKLARDA CAN SIKICI HALLER
Filistin asıllı Danimarkalı yönetmen Mahdi Fleifel'in ilk uzun metrajlı kurmaca filmi Yabancı Topraklarda festivalin Genç Ustalar bölümünde gösterildi. Cannes Film Festivali'nde Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünde prömiyerini yapan film, Lübnan'daki kamptan Yunanistan'a kaçan Filistinli Reda ve Şhatila adlı iki kuzenin kendilerine Almanya'da daha iyi bir hayat kurmak için verdiği mücadeleyi konu alıyor. Filmin ilk sahnesi kuzenlerin bir parkta yalnız bir kadına kapkaç yapması ile açılıyor. Atina'da kendileri gibi kaçak göçmenlerin oluşturduğu gettoda yaşayan kuzenlerden Reda, uyuşturucu bağımlısı ve Şhatila'nın bütün birikimlerini madde almak için harcıyor. Şhatila her ne kadar öfkelense de kendisine emanet edilen bu kırılgan çocuğu terk edemiyor. Yeniden para bulmanın yollarını ararken kendilerini kaçakçı gibi gösterip göçmenleri dolandırıyorlar. Reda, sonunda yaptıkları yanlışlardan duyduğu utançla 'Biz kötü insanlarız Şhatila' diyor. Kahramanına Şhatila adını verecek kadar Filistin direnişine aşina olan yönetmen, Mahmut Derviş'in "Kalen kuşatılmış kurtuluş yok / Düşersem kaldır beni / İsimlerimiz paramparça edilmiş / Ya var olacaksın ya yok olacaksın" şiiriyle de ülkesine selam gönderiyor. Ancak yine de dünyanın en izzetli halkının sinemadaki temsilinde Filistinli göçmenleri kapkaççı, uyuşturucu müptelası' olarak resmedildiğini görmek can yakıcı. Elbette Yabancı Topraklarda hayatta kalmak hiç kolay değil. Gerçekler filmde izlediklerimizden belki çok daha sert. Ama yine de perdede görmek istediğimiz Gazze'deki gibi güçlü karakterler...
GELECEK HERKESİNDİR, YAŞLILAR HARİÇ!
Gabriel Mascaro'nun 2025 Berlin Büyük Jüri Ödülü ve Ekümenik Jüri Ödülü alan yeni filmi Mavi İz, yaşlılık ve yaşlılar üzerine ilgi çekici bir hikâye. Dünyanın pek çok ülkesi hızla yaşlanırken 'yaşlı nüfus' tıpkı 'yalnızlık' gibi yeniçağın problemlerinden biri olarak karşımızda duruyor. Yönetmen Mascaro belli ki bu problematikten etkilenerek yaşlıların neredeyse tecrit edildiği bir evren oluşturmuş. Yarı dispotik bir anlatı olan Mavi İz de Brezilya Hükümeti'nin yaşlılar konusunda aldığı kararlara uymak istemeyen Teresa'nın arayışını perdeye taşıyor. İlerleyen yaşına rağmen çalışmaya devam eden ve tek başına yaşayan Teresa, 'gelecek herkesindir' anonslarının yapıldığı bir gün beklemediği bir durumla karşılaşır. Gelecek herkesindir denilse de yaşlılar o gelecekte hayatın dışında tutulmaktadır. Kurallara uymayanlar yakalanıp Teresa'nın 'kırışıklar kağnısı' dediği tahtadan bir kafes içinde ait oldukları yere götürülmektedir. Brezilya Hükümeti, 80 yaşın üzerindeki herkesi "kendi iyilikleri" için özel kolonilere göndermektedir. Ancak yaş sınırı 75'e indirilir. Amazon kıyısındaki bir kasabada yaşayan 77 yaşındaki Teresa'ya da o güne kadar topluma kattıkları için teşekkür edilir. Küçük barakasına bir plaket çakılır ve koloniye gitmesi söylenir. O güne kadar çalışmak ve kızını yetiştirmek dışında kendi hayatı için hiçbir şey yapmayan Teresa, uçağa binme hayalini gerçekleştirmek üzere yola çıkar. Ancak kurallar gereği artık velayeti kızındadır ve bilet almak da dahil her adımında kızından izin alması gerekmektedir. Bu durumu kabullenmeyen Teresa, kaçak olarak bir tekneyle uzun bir yolculuğa çıkar.