sibel.ates@aksam.com.tr
Bir kitap yazdı yer yerinden oynadı. Kimi “bunlar da şiir mi” dedi, kimi “kâğıt israfı”. Kimi de “Survivor’dan sonra yazar oldu” dedi. “Türkiye’nin Dostoyevski’siyim” diye demeçler verdiğini iddia edenler de oldu. Oysa Yunus Günçe ne şiir yazmıştı ne de bu ilk kitabıydı. En iyisi sözü Eyvallahım Var kitabının yazarı Yunus Günçe’ye bırakalım…
‘Eyvallahım Var’ adlı kitabınız yeni çıktı, öncelikle hayırlı olsun diyelim…
Eyvallah.
Yazıyla ilişkiniz nasıl başladı?
Sürekli birçok şey yapmak, üretmek isteyen birini düşünün! İşsiz, umutsuz, hayal kurmaktan bile vazgeçmek üzere. Ne korkunç değil mi? Hiçbir şey yapamıyor. Hiçbir işe yaramıyor. Amca, dayı, en küçük oğul ve kardeş... Baskın bir iktidarsızlık hissi kaplamış her yerini. Hareket alanı daracık kalmış. Kıpırdayamıyor. Kıstırılmış o daracık, o lanetli alana. Çıkmak zorunda oradan. Nasıl çıkacak peki? Yazarak! Yazmak benim çıkış biletim, haritam oldu.
Bugüne kadar en iyi anlatabildiğiniz şey ne oldu sizce?
Kendime göre bir dilim, dilimin bir matematiği var. Yazı benim için başka türlü akar. Kelimelerle, ifadelerle, anlatımlarla alışılmadık bir frekanstan bağlıyız birbirimize. Çoğu zaman ben yazıya, yazdıklarıma gitmem. Onlar gelir bana. Yazmak bir mecburiyete dönüşür. Aslında sadık ve sade bir yazıcıdan başka bir şey değilim. Sadakatim yazdıklarıma. Sadeliğim dilimde. Basit ve sade arasındaki farkı anlayamayanların yazdıklarıma ulaşamaması bundandır belki de. Ulaşanlar ise şifrelerimi çözmüş. Bana gelen, yazmak zorunda kaldığım her şeyi hakkını vererek anlatmaya gayret ederim. Borç ödemek gibi. Doğru yazı ritmimi yakaladığımda her şeyi yazabileceğimi düşünüyorum. Uykuyla ilişkimi, babamı, ailemi, kadını, ilişkileri anlatırken daha hızlı yakalıyorum o ideal ritmi.
TÜCCAR DEĞİLİM
Hiç anlatamadığınız, anlatılmaz bulduğunuz ne oldu peki?
Anlatamamak diye bir şey olmadı şu ana kadar. Anlatamadığımı anlatmak olur en fazla. Bundan utanacağımı sanmıyorum. Benden büyük, benden güçlü şeyler olduğunu çok önce kabul ettim. Teslim olduktan sonra ufkum açıldı zaten. Pes etmedim ama. Bunu anlattım iki kitapta da. “Alttan alarak üste çıkmak” diye bir olgudan bahsettim.
Okurlarınızın sizden vazgeçebilme ihtimali size neler yaptırtabilir?
Hayatımın hiçbir evresinde onay bekleyen, beğenilmek için taklalar atan biri olmadım. Hele yazmaya başladıktan sonra hiç beklemem. Yazdıklarımın arkasında değilim ben. Bana ihtiyaçları yok. Muhtaç değiller. Yazdıklarımın içindeyim ben. Küstahımdır yazarken. Ama kibirli değilimdir. Kibre ihtiyacı yok yazdıklarımın. Yeterince küstahlar çünkü. Küstahlık üzerinde çok düşündüğüm olgulardan biri. Yazar küstahlığı ve hak edilmiş küstahlık diye kavramlar olduğuna inanıyorum mesela. İnsanlar ikiye ayrılır. İnsanlara duymak istediklerini söyleyenler ve insanlara kendi duyurmak istediklerini söyleyenler. Ben ikinci gruptayım. Riskli bir grup bu. Riskli ve zor. Kolayı seçenlerin zoru seçenleri anlamasını beklemiyorum. Yazdıklarımdan başka şeyler düşünmeye başlarsam, yazamam. Çok tehlikeli bir yer orası. Ben tüccar değilim. Malını satmaya çalışan bir esnaf değilim. Yazdıklarımı kimse okumasa ne olur? Yazdıklarımı değiştirir mi bu? Yok mu olurlar uzayda? İnandıklarımı yazdığım için yazdıklarıma inanıyorum demeyi çok gereksiz buluyorum. İmza günlerinde parmak izimi de basıyorum. Neden sizce?
BENİ SEVMESELER DE OLUR
Hangi kesimin beğenisini ya da ilgi kaybını daha ağır, daha ciddi yaşarsınız: Okurların mı yoksa seyircinin mi?
Okurla izleyici filtresi her zaman aynı olmaz. Aynı şeye aynı şekilde bakmazlar. İki tarafa da sadığımdır. Onları hayal kırıklığına uğratmamak gibi öncelliklerim var. Kendini sevdirmeye çalışan bir zavallı olmak yerine buna odaklanıyorum. Beni sevmeseler de olur. Yeter ki varlığımı kabul etsinler. Onaylamasalar da, kabul etsinler. Herkesin sevdiği biri olmak, yavaş yavaş intihar etmektir nazarımda.
