Sofizm'in gerçek yüzü!..

MURAT ÇETİN

info@muratcetin.org

1990'lardan itibaren, Amerika merkezli batılı devletler tarafından; İslam ülkelerinde “sofizm” hareketini canlandırıp; Müslümanları “cihat” ruhundan uzaklaştırmak ve pasifize etmek için yapılan her türlü çalışmaya destek vermişlerdir. Bu destek sonucunda ise; hesap rakamlarına sığmayacak miktarda para; Pakistan, Afganistan, Irak, Suriye ve Türkiye’ye gönderilmiştir. Bu ülkelerde paranın teslimat adresi ise; o bölgelerde nüfusu kuvvetli ve etki alanı geniş hocalar(!) ve şeyhler(!) olmuştur. Günümüzdeki şeyhlerin ve hocaların “batı sempatizanı” olması, Kur’an ‘sız ve hadis siz bir dini yayma çabaları; yalnızca  “sofizmden” ibaret bir İslamiyet'in halka anlatılması ve halkın sadece bu yönden yetiştirilmesi(!) istenmiştir. Hatta bundan bir kaç sene evvel bir tarikat liderinin Amerikalı bir heyet tarafından cezaevinde ziyaret edilmesi  ve “Size Mısır’da, Pakistan’da ve Afganistan’da medreseler açalım” şeklinde bir teklifle gidilmesi; o tarikat şeyhinin de bu olayı televizyon ekranlarında canlı yayında itiraf etmesi; bu iddiamın en bariz delillerinden biridir.

Sofizm ile “ılımlı İslam” projesi aynı muhteviyata sahip ve eşdeğer projelerdir. Son dönemlerde sofizmin diğer bir versiyonu olan “ılımlı İslam'ın” temsilcisi kabul edilen soytarının maskesinin düşmesiyle, batılı devletler oyunlarını devam ettirmek için; bu sefer de yeni birilerini nazara verip, İslam aleminde sofizm hareketini canlandırmaya başlamıştır. Ülkemizde İslam’ı temsil eden “bazı kurumların” içine de batının beslemesi “müsteşrikler” nüfuz ederek, bir kısım alimleri yanlarına çekmenin gayreti içerisine girmişlerdir. Türkiye'de sofizm maskesi altında, İslam dinine tıpkı FETÖ gibi yeni bir “darbe” yapılarak tahrif edilmek isteniyor. Üst akıl bu oyununu ve projesini Müslümanlara hiç hissettirmeden; sofizm perdesi altında bitirmek istiyor. Dedikodudan, yalandan, keşfu-kerametten ve bir kısım menkıbelerden ibaret bir İslamiyet'i  Müslümanlara kabul ettirmek istiyorlar. Sofizm ile yalan ve cerbezeyi iyi kullanan bir kısım şeyhler “Ben İsa'yı ve  Musa'yı gördüm” gibi yalanlarla; sözde kerametlerini(!) anlatarak halkı kandırmayı ve hurafelerden ibaret bir dini hakim kılmayı istiyorlar. Bunlar sofizmi getirmek için bir kısım dışı süslü, içi kof sözlerin arkasına saklanıyorlar. “Biz herkesin ahlaklı ve erdemli olmasını istiyoruz; biz ahlaklıyız ve küresel barış istiyoruz. Yahudileri, Hristiyanları, hatta Müşrikleri de hoş göreceğiz. Çünkü biz masivadan vaz geçmişiz. Masivadan vaz geçen ve Lailaheillallah diyen herkes birdir ve eşittir. Hepimiz Allah'ın kuluyuz ve birbirimizi hor görmeyiz” gibi aldatıcı sözler söyleyip; bu inancı yavaş yavaş kabullendirmeye; neticede ise iman ve küfür farkını ortadan kaldırıncaya kadar yerleştirmeye çalışıyorlar. “Her şeyi hoş göreceksin, çünkü; her şeyi Allah yaratmış” diyorlar. Böyle bir inanç yerleştiği takdirde Kur'an'ın tüm ahkamı silinir ve bir tek hükmü bile kalmaz.

KUR’AN’IN AHKAMI NEDİR?

