AKSAM.COM.TR
ALİ DEMİRTAŞ
Sinema tarihine adanmış bir ömür, arşivlerde saklı kalan hikâyelerin peşinde geçen onlarca yıl... Türkiye'de sinema yazarlığı, arşivciliği ve araştırmacılığı söz konusu olduğunda akla gelen ilk isimlerden biri kuşkusuz Burçak Evren. Hem akademik bir titizlikle hem de tutkuyla sürdürdüğü çalışmalarıyla sinema kültürünün hafızasını diri tutan Evren ile Yeşilçam'dan günümüz sinemasına uzanan geniş bir yolculuğa çıktık. Söyleşimizde yalnızca filmleri ve yönetmenleri değil, sinemayı bir bütün olarak oluşturan detayları da konuştuk. Bu röportaj, bir sinema emekçisinin biriktirdiklerine yakından bakmak isteyenler için...
Ali Demirtaş ve Burçak Evren
SİNEMAMIZ ŞAHA MI KALKTI?
Türk sinemasının ruhunu ve kimliğini net olarak kazanması ve kavramsallaşması adına; neler yapılmalı? Türk sineması ne yaparsa dünya üzerinde de "Türk sineması" başlığını kazanır? Sizce Türk sineması neden global ölçekte yeterince temsil edilemiyor?
Sinema yazarlığına başladığım yıllardan bugüne dek bu ya da buna benzer sorularla karşılaştım. Hemen bilgiçlik maskemi takıp; bilinen, ezberlenen ancak hiçbir işe yaramayan ya da ne toplumda ne de sinema sektöründe bir karşılığı ya da alıcısı olmayan şeyleri yineleme sıkıcılığına düşmeyeceğim. Bu sorunun yanıtını yıllar yılı sinema okullarının açılıp eğitimli bir kuşağın yetiştirilmesine bağlamıştık. Birçok sinema eğitimi veren okul açıldı. Sinemamız şaha mı kalktı? Ya başarılı yönetmenlerin büyük bir çoğunluğu okullu mu oldu? 80'li yılların sonunda sağdaki ve de soldaki tüm partilerin tüzüklerinde sinemayla ilgili hep aynı cümle yer alıyordu. "Türk sinemasını çağdaş bir düzeye ulaştıracağız..." Ama nasıl? Bunun yanıtını hiçbir parti hiçbir zaman açıklama gereğini duymadı. Ama bu şablon cümle yıllar yılı yinelenip durdu. Eğitimi, ekonomiyi, sporu, politikayı, demokrasiyi istenilen ve arzu edilen bir konuma getirmek için nasıl değiştirmeniz gerekiyorsa sinemayı da aynı nedenlerle değiştirmeye çalışacaksınız. Hepsi bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlı...
AİDİYETİN TERCİHİ TARTIŞMA KONUSU OLMAZ
"Türk sineması" mı "Türkiye sineması" mı tartışmalarına siz nasıl bakıyorsunuz?
"Türk" ve "Türkiyeli" belirli zaman aralıklarıyla servis edilen farklı ideolojik görüşlere sahip bazı kişi ve grupların üzerinde kolaylıkla sörf yapabileceği bir tartışma alanı. Üzerinde o kadar konuşulup tartışıldı ki, ancak ortak bir noktada buluşma yok. Olacağını da sanmıyorum. Bu iki kelimenin ne ifade ettiği ya da toplumda nasıl algılanıp karşılığının neye denk düştüğünü görmek için savunanlarına bakmak yeter. Benzer durum sinemamız için de geçerli. Berlin, Cannes, Venedik'te hatırı sayılır bir ödül alana sen Türkiyeli misin yoksa Türk müsün diye sorulmaz. O filmi yaratanlar kendilerini nasıl tanımlıyorlarsa öyledir. Aidiyetin tercihi tartışma konusu olmaz.
ÖTEDEN BERİ ÖNEMİ KAVRANMAYAN, KANAYAN BİR YARA
Kaybolmaya yüz tutmuş filmler ve arşiv çalışmaları hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizce bunlar için acilen ne yapılmalı?
