AKSAM.COM.TR
ALİ DEMİRTAŞ
Türk sinemasının belleği çoğu zaman filmlerden, afişlerden ve anılardan ibaret sanılır. Oysa bu belleği canlı tutan, geçmişin tozlu raflarını sabırla aralayıp bize bugünü anlamamız için ışık tutan insanlardır. O isimlerden biri de usta sinema tarihçisi ve yazar Burçak Evren... Kendisi o insanların en kıymetlilerinden biri. Onunla yapılan her sohbet, sadece sinema tarihine değil, bu ülkenin kültürel hafızasına da açılan bir kapı gibidir. Karşınızda Burçak Evren; yaşarken koca bir tarih hâline gelmiş bir anlatıcı, bir arşivci, bir tanık... Hiç durmadan üretiyor; yazıyor anlatmaya devam ediyor. Yeni kitapları raflardaki yerini almak için gün sayıyor. Biz de yoğun vaktinin tam ortasında fotoğrafçı arkadaşım Çağrı Çapık ile birlikte evinde bir araya geldik. Neler konuştuk neler... Buyurun Evren ile portresine ve sinemaya dair yaptığımız keyifli, sinemamız için bir arşiv niteliği taşıyacak sohbetimize...
Ali Demirtaş ve Burçak Evren
YAZARAK HEM EĞLENİYOR HEM DE DİNLENİYORUM
Değerli hocam nasılsınız, şu ara hayata dair neler düşünüyorsunuz, kafanızı neler meşgul ediyor?
Bilmiyorum... Bu yaşlarda durup ara sıra geçmişe duyulan özlemin tadını da çıkarmak gerekir. Ancak öyle olmuyor. Geçmişin kurgusuyla oynama yerine ileriye bakarak o özlemin içine eksik kalan ya da ıskalanmış bir şeyleri de eklemek gerek. Bisiklet teorisi gibi bir şey bu. Devamlı pedalı çevireceksin, gideceğin yer hiç önemli değil, çok yukardakilerin belirlemiş olduğu bilinen bir adres. Kötü olan pedal çevirmekten vazgeçip düşme riski ya da korkusu... Bernard Shaw'ın dediği gibi "Bir isteğin olduğu sürece yaşamak için bir nedenin vardır. Kesin tatmin ölümdür..." Benimkisi de öyle bir şey... Yarım kalan hiçbir şeye geri dönüp bakma lüksü olmayan bir çalışma temposunu seçtim. Telaşlı bir hayat, biliyorum. Ancak yazarak hem eğleniyor hem de dinleniyorum. Her geçen gün ilerleyen yaşlar ise hiç ama hiç umurumda değil. Nasıl olsa bir şeyler hep yarım kalacak...
HERKESİN HOBİSİ BENİM MESLEĞİM OLDU
Sinema sizin için ne demek? Sinemayı bu kadar özel kılan şey ne hayatınızda?
Sinemayla olan ilişkimin nedenini hiç düşünmedim. Herkes gibi ben de sinemayı sevdim hem de çok sevdim. Bir de bana bir başka bir iş için teklif gelmedi. Derken herkesin hobisi benim mesleğim oldu. Onun içindir ki "Boş zamanlarında ne yaparsınız" dediklerinde sinemaya gidiyorum diyemedim. Hep dolu zamanlarımda gittim ve hâlâ da gidiyorum. Ondan kopup emekli olmak mümkün değil. İşin şakası bu. Doğrusunu itiraf etmek gerekirse yaşamımın hiçbir evresinde hiçbir zaman ne yönetmen ne oyuncu ne de senarist olmayı hiç aklımdan geçirmedim. İlişkimiz yalnızca yazma aşamasında kaldı. Karşılıksız, ölçülü ve de saygılı... Benim için sinema belki de Minotor'un Labirenti'nden Minos'un kızı Ariadne'nin ipini takip ederek kendi iç yolculuğuma çıktığım, bitmeyen bir serüven.
GAZETECİLİĞE DÜZELTMEN SERVİSİNDE BAŞLADIM
Sinema yazarlığına ve tarihçiliğine nasıl başladınız? Bu süreçte sizi en çok etkileyen kişi ya da olay neydi?