Rabbimiz Kur'an'da efendimiz (asm) için, “Sen mutlaka en güzel ahlak üzerinesin” diyor. Bu noktaya çok dikkat etmemiz gereklidir. Bediüzzaman Hazretleri 11. Lem'a Sünnet-i Seniyye risalesinde Efendimizin ahlakını; ilmi, ameli ve edebi olarak üçe ayırıyor. İtikat ilmi, tatbikat ameli, nikah,  gazete ve radyo gibi şeyler ise edebi ahlakı ifade ediyor.

Kur’an’da geçen, “Sen büyük bir ahlak üzerinesin” ayetini Sahabe-i Güzin efendilerimiz, Hz. Ayşe validemizden sorarlar. Hz Ayşe annemiz ise “O'nun ahlakı Kur'an'dır” şeklinde cevap verir.

Şu anda ahlak diye söylenen şey “ulmanidir”. Yani; mason cemaatinin ahlakıdır. Bu düşüncede olanlar diyorlar ki; “Kim sana ne derse desin, bir kulağından girsin, diğerinden çıksın. Herkesi hoş gör.” “Hoş gör” dedikleri zaman da, “Yanında hoş gör ama, arkasından ise yılan gibi ısır” diyorlar.

Müslümanları pasifleştirmek için diyorlar ki, “Sen sofisin. Din zaten ahlaktır. Sen sofiliğine bak, içtimaiyata karışma.


Bu tehlikeyi teyit eden bir hadiseyi anlatmak istiyorum: Yahudilerin riyasetinde Fransa ve İngiltere, İmamı Gazali zamanında Kudüs-ü şerife girmişlerdi. Bu menfur olay tam yüz sene devam etti. İlk olarak İmamı Gazali, Kudüs'ü bu haçlı mezaliminden kurtarmak için harekete geçti. O zamanın halifesi, halkı cihada teşvik ediyordu.. Fakat ne yapıyorsa yapsın; kimse bu davete iştirak etmiyordu. Ehli medrese “Biz ilimle meşgulüz, o yüzden cihada gelmeyiz” diyorlardı. Ehli tekke olan sofiler ise “Cüneyd-i Bağdadi böyle demiş” “Beyazıd-ı Bestami şöyle demiş” diyorlar” deyip masivadan vazgeçtiklerini iddia ediyorlardı. Sofilerden birisi “Enel hak” diyor, öbürü ise başka şeyler söylüyordu. Diyorlardı ki “Zaten Resul-u Ekrem demiş ki, “Küçük cihattan, büyük cihada dönüyoruz.”. Biz de büyük cihat olan nefsimizle mücahade ediyoruz; o yüzden küçük cihat olan silahla mücadeleye gitmiyoruz.” Bu batıl fikirler nesep cihetiyle Yahudi ve Hıristiyan olan, fakat Müslümanlar içerisine girip şeyh kisvesi altında görünen bazı şeyhler tarafından onların içerisine sokulmuştu. O günün şartlarında şimdiki gibi askere alma   durumu da  yoktu. Cihada gitmek isteyenler kendi isteğiyle gidip; orduya iltihak ederdi. Halifenin cihada davetine rağmen kimsenin cihada katılmaması üzerine, İmam-ı Gazali son yedi yılında ecnebiler tarafından Müslümanlar içerisine atılan bu fitneyi söndürmek için mücadele etmişti. Fakat ne yaptıysa sofilerin bu inadını kırıp, onları cihada çıkarmaya muvaffak olamamıştı. Ne kadar uğraştıysa bir tek sofiye ve bir tek ilim talebesine cihadın farziyetini kabul ettirememişti.

İmam Gazali, cihadın farziyetinden bahsederken, onlar “ Sibeveyhi dedi ki, Beyazıd-ı Bestami dedi ki, Cüneyd-i Bağdadi dedi ki” şeklinde cevap verirlerdi. Kur'an ve hadisi okumuyorlardı. Bir başka taraftan bazıları da, “Şafii böyle demiş” “Hanefi şöyle demiş” deyip mezheplerin ihtilaflarının boğuşmalarına dalmışlardı. İmam-ı Gazali'den sonra Cenab-ı Hakk Gavsı Geylani'yi müceddid olarak göndermişdi. Gavs-ı Geylani, Seyyid Ahmed el Bedevi, Seyyid Ahmed el Rufai, Seyyid ibrahim el Dusuki gibi zevat-ı âliye; İslamlar içerisine atılan bu fitneyi ortadan kaldırmak ve ümmetin yüzünü Kur'an ve Hadise çevirmek için çok uğraşmışlardır. Seyyid Ahmed el Rufai, müritlerine diyordu ki, “Demeyin  Bestami şöyle dedi, Cüneyd böyle dedi” Deyin ki; “Allah şöyle dedi,  Rasulullah böyle dedi. Eğer bunu diyemiyorsanız en azından mezheplerin ihtilaflarının boğuşmalarına dalmadan deyin ki, “ Şafi şöyle dedi, Hanefi böyle dedi...