Arşivcilik ya da daha genel bir tanımlamayla sinemamızın belleğini oluşturan bilgi ve belgeler sinemamızın öteden beri anlamını tam olarak kavrayamadığı, önemsemediği kanayan yaralarından biri. İşin garibi bu önemsememe olgusu sinemamızın başlangıcından günümüze dek bir miras olarak taşınagelmiş. Genelde bu durum hem sinemayı oluşturanların konumlarıyla hem de bu alanın kamuoyundaki karşılığı ile doğru orantılı. Konumla/karşılığının "kültür" olduğunu sanırım söylemeye gerek yok. Önceleri bir panayır eğlencesi olarak algılanıp, sonrasında yer yer yönetimlerin rüsum gelirlerinde bar, pavyon ve benzeri eğlence grubu içine sokulup değerlendirilen sinemanın geleceğe ilişkin bir bellek olabileceği çok sonraları düşünülmeye başlanmış. Ancak hiçbir zaman bu düşünce bir bütün olarak gerçekleşme aşamasına getirilememiş.
SARAYBURNU'NDAN DENİZE ATILAN FİLMLER
Sinemamızın neredeyse doğum tarihiyle aynı zaman dilimine denk düşen görünüşte bir arşiv oluşturma girişimi ya da gerçek yanıyla sinemanın propaganda olarak kullanılma isteği ilk olarak iyi niyetli ancak yetersiz olan paramiliter bir kuruluş olan MOSD (Merkez Ordu Sinema Dairesi) ile atıldı. Sonrasında gayeleri yalnızca ekonomik bir getiriye sahip olmayı içeren yine benzer yapıya sahip Malul Gaziler, Müdafaa-i Milliye ve Donanma cemiyetleriyle devam ettirilmek istenmiş olan "toplama" ya da "bir araya" getirme amacına yönelik çalışmalar 1922 ile 1938 yılları arası Tiyatrocular Dönemi'nde ilk özel sinema şirketleri olan Kemal ve İpek Film tarafından yalnızca kendi yapımlarına dönük basit bir depolamaya dönüştürülmüştür. Sonrasındaki özel ve belediyeye ait depolamalar, filmlerin kent dışına taşınarak kenti güven altına alma düşünceleri ve bir dizi ihmalkârlıkların sonucu olan yangınlar, bırakın bir bellek oluşturacak arşivlemeyi, koruyucu bir depo olarak bir araya getirmeyi bile ne yazık ki mümkün kılmamış. Sinema tarihimizde sinema depolarındaki yangınlar bir kent efsanesi oluşturabilecek kadar trajiktir. Buna bir de yersizlik nedeniyle sahipleri tarafından alınmayan filmlerin çuvallara konarak Sarayburnu'ndan denize atılmaları ile kimi filmlerin ayakkabı bağının uçlarında kullanılmak için ayakkabıcılara satılmış olanları vardır ki saymakla bitmez.