1969'da Bedii Faik'in sahibi, Falih Rıfkı Atay'ın başyazarı olduğu Dünya Gazetesi'nde önce düzeltmen servisinde gazeteciliğe başladım. O dönemlerde gazeteci olmak için düzeltmen servisinde bir süre çalışmak gerekiyordu. Aynı yıl sinema yazılarına başladım. Önce Sinematek ve Sinema Kulüp 7'nin üyesi olduğum için onların haberlerini yazıyordum, sonrasında eleştiri yazıları yazmaya başladım. Bu uğraş sırasıyla Yeni İstanbul, Yeni Ortam, Vatan, Günaydın, Milliyet ve Hürriyet'te devam etti. Sinema yazarlığına soyunmamda ansiklopediler de büyük rol oynadı. Meydan Larrousse ile başlayan bu süreç sanıyorum ondan sonra yayınlanan 10-12 ansiklopedide de sürdü. Bu ansiklopedilerde yalnızca sinema üzerine değil, tiyatro ve fotoğraf üzerine de birçok madde yazdım. Özellikle Meydan Larrousse'un yöneticilerinden Adnan Benk'in tümü profesör olan yüzün üstündeki yazarın arasına güven duyup öğrenci olarak yalnızca beni alması, o sıralar önce hukuk, sonrasında arkeoloji öğrencisi olan benim, sinema üzerine daha fazla yoğunlaşmama neden oldu.
Ara Güler tarafından çekilen Burçak Evren fotoğrafı
TUNCAN OKAN, SİNEMAYA İLGİ DUYAN GENÇLERİN GÖZDESİYDİ
Milliyet Gazetesi'nde uzun bir süre eleştiriler yazan Tuncan Okan, o dönemlerde sinemaya ilgi duyan gençlerin gözdesiydi. Yazdığı her bir yazıyı kesip arşiv yapardık. Hepimiz onun gibi olmak isterdik. Yeni Ortam'da kültür-sanat sayfasını Oğuz Atay'ın eşi Pakize Kutlu ile birlikte yönetirken bir gün Tuncan Okan telefon edip, "Benimle bir kahve içer misin?" diye beni Fono Film'e davet etti. Bu, onunla tanışmak için yıllardır beklediğim tekliflerin en güzeliydi. On dakika sonra onun yanındaydım. Çünkü Tuncan Okan'ın sahip olduğu Fono Film Stüdyosu Kemal Bisalman'ın sahibi olduğu Yeni Ortam Gazetesi'nin tam karşısındaydı. O güne dek bir türlü tanışma fırsatım -daha doğrusu cesaretim- olmamıştı. Bana işlerinin yoğunluğu nedeniyle Milliyet Gazetesi'nde film eleştirilerine son vermek istediğini ancak gazetenin genel yayın müdürü Abdi İpekçi'nin buna karşı olduğunu söyledi. "Eğer kendin gibi bir sinema eleştirmeni bulursan, belki o zaman olur" demiş. Okan, "Milliyet Gazetesi'nde benimle birlikte film eleştirileri yazmak ister misin?" dedi. Hiç düşünmeden "Evet" dedim. Sonrasında yazmaya başladım. Ancak o benimle birlikte hiç yazmadı. Köşesini tümüyle bana emanet etti. Milliyet'te yazmak güzeldi ama ondan daha güzeli idol gibi gördüğünüz saygın bir eleştirmenin sizi tercih edip köşesini emanet etmesiydi.
SİNEMANIN TARİHİ İLE İLGİLENMEM KAÇINILMAZDI
Sinema muhabirliği ile başladığım süreç, bir süre sonra beni sinema eleştirmenliğine oradan da sinema yazarlığına taşıdı. Sinemanın tarihi ile ilgilenmem de kaçınılmazdı. Bunlara yirmi yıl sürecek olan Selahattin Yıldız ile Bülent Vardar hocaların istek ve yönlendirmeleriyle sinema eğitmenliği de eklendi. Tuncan Okan'dan Nijat Özön'e, Baha Gelenbevi'den Faruk Kenç'e, Onat Kutlar'dan Adnan Benk'e, Selahattin Yıldız'dan Bülent Vardar hocalara dek birçok kişinin teklifleri benim bu meslekte bir şeyler yapma isteğime büyük katkı sağladı. Onların bana duyduğu güvenden ve onlarla birlikte çalışma olanağını yakalamaktan her zaman büyük onur duydum.
NEDENSE HERKES YÖNETMEN OLMAK İSTİYOR...
Sinema üzerine bu kadar kapsamlı araştırmalar yaparken, yazılar yazarken, kitaplar çıkarırken karşılaştığınız en büyük zorluk neydi?
Bizim coğrafyada yazmak kadar, yazdıklarını yayınlamak da sanıldığı gibi pek kolay bir uğraş değildir. Hele sinema üzerine yazıyorsanız bu zorluk iki kat daha artar. Çünkü herkesin bildiği gibi sinema izlendiği kadar okumaya açık değil. Bu okumama olgusuna sinema öğrencileriyle öğretim görevlilerinin de büyük bir kısmını dâhil edebilirsiniz. Bunu laf olsun diye söylemiyorum. Yirmi yılı aşkın sinema eğitmenliğim bana bunu çok somut olgularla gösterdi. İster öğrenci ister akademisyen; nedense herkes yönetmen olmak istiyor. Söylediklerimi sinema eğitimi veren okul, öğrenci ve eğitmen sayısıyla sinema üstüne çıkan kitap ve süreli yayınların tirajlarıyla karşılaştırdığınızda -ki bu karşılaşmaya sayıları bir hayli fazla olan sektördeki çalışanları dâhil etmiyorum- elde ettiğiniz veri bu sorunun sonuçlarını çok açık bir şekilde ortaya koyar. Tabii yayıncılar da bunun farkında olduğundan kendilerini riske atıp sinema kitabı basmakta biraz tereddüt ederler.
BELGE OLMADAN TARİH DE OLMUYOR KİTAP DA
Tabii tek sorun bu değil. Esas sorun kaynak yetersizliği ile bu yetersiz kaynağa ulaşma çabaları. Örneğin dün olduğu gibi bugün de sinema üzerine ciddi çalışma yapacakların gidecekleri hiçbir yer yok. Ne bir arşiv ne bir kütüphane ne de bir başka şey. Ne yazık ki belge/bilgi olmadan tarih de olmuyor kitap da. Çoğu zaman gündelik gazetelerle magazin dergilerine başvurarak sinemanın tarihini yazıyoruz. Kısacası yayıncılar sinema kitabı basmaya çekiniyor, çekinmeyenlerin bastıkları istenilen ve de arzu edilen bir şekilde satmıyor. Bu kitaplar hem sinema hem de tarih olunca iş daha da zorlaşıyor. Bizim yaptığımız bir çeşit Nasreddin Hoca'lık... Ya tutarsa...
SİNEMA TARİHİMİZDE DÖRT KIRILMA DÖNEMİ OLMUŞTUR
Türk sinema tarihine baktığınızda, sizce en belirleyici kırılma noktaları nelerdir?
Bu sinema tarihine nereden bakıp hangi kriterle yorumlama tercihiyle ilgili. Tarihsel olay ve olgularla bakıldığındaki kırılmalar ile estetik açıdan baktığımızdaki kırılmalar kimi noktalarda örtüşür gibi görünse de aralarında büyük farklılıklar vardır. Sinemamızda en yaygın ve de bilinen dönemlerin başlangıç ya da bitiş tarihlerine bakıldığında tarihsel olay ve olguların öne çıktığı görülür. Oysa bu tarihlerin bir kısmında o dönemlerin sinemayla pek bir ilgisi yoktur. Örneğin 1922 ile 1938 arasındaki Tiyatrocular ya da Muhsin Ertuğrul Dönemi niye 1938'de biter de 'Geçiş Dönemi' bu tarihte başlar? Bu tarihin karşılığını o dönemin sinemasında bulmak ve buna somut bir yanıt vermek zordur. Ancak bu ilk dört dönemin başlangıç ve bitimindeki tarihler, filmlerin sanatsal özellikleriyle estetik değerlerin yorumlanmasından çok sinema alanını tarihsel olayların arasına sıkıştırma kolaylığından kaynaklanmıştır.
Muhsin Ertuğrul
BU DÖNEMLERDEN YALNIZCA İLKİ OLUMLU
Eğer 1922 tarihi aynı zamanda Muhsin Ertuğrul'un çektiği ilk film nedeniyle dönemin başlangıcı olarak ele alınmışsa da bu doğru değildir. Çünkü Muhsin Ertuğrul Türkiye'de çektiği bu ilk filmden önce Almanya'da üç film çekmiştir. Buradaki tercih; Muhsin Ertuğrul'un sinemaya girişiyle sinemadaki diğer çalışmalarından (oyuncu, senarist, yönetmen ve yapımcı) soyutlanarak, Türkiye'de çektiği ilk filmden yana kullanılmıştır. Buna karşılık 'Sinemacılar Dönemi' bu dönemden çok, bir önceki dönemin tüm özelliklerini içeren ve sırf Lütfü Akad'ın ilk filmi olduğu için "Vurun Kahpeye" ile başlatılmıştır. Muhsin Ertuğrul döneminde ıskalanan ilk film olma değerlendirmesi, 'Sinemacılar Dönemi'nde, bir dönem başlangıcı olarak kabul görmüştür. Buna benzer örnekleri çoğaltmak mümkün. Ancak bunların yerine koyacağımız ölçütler de yok gibidir.
SİNEMAMIZI RADİKAL BİR BİÇİMDE ETKİLEYEREK...
Bana göre sinema tarihimizde üçü ekonomik nedenlere, biri tarihî bir olaya bağlı dört kırılma olmuştur. Bu kırılmanın ilki 1960 darbesinde 'Altın Dönem', ikincisi TRT'nin ulusal düzeyde yayına başladığı yetmişlerin ilk yarısında ortaya çıkan 'müstehcen'/arabesk filmlerle ortaya çıkan 'Karanlık' ya da 'Yitik Yıllar Dönemi', üçüncüsü yetmişli yılların başında ağırlığını hissettiren video olayı ve son olarak 80'li yılların sonunda Yabancı Sermaye Yasası'nda yapılan değişiklik nedeniyle ulusal sinemanın korunma duvarlarının büyük ölçüde yıkıldığı ve Yeşilçam'ın sonunu hazırlayan dev ABD şirketlerinin ülkemizde doğrudan doğruya şirket kurup gösterim ve dağıtım alanına sahip olmalarıyla oluşan 'Majörler Dönemi'. Bu dönemlerden yalnızca ilki olumlu, diğerleri ise sinemamızı radikal bir biçimde etkileyerek ekonomik olarak çökmesine neden olan olumsuz kırılmalardır. Bazı kesimlerin son kırılma dönemini 'Bağımsız Sinemacılar Dönemi' ya da 'Post Yeşilçam Dönemi'ne zemin hazırladığı için olumlu olarak tanımlamaları da pek yanlış sayılmaz.
Türk sinemasının temel ilk üç sorunu ne diye sorsam ne cevap verirsiniz?
Örgütsüzlük, ilkesizlik ve de estetikten yoksunluk...
SİNEMAMIZIN BİR BÖLÜMÜNE TEK ADAM OLARAK EGEMEN OLAN MUHSİN ERTUĞRUL USTA MIDIR?
Bir yönetmene ustalık tanımını neler kazandırır, sizin için Türk sinemasında usta yönetmenler kimlerdir?
Ustalık terminolojik olarak bir alanda uzmanlaşmış, deneyimle ve yetenekli olduğunu gösteren bir terimdir. Usta aynı zamanda üst düzeyde performans sergileyen en önemlisi kendi alanında örnek alınan, özdeşleşmek istenen kişidir. Günümüzde kültür sanat alanında ustaların yerini duayenler almış durumda. Yaşını başını almış, o meslekte uzun süre kalmış herkese, o geçen zaman ne yaptığı sorgulanmadan, araştırılmadan hemen; usta ya da duayen deniliyor. Alan için hoş ancak aynı zamanda bir dizi sakıncaları içeren bir durum. Örneğin sinemamızın bir bölümüne tek adam olarak egemen olan Muhsin Ertuğrul usta mıdır, değil midir? Tartışılan bir konu. İlk Müslüman Türk kadınına, sanatın, sinemanın tiyatronun kapısını açan, sinemada başta sesli ve renkli ilk filmlere imza atan, birçok sinema oyuncusunun yetişmesine zemin hazırlayan kişiye usta denemez mi? Ancak diğer taraftan sinemayı tiyatronun verileriyle kotarmaya çalışan bir yönetmeni bu alanda kaç meslektaşı örnek alabilir ki? Ya da bir ömrü sinemada tüketmiş olanlara -hatta yüzlerce filmde oynamış- ancak geride hiçbir tortu bırakmamış ya da bir diğer söyleyişle ilgilendiği alanda hiçbir düzeyli eser verememiş, bir değer katamamış kişilere ne kadar usta denebilir?