Seyyid Ahmed el Rufai, hayatı boyunca bu hakikatleri anlatmaya çalıştı. Fakat sofilere bunu kabul ettiremedi. Gavs-ı Geylani ve dört aktabı Erbaa; cihada teşvik için ne kadar uğraştılarsa da, sofi ve talebe-i ulumdaki bu tahribatı kaldırıp, onlarda cihat ruhunu canlandıramadılar.

Bu zatların vefatlarından sonra Harran'da Hayati Harrani zuhur etmişti. Aynı dönemde aslen Türk olan Nureddin Mahmut Zengi ise Selçukluların Halep komutanıydı. Nureddin Zengi, Kudüs'ün haçlıların zulmü altında olmasının verdiği üzüntüyle dönemin Halifesine giderek, haçlıları İslam topraklarından nasıl çıkartabileceklerini sordu ve “Ne yaparsam yapayım halkı cihada teşvik edemiyorum, sofilerin; “bizlerin işi masivadan vaz geçmektir. Biz cihada çıkmayız” dediklerini aktardı.

Halife; kendisine, haçlıları bu topraklardan çıkarabilmemiz için Türk, Kürt ve Araplar olarak birleşip; hep beraber küffara karşı savaşmamız gerektiğini söyleyerek “Tikrit kentine git. Orada Kürtler içerisinden kendine bir kumandan tayin et” demişti. Nureddin Zengi kalkıp Tikrit'e gider. Orada Şadi isminde birinin oğlu olan Esed'i yanına alır ve Nureddin Zengi’nin yanına getirir. Esed’in kabiliyetli olduğunu gören Nureddin Zengi, onu Mısır'a kumandan olarak tayin eder. Daha sonra ise Esed’in yeğeni ve Eyüp’ün oğlu olan Selahaddin'in daha kabiliyetli olduğunu fark ederek, Esed  yerine Selahaddin'i Eyyubi’yi kumandan olarak atar.

Nureddin Zengi ile Selahaddin’i Eyyubi, “Biz nasıl yapalım ki bu sofileri cihada teşvik edelim” diye düşünüp; Hayati Harrani'nin yanına giderler. Hayati Harrani, çok zeki ve müspet bir insandı. Onlara dedi ki; “Siz bu sofileri sadece cihada davet etmekle onları cihada çıkaramazsınız. Onların hepsini toplayın, onlara maaş bağlayın ve “Her gün ikindiden sonra, iki saat silahla cihat eğitimi alacaksınız. Aksi taktirde sizin tekke ve medresenizi kapatırız” deyin” dedi. Ehli medrese ve sofiler bu anlaşmayı kabul ettiler. Beş yıl boyunca bu hal devam etti, her gün ikindiden sonra iki saat silahlı eğitim aldılar.


Bir gün Nureddin Zengi rüyasında görür ki, Resul-u Ekrem (asm) Medine'dedir Nureddin Zengi’ye bu iki adamı göstererek der ki; “Bu iki adamın şeklini iyi belle ve gel, beni bu iki adamdan kurtar.” Bu rüya üzerine Nureddin Zengi  kalkıp Hayati Harrani'nin yanına gelir. Rüyayı ona anlatır. Hayati Harrani kendisine der ki, “Medine'ye git, oradaki tüm halkı topla, onlara ziyafet ver, böylelikle o iki adamı bulmaya çalış.”. Nureddin Zengi, Medine'ye gider ve orada halkı toplayıp bir ziyafet verir. O esnada halk arasında dolaşır, fakat rüyasında gördüğü o iki adama bir türlü rastlayamaz. Oranın Valisine tüm halkın gelip gelmediğini sorar ve kendisine şehrin dışında bir yerde iki sofinin de olduğunu, onların münzevi yaşadığını, ibadet ile meşgul olduklarını, sadece Cuma günleri gelip namaz kılıp geri gittiklerini söyler. Nureddin Zengi, o iki sofinin de çağrılmasını emreder. