Suburbicon: Hitchcockian bir şaheser

BAŞAK BIÇAK

basakbicak@gmail.com

George Clooney, yönetmen koltuğuna oturduğu altıncı uzun metraj filmi Suburbicon’la enfes bir filme imza atıyor…

Coen Biraderler ve George Clooney işbirliği, Clooney’nin başrolünde yer aldığı 2000 tarihli O Brother, Where Art Thou?’dan (Neredesin Be Birader?) bu yana devam ediyor. Intolerable Cruelty (2003), Burn After Reading (2008) ve son olarak geçtiğimiz yıl izlediğimiz Hail, Caeasar! (2006)… Şimdi ise bu işbirliği, bir adım daha öteye taşınıyor ve George Clooney, altıncı uzun metraj filmi Suburbicon’ın senaryosunu Coen Biraderlere emanet ediyor…Aslında Suburbicon, Coen Biraderlerin daha önce tasarladığı fakat hayata geçirmediği bir hikâyeden yola çıkıyor ve tam da Coenlerin senaryolarına yakışır bir biçimde film noir (kara film) türünde geziniyor. Her ne kadar “taklitçi” yorumlarına maruz kalsa da, meyve veren ağacın taşlanması misali George Clooney de, Hitchcockyen bir yaklaşımla çektiği Suburbicon sebebiyle epey eleştiriliyor fakat “öykünme” ki, bana kalırsa Clooney’nin stili bir öykünmeden fazlası değil; bu sinemanın doğasına uygun bir tavır. Hatta sinemanın usta yönetmenlerinin işlerini biçimsel olarak kopyalamak -elbette aynı zamanda yeni bir şey ortaya koyarak- olağan karşılanıyor; üstelik sinema tarihinin klasiklerine ya da duayen isimlerine yakın duran işler izlemek pek çoğumuzun hoşuna da gidiyor. En azından ben, Suburbicon’ı zevkten dört köşe olmuş bir biçimde, bir Alfred Hitchcock filmi izler gibi keyifle izledim. Bu bile benim gözümde, Clooney’nin bu filmde kullandığı stili meşru kılmaya yeter. Suburbicon’ın hikâyesine gelince… 1950’li yıllarda, Suburbicon isimli ekseriyeti beyazlardan oluşan insanların oturduğu bir banliyönün tanıtımıyla açılan film, hemen ardından bir postacının Suburbicon’daki evin kapısını çalıp, kapıyı açan siyahi kadını evin hizmetçisi sanmasıyla birlikte seyircisinin zihninde “ırkçı” bir hikâye anlatacağı yönündeki ilk fikri tohumu atıyor. Nitekim bir süre sonra Mayers ailesiyle ve onların Suburbicon’daki varlığına karşı çıkan “beyaz” mahalle üyeleriyle tanışıyoruz. Mayers ailesinin hikâyesi yüzünden George Clooney, ırkçılık meselesine dair zayıf bir yaklaşım sergilediği gerekçesiyle de pek çok kişi tarafından eleştirilmiş ancak Suburbicon, siyah-beyaz çatışmasına yönelik bir söylem geliştirme kaygısı taşımıyor. Filmin asıl hedefi, başlangıçta zekice bir twist yaparak bize böyle düşündürmesine rağmen çok daha farklı… Mayers ailesi sadece ana hikâyeye yardımcı olmak amacıyla senaryoya yerleştirilmiş ve başından sonuna kadar anlatının duygusal tonunu ve ana fikri desteklemeye yarıyor. Çünkü Suburbicon’ın asıl meselesi Lodge ailesi… Matt Damon’ın, Gardner Lodge isimli bir babayı canlandırdığı, Julianne Moore’un, biri Gardner’ın eşi olan ikiz kız kardeşler Rose ve Margaret’a hayat verdiği ve küçük oğulları Nicky (Noah Jupe) ile tamamlanan çekirdek aile… Tam da Suburbicon mahallesinde olması gereken türden, ideal bir aile yapısı… Fakat bu yapı, Coenlerin incelikle tasarladığı ve seyircinin ırkçılık yüzünden olduğuna inandığı bir olayla bir anda çatırdamaya başlıyor ve tahmin edeceğiniz üzere, sonrası çorap söküğü gibi geliyor. Suburbicon, bu noktadan itibaren Lodge ailesini ilmek ilmek çözmeye, gerilimi ve tansiyonu yükseltmeye devam ederken; Mayers ailesinin başına gelenleri de aynı oranda yükseltiyor. Her iki aile de, paralel bir biçimde finale doğru artan bir felakete sürükleniyorlar ancak Suburbicon çok doğru bir kararla, iki hikâyeyi birleştirmiyor. Çünkü gerçekte göstermeye çalıştığı, iki ayrı baba figürü ve onların olaylar karşısındaki farklı tutumları. Gardner Lodge’un, gözlüğünün ilk kırıldığı andan itibaren çatlamaya başlayan “mükemmel planı” ve finale doğru küçük bir çocuk bisikletiyle yola düşmesiyle ifade edildiği gibi tamamen çöken stratejisi ile baba Mayers’ın, tüm tehditlere rağmen ailesini korumaya çalışan tavrıyla özetleniyor her şey. 

TANSİYONU YÜKSEK MELODİLERİYLE...

Her iki ailede de, olaylar evin içerisinde yaşanıyor ve Lodge ailesinde evin içinden büyüyüp gelişen ve her şeyi yok eden “yılan” ki bu Mayers ailesinin küçük ferdinin Nicky’ye verdiği yılanda temsil ediliyor, Mayers’larda dışarıdan gelen bir tehdide dönüşüyor. Suburbicon, ideal baba tasviri üzerinden aslında, ilk başta beyaz ailelerin yaşadığı Suburbicon’da betimlenen ideal Amerikan ailesini ve “ideal insanı” eleştirirken, bunu ırkçılık mefhumundan yola çıkarak yapmıyor. Bilakis, ideal sandığımız “beyazın” aslında siyah olabileceği, önyargıyla yaklaştığımız “siyahın” da beyaz olabileceği gerçeğiyle yüzleştiriyor. Başka bir deyişle, ideal diye bir şeyin olmadığını ve ideal insan kavramını sorguluyor. Ve bunu çok basit şifreler üzerinden formüle ederek, etkileyici bir anlatım dili geliştiriyor Suburbicon.  Coenlerin bu ustalıklı senaryosuna, Hitchcock’un sarışın figüründen, gerilim notalarına, cinayetleri gölgelerle anlatmasından, meşhur bulutlarına değin hemen hemen tüm kodlarını hikâyesine yerleştiren Clooney,  James D. Bissell’in dönemi harika bir biçimde yansıtan yapım tasarımı ve Alexandre Desplat’nın tansiyonu her daim yüksek tutan melodileriyle enfes bir filme imza atıyor.