TÜRK SİNEMATEK DERNEĞİ, SİNEMAMIZDA GEÇMİŞE İLİŞKİN NE VARSA ONDAN UZAKLAŞTI
Arşivciliğin ilk basamağı olan toplayarak bir araya getirme eylemi birkaç tekil çelimsiz örneğin dışında 60'lı yılların ilk yarısına denk aynı ihmalkârlık ve de anlayışsızlıkla sürüp gelmiş. Sinemamızın bir bakıma "aydınlanma çağı" olarak tanımlayabileceğimiz 1960'lı yılların ilk yarısından önce Türk Sinema arşivinin (Daha sonraları Prof Sami Şekeroğulu Sinema-TV Merkezi adını almıştır) ilk nüvesi olan "Kulüp Sinema 7" ve ondan birkaç yıl sonra da 1965'de Türk Sinematek Derneği'nin kurulması sinema tarihimizde ilk defa bir arşiv oluşturma düşüncesini de gündeme taşımış ve bu konuda iyi niyetli ancak istenilen düzeyde olmayan ilk çalışmalar yapılmaya başlanmış. Toplama olgusunu amaçlayan ilk çalışmalarda Film Arşivi önemli mesafeler alırken, ana amacı arşiv oluşturmak olan Türk Sinematek Derneği bu alanı görmezlikten gelerek deyim yerindeyse ıskalamıştır. Sonrasında birçok önemli işe imza atan Sinematek Derneği'nin eleştirilere açık en zayıf noktalarından biri olurken, arşiv oluşmasını sağlayacak en elverişli zaman/ortamdan yararlanma olayı elden kaçırılmıştır. Çünkü bu dönemde yani 60'ların ilk yarısında birkaç eksiği ile Türk sinemasının tüm kurucuları hayatta olduğu gibi, farkına varılmayan bilgi/belgelerin tümü de depolarda kendilerine sahip olacakları bekliyordu. Ancak, Türk Film Arşivi'nin yalnızca film kutularına yönelmesi, Türk Sinematek Derneği'nin de sinemamızda geçmişe ilişkin ne varsa ondan adeta uzaklaşma konusundaki yanlış politikası depolarda bekleyen onca bilgi ve belgenin zaman içinde yok olmasının bugüne dek telaffuz edilmeyen tek nedenidir.
SAHİPSİZLİK YA DA EL KOYMALARLA TELAFİSİ OLMAYAN OLUMSUZLUKLAR...
Günümüzdeki durum da ne yazık ki eskisinden pek farklı değil. Özellikle kişi/özel arşivler başta olmak üzere yapılan birçok olumlu çalışmalar da yine ihmalkârlık, sahip çıkamama ya da el koyup kayyum atanmalarla bir anda onların da geleceğini kuşkulu bir zemine sürüklenmesine neden olmuştur. Örneğin Prof. Sami Şekeroğlu Sinema-TV Merkezi, Mithat Alam Merkezi, Türk Sineması Araştırmaları ve özel arşivlerden başta Turan Gürkan, Erman Şener, Giovanni Scognamilo ve Agâh Özgüç arşivleri sahipsizlik ya da el koymalarla telafisi olmayan olumsuzluklar yaşamış ve yaşamaktadır. Kısacası bugün, tüm bunların sonucunda Türk sineması üzerine araştırma/inceleme yapacak kişilerin başvuracağı hiçbir kurumumuz bulunmamaktadır. İşin en tedirgin edici yanı ise bu tür kurumlara hiçbir gereksinim duyulmamaktadır. "Belge yoksa tarih de yoktur, bellek de." diyebileceğimiz bir süreçten geçtiğimizi söyleyebiliriz.
HER ŞEYİYLE BİZDEN OLAN ZAMANE BİR SEYİR TÜRÜYDÜ
Sizce Yeşilçam dönemi Türk toplumu üzerinde nasıl bir iz bıraktı?
Kamusal alanda ailece, mahallece üç kuşağın ufak bir ücret karşılığında açık ve kapalı sinemalarda birlikte izleyip, birlikte keyif aldığı, o dönemleri görmüşlerin çoğunun geçmiş yaşam kurgusunda önemli bir yeri olan bir eğlence, yeri doldurulamayıp alternatifi olmayan ama her şeyiyle bizden bir seyir türüydü.
ÖDÜL VERECEK FİLM BULMAKTA ZORLANIYORUZ
Son yıllarda Türk sinemasında yapılan bağımsız filmleri nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu filmler içerisinde önemli sayabileceğimiz filmler var mı?
Ben sinemamızın son on üç ya da on beş yılını 'Art House Filmler Dönemi' olarak tanımlıyorum. Bağımsızlar olarak da 'Post Yeşilçam Dönemi' ile örtüştürdüğüm Nuri Bilge Ceylan, Derviş Zaim, Zeki Demirkubuz vs. yönetmenlerle başlayan 1990'lı yılların ortalarından sonraki dönemi vurguluyorum. Siz herhalde son yıllarda sinemamıza -daha çok da ana akım filmlerin yokluğundan ötürü festivallerimize- egemen olan art house filmlerden söz ediyorsunuz. Ben bu dönemi -bir önceki dönemden gelen yönetmenlerle, bu dönemde film yapan çok az sayıda yönetmeni dışarda tutarak- yapılanların iyimser bir tahminle yüzde sekseninin bir görüntü çöplüğü ile film yokluğundan kimi festivallerimize zorunlu olarak dâhil edilen "çakma festival filmleri" olarak görüyorum. Biraz ağır olacak ama bunların bizim tanımladığımız "filmlerle" pek bir ilgisi yok. Film olmanın en doğal standartlarından bile yoksun, iyi niyetli ama oldukça amatör işler. Bu dönemde jürilerinde yer aldığım film festivallerinde yalnızca ben değil, jürideki diğer genç üyelerle bırakın yalnızca en iyi filmi, diğer dallardaki ödülleri bile belirlerken bir hayli zorlanıyor, hatta o dallarda ödül verilip verilmemesi tercihlerini söz konusu edebiliyoruz. Bu benim yaşımdan kaynaklanan dönemsel bir olumsuzluk eleştirisi değil, sinemaya bakışlarını beğendiğim genç kuşak eleştirmenlerle de konuştuğumda aşağı yukarı aynı noktalarda buluşabildiğim bir sorun...
BU TÜR FİLMLERE SİNEMAMIZIN DEĞİL, FESTİVALLERİN İHTİYACI VAR
Bu tür filmlere sinemamızın, sinemaseverlerin değil, festivallerin ihtiyacı var. Ancak onların yerine konacak ana akım türünde bir alternatifimiz de maalesef yok. Birçok kişi ailece evde izleyecekleri filmleri festivallere gönderiyorlar, ne gariptir ki bunların birçoğu yarışmalı bölümlerde kabul görüyor. Veren memnun, gönderen memnun. Örneğin A tipi bir festivalimizin yarışmalı bölümüne değer görülmeyip elenen bir film ne gariptir ki aynı yılın, birkaç ay sonra bir başka A tipi film festivalinin yarışmalı bölümüne seçilip en iyi film olabiliyor. Ya bu filmler görülüp değerlendirilmiyor ya da görülüp de bir haftalık festival tatili için görmezden geliniyor. Bir diğer yandan festivallerimizde ödül üzerine ödül toplayan filmlerden vizyona çıkma başarısını gösterenlerin gişe gelirleri de ortada. Kısacası; bol ödüllü, az seyircili, küçük bütçeli, büyük reklamlı, geleceğe tortu bırakmayan, büyük bir çoğunluğunun sinema tarihimizde adlarından bile söz edilmeyecek "B tipi" filmler modasını oluşturan bir ara dönemden geçiyoruz.
KÖTÜ BİR FİLMİN BİLE ETKİLENEBİLECEK TEK BİR KARESİ OLABİLİR
Bugüne kadar sizi en çok etkileyen Türk filmi hangisidir ve neden?
Yaşamınızın değişik evrelerine sığdırdığınız onca filmin karşılığını tek ya da birkaç filme bir filme indirmek hem olanaksız hem de haksızlıktır. Olanaksızlık; nicelik ve nitelik olarak seçeneklerin çokluğundan, haksızlık ise her bir kişinin geçmiş zaman kurgusundaki masumiyetle, mahremiyetinin deşifre edilmesinden ötürüdür. Her filmin, hatta kötü bir filmin bile etkilenebilecek tek bir karesi olabileceğini düşünenlerdenim. Üstelik etkilemenin yalnızca filmlerin size sunduklarından ibaret olmayıp biraz da sizin o filmi okurken onda bulduklarınızda var olabileceğini sanıyorum. Ayrıca yaşam sürecinin her bir dönemi bir başka etkiye açıktır. Biraz politik olacak ama benim dünyamı anlatan değil de sunduklarıyla beni değişim dönüşme davet eden, yanıtını bulamadığım, bulmakta zorluk çektiğim, onca sorunun karşılığını veren filmler etkiler beni. Kimi filmlerde ise yalnızca bir sahne, bir plan ya da ne bileyim yerine koymakta zorluk çekip karşılığını bir türlü bulmadığınız bir monolog ya da diyalog bile denk düştüğünde sizi bir yerlerinizden vurur, bir afiş örneğin yüreğinizin bir yerlerinde hep takılı kalır. Sinema böyle bir şey...
SİNEMA BİR BAŞKA YÖNE EVRİLDİ ANCAK BUNA AYAK UYDURAN YOK
Türkiye'de film eleştirmenliğinin geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Ayrıca bugünün dijital ortamında (YouTube, sosyal medya vs.) yapılan film eleştirilerini nasıl buluyorsunuz?
Sayıları çok az da olsa keyifle okuduğum eleştirmenler var. Yalnızca birkaç kişinin dışında tutarlılık, ilkesel bir bakış açısı ve devamlılık yok. Bir görünüp bir yok oluyorlar. Dijital ortamlar benim pek sıcak baktığım bir şey değil. Çinlilerin dediği gibi "En iyi bellek kâğıt ve kalemdir." Matbu olmayınca kalıcılık da olmuyor. Sinemayı teorik acıdan irdeleyen tek bir matbu sinema dergisinin yayınlanmadığı bir süreçten geçiyoruz. Agâh (Özgüç) gittikten sonra Türkiye'de yılda kaç film çevrildiğini bilen tek bir kişi yok. Sinema olgusu bir başka yöne evrildi ancak bu evrilmeye ayak uyduran yok. Sinema eleştirmen ve yazarlarının ortaya çıkabilmesi için sinema dergilerinin önemi çok büyük. Üstelik gündelik basında da bırakın sinemayı, kültür/sanat sayfalarına bile -birkaçı hariç- rastlamak mümkün değil. Bu olumsuz koşullarda eleştirmen nasıl yetişebilsin ki? Sanırım sinemayı yazın alanında takip edenler kitlelerle değil de kendi aralarında bir çeşit mektuplaşıyor. Bir bakıma yazarı da kendileri okuru da...
SİNEMACI YETİŞTİRMEKTEN ÇOK YETİŞTİRMEME ÜZERİNE KURGULANMIŞ BİR EĞİTİM SİSTEMİ
Türkiye'de sinema eğitimi yeterli mi? Neleri geliştirmek gerekir? Türkiye'deki sinema eğitimi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Eğitimin en büyük ve en başta gelen sorunlardan biri olduğu bir coğrafyada sinema eğitimi nasıl olmalıdır sorusunu olumlu şekilde yanıtlanmak gerçekten zor. Bunun yanıtını bir yazarı ya da tarihçisi olarak değil de 20 yıla yakın birçok üniversite, sanat okulu ve kursta ders veren biri olarak veriyorum. Genelleme yanlışlığına düşmek istemiyorum ama sinema eğitimi veren birkaç üniversitemizin dışında özellikle özel üniversitelerde, sinemacı yetiştirmekten çok yetiştirmeme üzerine kurgulanmış bir eğitim sistemi egemen. Buna bir de alt yapıdan yoksun, isteğe göre değil puana göre yönlendirme eklemlendiğinde iş daha da karmaşık bir hâl alıyor. Amaç, sinemacı yetiştirmeye değil ücreti karşılığında oyalamaya yönelik oluyor. İşin daha üzücü yanı ise bunu o okullarda ders veren hocaların büyük çoğunluğu biliyor. Sinemayı sevdirmekten çok, sinemadan uzaklaştırmaya yönelik bir eğitim sistemi. Böylesine bir eğitimin sonuçları da bunu inkâr etmiyor. Sinema okullarından mezun olanların kaçta kaçı sektörde ya da bu alanda iş bulacak bir yeterliliğe sahip? Araştırıldığında ortaya çıkan sonuçlar pek iç açıcı değil. Ya eğitimi verenler? Onları bana değil de öğrencilere sorduğunuzda daha net ve de doyurucu yanıt alabilirsiniz. Ancak sinemayı gerçekten önemseyen, sinema eğitimine hak ettiği ölçüde değer veren üniversite ve hocalarımız da yok değil. Onlara haksızlık etmek istemem. Ama sayıları o kadar az ki...