Metin Erksan
METİN ERKSAN İLE YILMAZ GÜNEY BENİM İÇİN TARTIŞMASIZ USTADIR
Lütfi Akad ile kitabını yazdığım Atıf Yılmaz'a 'Ustasız Ustalar' adını vermiştim. Ayrıca örnek alındıkları ve sinemamızın normlarını tüm olumsuz koşullara karşın bir üste taşıma gayreti içinde olup aykırı filmlere imza atan Metin Erksan ile Yılmaz Güney de benim için tartışmasız birer ustadır. Yenilerden Nuri Bilge Ceylan'ın ustalığını kim inkâr edebilir ki? Ancak günümüzde usta ve duayen sanatçılardan geçilmiyor. Bir meslekte yaş almış herkes usta ve duayen olabiliyor. Film festivalleri bile her yıl beşer beşer usta ve duayen sanatçılarımızı başarı, onur, emek ödülleriyle değerlendirebiliyor. Ne var ki sinemamız ustası ve duayeni bu denli bol olan bir sanat dalımız değil.
Sizce Türk sineması zirvesini hangi zaman diliminde hangi filmlerle yaşamıştır?
Sosyo-ekonomik ve kimi tarihsel olgularla sinema sektörümüzdeki radikal değişim dönüşümlerin arasında dolaylı bir iletişimden söz etmek mümkün. Sinemamızın klasik dönemlenmesine bakıldığında bu dönemlerin başlangıç ve bitiş yıllarının üretilen filmlerin estetik ya da sinemasal değerlerinden çok tarihsel dönemlerin daha baskın olduğu ortaya çıkar. Örneğin 1922-1938 arasında 'Tiyatrocular Dönemi' ya da 1950 -1960 arasındaki 'Sinemacılar Dönemi'nin başlangıç yıllarında göze çarpan o tarihlerin sanatsal olgulardan çok tarihsel dönemlere denk düştüğü kolaylıkla görülür. Bu denk düşmeyi bir rastlantı ya da tarihsel olgu ve olayların sinemadaki yansıması olarak kabul etmek mümkündür.
SİNEMAMIZIN BİR ÇEŞİT 'AYDINLANMA ÇAĞI'
Bana göre sinemamızın en önemli dönemlerinden biri, birçok dönemde olduğu gibi isim babalığını yaptığım 1960 ile 1967/68 arasındaki 'Altın Dönem'dir. Çoğu dönem çalışmalarında göz ardı edilen ve işin daha garibi sıradan bir dönemmiş gibi algılanıp, algılatılmak istenen bu dönem, sinemamızın panayır eğlence anlayışından kurtularak sanatsal bir olgu olduğunun kanıtlanmaya çalışıldığı ve bu konuda hatrı sayılır çalışmaların ortaya çıktığı Türk sinemasının bir çeşit 'Aydınlanma Çağı'dır. Sinemamızdaki bu 'Altın Dönem', Demokrat Parti'nin sonunu hazırlayan, kimilerine göre 'darbe', kimilerine göre ise 'devrim' olarak tanımlanıp bir süre bayram olarak da kutlanıp sonradan kaldırılan 27 Mayıs'taki askeri yönetimin darbe/devriminin önceleri sol gösterip sonraları sağ gösterdiği bir aralığın tam orta yerine denk gelir. Bu kısa ya da görece özgürlük rüzgârlarının estiği bir dönemde sinema ortamımızda ne bundan öncesinde ne de bundan sonrasında hiçbir zaman tanık olamadığımız olumlu olgular birbirinden etkilenerek adeta bir domino etkisi yaratıp bir dizi değişimin oluşmasına zemin hazırladı.
"Yılanların Öcü" filmi
YILANLARIN ÖCÜ'NDEN GURBET KUŞLARI'NA...
Türk sinemasında ilk defa, mevcut iktidarın bir süre görmezden geldiği sansür olgusunu geri çekmesinden oluşan geçici özgürlük ortamı, gerçekçilik ya da 'toplumsal içerikli filmler' tanımlaması içine soktuğumuz filmlerin bu dönemde toplu halde ortaya çıkmasına neden oldu. Erksan'ın "Gecelerin Ötesi (1960)", Ün'ün "Kırık Çanaklar (1960)", Göreç'in "Otobüs Yolcuları (1961)", Erksan'ın yasaklı Fakir Baykurt'un eserinden sinemaya aktardığı "Yılanların Öcü (1962)", ilk kez Türk sinemasına uluslararası A tipi bir film festivali olan Berlin'de Altın Ayı ödülünü kazandıran "Susuz Yaz (1962)", Refiğ'in "Gurbet Kuşları (1963)", Göreç'in "Karanlıkta Uyananlar (1965)", Dormen'in "Bozuk Düzen (1965)", Sağıroğlu'nun "Bitmeyen Yol (1966)", Akad'ın "Hudutların Kanunu (1966)", Erksan'ın bugün bile aşılamayan "Sevmek Zamanı (1966)" filmleri... Türk sinemasının bütün zamanların en iyi 10 film listesine girecek yapımların en az altısı bu kısa dönemin içinde yapıldı.
TÜRK SİNEMASINDA İLKLERİN DÖNEMİ
Sinema ortamımızda yine ilk kez örgütlenme bilincinin farkına varılıp bir dizi mesleki örgütün ortaya çıkması bu dönemde oldu. Türk sinemasının aydınlar katında önemsenmesine neden olan Nijat Özön'ün "Türk Sinema Tarihi - Dünden Bugüne 1896-1960" kitabı yine bu dönemde yayımlandı. 1964'te, daha sonra Türk Film Arşivi ve Sami Şekeroğlu Sinema-TV Merkezi adlarını alan "Kulüp Sinema 7", Ankara Sinema Derneği, 1965'te Türk Sinematek Derneği kuruldu. Sinemayı konu alan en uzun soluklu magazin dergilerinden Ses, teorik olarak irdeleyen "Yeni Sinema", "Özgür/Ulusal Sinema" dergileri yine bu dönemde yayınlandı. İlk kez 1962'de Türk Filmler Yarışması 1964'te Antalya Şenliği, 1969'da Adana Festivali yine ilk kez bu dönemde faaliyete geçti. Ancak her güzel şey gibi bu dönem de pek uzun ömürlü olmadı, mevcut iktidar sol göstermekten vazgeçip sağ vurmaya başlayınca sansür de eskisinden daha etkin bir şekilde ortaya çıktı. Türk sinema tarihimizde hiçbir dönem bu dönemdeki gibi ilklerin yoğun bir şekilde yaşandığı bir dönem düzeyine erişemedi.
Ali Demirtaş ve Burçak Evren
KÜLT FİLM YARATMA SAPLANTILARIYLA TARİHE BAKILMAZ
Türk sinemasında hangi filmler ve yönetmenlerin ıskalandığını düşünüyorsunuz?
Anakronik bir bakışla tarihin yeniden, bugünkü değer ölçütleriyle yorumlanmasına taraftar olanların düşüncesinde değilim. Resmi tarihe çelme takmak ile anakronik bakışa sahip olmak aynı şey değildir. Biri nesnellik, diğeri ise öznellik içerir. Öte yandan zamanında farkına varılmayıp harcanmış olanların peşine takılıp onları günümüze taşıyarak yitirdiklerini iade etmek sıkı bir tarihçiliği de beraberinde taşır. Bizim ne böyle film ve yönetmenlerimiz var, ne de tarihçilerimiz. Fantezi ya da kült film yaratma saplantılarıyla tarihe bakılmaz. Tarih belgelerle yazılır.
ERKSAN ASLA HARCANMIŞ BİR YÖNETMEN DEĞİL
Bu konuya ilişkin birkaç örnek verelim. Örneğin Alp Zeki Heper'in "Soluk Gecenin Aşk Hikâyeleri". Yönetmenin gösterilmemesini vasiyet ettiği bu film doğal olarak herkesin merakını da çekiyor. Bu filmi özel gösterilerde -son kez de rahmetli Sami Şekeroğlu'nun ölümünden birkaç ay önce- izleme olanağı buldum. Doğrusunu söylemek gerekiyorsa ne kimilerinin işe yaramaz dediği kadar kötü, ne de bir kült film olacak kadar değerli. Farklı yanları, bakışları ve sinema dili olarak zamanının sinema alışkanlıklarını alt üst etmeye yönelik bir film. Harcanmış değil, yönetmeni tarafından bilinçli bir şekilde harcanmış bir film. Bir diğer yönetmen ise hiç kuşku yok ki Metin Erksan. Erksan da asla harcanmış bir yönetmen değil. Filmleri de -Sevmek Zamanı dışarda tutulursa- döneminde gereken ilgiyi görmüş, sonrasında keşfedilmemiştir. Bana göre Erksan harcanmış değil, kendini harcamış ya da kendisinden beklentilerin karşılığını yapacağı filmlerle değil de "ulusal sinemanın" peşine takılıp zamanın hoyratlığına yenik düşmüştür.
Fotoğraflar: Çağrı Çapık
*Röportajın 2. bölümü 5 Aralık'ta yayınlanacaktır.