ŞİİR Mİ, DEĞİL Mİ, ANLAMAMIŞLAR
Sizi öven de çok, eleştiren de. Onlara da “Eyvallah” der misiniz?
Yazdıklarıma vakit ayıran, bana “şans veren”, merak eden çok ciddi sayıda insan var. Ben onları yani olumluyu esas alıyorum. Onların içinde de yazdıklarımı sevmeyenler olmuştur ya da olacaktır. Zaten konu bu değil. Sevmeyene hesap soracak kadar şuursuz biri değilim. Yeter ki neden sevmediğini bilsin. Bir yazının şiir olup olmadığını anlayamayan birinin fikrini umursayamam. Ondan beslenemem çünkü öğrenemem. Ambulansın arkasına takılanların, engelliler otoparkına park eden engelsizlerin(!), yere tükürenlerin de umursamam fikirlerini. Zaten hepsi aynı benim için. İlla bir duygu beslemem gerekirse, o duygu, acıma olur en fazla. “Eyvallahım Var” bir düşünce biçimi, bir öğreti, bir felsefe. Tahammüllü olmayı anlatıyor. Ama melek olmaktan bahsetmiyor. Doğru zamanda, doğru yerde, doğru konuda ve doğru koşullarda eyvallahım var benim. Kavga etmekten vazgeçmedim yani. Hep haklı olamayacağımı anladım ben. Hepsi bu!
Tam da bu şiir meselesini soracaktım. Şiir yazdığınızı söylüyorlar oysa siz şiir yazmıyorsunuz.
Bu durum beni mutlu ediyor aslında. Yapacağımı söylediğim, hedeflediğim şeyi başarmışım: Yazının formunu bozmuşum. Yazdıklarımı şiir sananlar yüzümde bir gülümsemeye vesile oluyor. Başarının gülümsemesi. Eksik olmasınlar. Benim hiç şiir kitabım yok. Yazdıklarımın arasında çok tür var. Deneme var, fikir yazısı var, öykü var. Tek bir tür yok: Şiir! Ben bir şiir yazdım. Onu da babama yazdım. “Ben babamın eline doğdum. Babam elime öldü…”
Gerçekten “Türkiye’nin Dostoyevskisiyim” dediniz mi?
Demedim. Der miyim? Aklım başımdadır benim. Aklı başında, şuuru açık herkes zaten hemen anladı demediğimi. Onlar tuzağa düşmedi. Kanmadılar. Yazdıklarımı okuyanlar, yazdıklarımın kitap yazmakla hiç ilgili olmadığını görebilir. Ben başkası olmaya çalışmanın düşmanıyım, karşıt maddesiyim, antiteziyim. Kendim olmaktan başka derdim yok. İlla biri olmak isteseydim de Yaşar Kemal, Âşık Veysel olmak istediğimi söylerdim.
BANA SALDIRANLARIN BEŞ HAMLE İLERİSİNDEYİM
Bizde övgü yerine sövgü daha çok prim yapıyor. Ne dersiniz?
Kötü olmak kolay çünkü. Oturduğu yerden, ayaklarını uzatıp, kıpırdamadan kötü olan çok insan var. Hem kötü hem tembeller. Mutsuzlar. Neden mutsuz olduklarını, nasıl mutlu olabileceklerini düşünmek yerine mutlu olanlar da mutsuz olsun istiyorlar. Virüs gibiler. Hızlı yayılıyorlar. İyi olmak emek ister oysa. Kötü olmaya karşı çıkar iyi olanlar. Bu da sanıldığı kadar kolay değildir. İyi olmakta ısrar etmek yorar mesela. Sabır ister. İnat ister. Herkes kararını versin: iyi mi olacaksın, kötü mü? Kötü olanlar daha seslidir. İyi olanlar ses çıkarmak yerine iyi olmakla ilgilenir. Sebep bu galiba. O kötüler, “Hasta Olana Kızılmaz” yazımı okusunlar. İki kitapta da bana saldırabileceklerini sandıkları her şeyi çok önce yazdığım ortada. En az beş hamle ilerisindeyim o kötülerin. Ben çok ileride de değilim. Onlar çok geride. Ve bazılarının nefreti kimilerinin sevgisi kadar çok şey söyler bana. Beni kimlerin anlamadığını, sevmediğini görünce “oh be! İyi ki anlamamışlar, iyi ki sevememişler!” diyorum. Doğru insanlar anlamamış, sevememiş beni. Doğru yoldayım. Anlaşılmamak büyük ödül oluyor bazen.
Sizi bir yazar olarak en çok neler kırar? Ne olursa yaralanırsınız?
Başıma gelenleri, hissettiklerimi yazıya dönüştürmeyi öğrendim. Yazabildiğim sürece kolay kolay kırılmam. Savunma hakkımdır benim yazı. İsyan ederim, itiraz ederim, severim, överim, kızarım... Katartik bir şeydir yazmak benim için. Çok güzel, doya doya ağlamak, gülmek gibi. Bir yazı makinesi oldum ben! Beni bozmak kolay değil artık! Sağlam bir makine oldum. Eyvallah. Son olarak şunu söylememe izin verin: İki kitap da adım adım ilerler. Yazan ve okuyan ele ele yürür. Yazılanlarla, yazılanların içinde. Mesela biri, “okuyana kılavuz” diye başlar, diğeri “yazıya hazırlık” ile.