YAPABİLECEĞİM HER ŞEYİ BİR ARADA YAPMAYA ÇALIŞIYORUM
Şu an ne yapıyorsunuz? Ne üzerine çalışıyorsunuz? Ayrıca yakın dönem plan ve projelerinizden de bahseder misiniz?
Yapabileceğim her şeyi bir arada yapmayı çalışıyorum. Telaşlı yaşlarda olmak bir bakıma bu süreci hem yoğunlaştırıyor hem de hızlı olmasını zorunlu kılıyor. Her gün sekiz saat bilgisayarın başındayım. Daha önce tamamladığım yaklaşık bin beş yüz sayfalık "Gayr-ı Resmi Yeşilçam Ansiklopedisi"nin görsellerini derliyorum. Ayrıca Adana Film Festivali'nde baskı aşamasında iken bir dizi talihsizlik sonucu basılamayan "Başlangıcından Günümüze Sinema Dergileri" kitabını bir kez daha gözden geçiriyorum. Sanırım bu yıl basılması mümkün olacak. Şu anda iki kitap üzerinde yoğunlaştım. Birinin ön çalışmaları bitti. İlki bir starımızın biyografik çalışması. Bir süredir birlikte çalışıyoruz. Bir diğeri ise Fuat Uzkınay'ın yaşamı. Ailesi tüm belgeleri bana emanet etti. Sanırım bu kitabın çalışması uzun bir süre isteyecek. İlk bölümü bitmek üzere.
BİNLERCE FOTOĞRAF VE BELGEYİ BENDEN SONRASINA HAZIRLAMAYA ÇALIŞIYORUM
Kitaplardan arta kalan zamanda ise yediye yakın akademik dilde yazılan sinema makalesi bitmiş durumda. Bunların biri geçen aylarda Müteferrika dergilerinde yayınlandı. Bir diğeri ise yine sözü edilen derginin yılbaşı sayısında yer alacak. Ayrıca uzun süredir İstanbul'daki Beyaz Rus sanatçılarla ilgili çalışmalara devam ediyorum. Fotoğrafçı Vlademir Sander (Veli Demir) ve Jul Kanzler'den (İzzet Kaya) sonra son olarak yine Beyaz Rus fotoğrafçı M. Oko üzerine yaptığım araştırma da bitmiş oldu. Daha önce yayımlanan "Sinemamızda Beyaz Rus Sanatçılar" makalelerimi kitap olacak şekilde genişletiyorum. Son olarak tamamladığım bir çalışma daha önce Tombak ve de Finansal Forum'da yayımlanan "Phebüs'ün Atı" adlı makalemin yeni belgelerle oldukça genişletilmiş kısmı. Kitap çalışmalarımın dışında bir avuç aydının bir araya geldiği "Koleksiyoncular Platformunun" çalışmalarını yönetici kadrosu içinde sürdürmeye devam ediyorum.
BİR SONRAKİ KUŞAKLARA ULAŞTIRMA GAYRETİ İÇİNDEYİM
İlerlemiş yaşlarda olmanın oluşturduğu bir telaş da öteden beri üzerinde çalışıp da bir türlü sonuca ulaştıramadığım sinema, fotoğraf ve efemera arşivi. Binlerce fotoğraf ve belgeyi benden sonrasına hazırlamaya çalışıyorum. Zor bir iş... Fuat Uzkınay Ailesi, Baha Gelenbevi, Faruk Kenç, Süreyya Duru, Yılmaz Atadeniz, Yılmaz Güney başta olmak üzere birçok sanatçının ve Anadolu'daki film depolarının, koleksiyoncuların, sanatçının bir açıdan bana "emanet" olarak verdiklerini bir sonraki kuşaklara ulaştırma gayreti içindeyim. Bir düş kurduğumun farkındayım ama el konulan Sami Şekeroğlu ile dağılan Agâh Özgüç ve diğer sinema arşivlerinin benim başıma da geleceğinden ciddi şekilde endişeliyim. Bu konuda dışardaki kimi üniversite ve arşivlerle bağlantı içindeyim. Önemli olan bu tür arşivlerin paylaşıma sunulabilmesi. Sorun; arşivin kimde ve nerede olduğu değil, yaygın olarak nasıl paylaşılabildiğinin önem kazandığı bir süreçten geçiyoruz.
