Lizbon'un yedi tepesini keşfedelim

Lizbon, zamanın 1950'lerde asılı kaldığı bir film setini andırır. İstanbul gibi yedi tepe üzerine kurulu bu şehirde, her yokuşun sonu sizi nefes kesici bir manzaraya, yani “Miradouro” adı verilen seyir teraslarına çıkarır.

AKŞAM GAZETESİ

Lizbon'u keşfetmeye başlamak için en doğru nokta, şehrin ruhunu en saf haliyle taşıyan Alfama mahallesidir. 1755'teki büyük Lizbon depreminden sağ kurtulan ender bölgelerden biri olan Alfama, labirenti andıran daracık sokakları, birbirine yaslanmış evleri ve iplere asılı çamaşırların yarattığı samimi atmosferiyle sizi anında içine çeker. Burayı gezmenin en ikonik yolu, meşhur 28 Numaralı Sarı Tramvay'a binmektir. Ancak tramvay çok kalabalıksa yürümeyi tercih edin; çünkü Castelo de São Jorge'ye yani Aziz George Kalesi'ne çıkan yokuşlar biraz yorucu olsa da, kaleden görünen kiremit rengi çatılar ve Tejo Nehri manzarası tüm yorgunluğunuza değecektir.

BOHEM YAŞAMIN MERKEZİ

Şehrin "aşağı" kısmı olan Baixa ise ızgara planlı caddeleri ve şık meydanlarıyla Alfama'dan tamamen farklı bir çehreye sahiptir. Nehrin kıyısında yer alan Praça do Comércio, devasa kapısıyla şehrin en görkemli noktasıdır. Buradan, trafiğe kapalı Rua Augusta Caddesi boyunca yürüyerek sanatçıların ve bohem yaşamın merkezi Chiado'ya çıkabilirsiniz. Chiado'da, dünyanın en eski kitapçısı olan Livraria Bertrand'ı ziyaret edebilir veya ünlü şair Fernando Pessoa'nın heykeliyle fotoğraf çektirmek için Café A Brasileira'da bir kahve molası verebilirsiniz. Baixa ile Chiado'yu birbirine bağlayan ve demir işçiliğiyle Eyfel Kulesi'ni anımsatan Santa Justa Asansörü ise şehrin mühendislik harikasıdır.

KEŞİFLER ÇAĞI'NA YOLCULUK

Şehir merkezinden tren veya tramvayla kısa sürede ulaşabileceğiniz Belém bölgesi, Portekiz'in denizcilik tarihine adanmış bir açık hava müzesi gibidir. Vasco da Gama'nın Hindistan seferine çıkmadan önce dua ettiği Jerónimos Manastırı, Manuelin mimarisinin en görkemli örneği olarak burada yükselir. Hemen nehir kıyısında, şehrin simgelerinden biri olan Belém Kulesi yer alır. Biraz ileride ise, devasa bir gemi pruvasını andıran Keşifler Anıtı, Portekizli kaşiflerin okyanuslara açıldığı o cesur günleri selamlar. Burası, Lizbon'un sadece romantik değil, aynı zamanda ne kadar köklü ve görkemli bir tarihe sahip olduğunu kanıtlayan duraktır.

MASAL DİYARI SİNTRA'YA SEYAHAT

Lizbon'a kadar gelmişken, sadece 40 dakikalık bir tren yolculuğuyla ulaşabileceğiniz masal diyarı Sintra'yı görmemek büyük bir kayıp olur. Lord Byron'ın "Muhteşem Cennet" olarak tanımladığı Sintra, sisli ormanları ve birbirinden ilginç saraylarıyla mistik bir yerdir. En tepede yer alan Pena Sarayı, sarı ve kırmızı renkleri, masalsı kuleleriyle gerçeküstü bir görüntü sergiler. Ancak Sintra'nın asıl gizemi Quinta da Regaleira'dadır. Bu malikanenin bahçesindeki, yerin derinliklerine inen ve "İnisiyasyon Kuyusu" olarak bilinen ters kule, Tapınak Şövalyeleri ve sembollerle dolu gizemli bir yolculuk sunar.

OKYANUS HAVASI İÇİN ROTA CASCAIS

Okyanus havası almak isteyenler içinse rota bellidir: Cascais. Bir zamanlar balıkçı kasabası olan Cascais, bugün şık plajları ve lüks villalarıyla Portekiz Rivierası olarak anılır. Buraya kadar gelmişken, Avrupa kıtasının en batı ucu olan Cabo da Roca'ya da uğrayın. Sarp kayalıkların okyanusla buluştuğu bu noktada, rüzgârın gücünü hissetmek büyüleyicidir. Ünlü şair Camões'in dediği gibi:"Burası karanın bittiği, denizin başladığı yerdir."