SİNEMA TARİHÇİLİĞİ YARIM KALMIŞLIK HİSSİ VEREN BİR ŞEYİ TAMAMLAMAK...
"Yaşayan bir tarih" olduğunuzun ve sinemamız, tarihimiz adına çok önemli bir isim olduğunuzun farkında mısınız? Bu anlamda hiç kendi hayatınıza ve yolculuğunuza bakıyor musunuz? Aklınızdan neler geçiyor, bu yolculuğu nasıl tanımlıyor ve adlandırıyorsunuz?
Bu tür tanımlamaların karşılığına denk düşmesem de doğrusunu söylemek gerekirse genç kuşak meslektaşlarımdan böylesine iltifatlar almak hoşuma gitmiyor da değil. Ancak bu tür yaklaşımlar içerdiği övgünün yanında bir yükü, bir sorumluluğu da omuzlarınıza yüklüyor. Üstelik taşınması kolay olmayan, zaman içinde katlanarak büyüyen bir yük. Şikâyetçi miyim? Asla... Okudukça, araştırdıkça, yazıp izledikçe, ne kadar eksik olduğumu da görebiliyorum. Bunun sonu yok... Hep çalışmanız hep üretmeniz -eğer sinema tarihi ile de ilgileniyorsanız- hep araştırmanız, toplamanız, hep yeni bir şeylere ulaşmanız gerekiyor. Farkındalık yaratmak, kendinizle gurur duymanız için değil, hep yarım kalmışlık hissini veren bir şeyleri tamamlamak, yarınlarda onu benden daha iyi yapacaklara bir şeyleri bırakabilmek için. Bu tür bir uğraşı, bir tutku, bir hırs hatta bir saplantı ya da dizginlenemeyen bir hobi ile "yaşayan bir tarih" yakıştırmasının içini doldurma hevesi olarak da tanımlayabilirsiniz. Belki tümü, belki de hiç biri. İnanın hepsi kabulümdür...
Ali Demirtaş ve Burçak Evren
SİNEMA BENİM MESLEĞİM DEĞİL, YAŞAM BİÇİMİM
Bir de sinemanın herkesçe ezberlenmiş resmi tarihine çelme takmak hoşuma gidiyor. Sinema benim mesleğim değil, yaşam biçimim... Hukuk da, arkeoloji de okudum, yarım asrı aşkın, sürekli basın kartı taşıyan ve hâlâ da gazeteciliği sürdüren biriyim. Ancak bunların hiçbiri benim yaşam puzzle'ındaki sinemanın ve efemeranın yerini alamadı. Bir Afrika sözü "Leoparın kuyruğunu sakın tutma, tutarsan da sakın bırakma" der. Benim sinema ile ilişkim de öyle bir şey. Sinemamızın tarihi ile ilgili çalışmalar yapmak, bir şeyler üretmek hele hele yarının genç tarihçilerine bizim ısladığımız konularda araştırmalar yapmaları için yüzde birini dahi kullanamadığım bir arşivi bırakabilmek beni mutlu ediyor. Elbette ki "yaşayan bir tarih" olarak tanımlanmak güzel bir şey. Ancak gururlanmak için sanırım çok erken. Önemli ve kalıcı olan, yitip gittikten sonra yazılacak tarihin içinde anımsanacak biri olabilmek.
Fotoğraflar: Çağrı Çapık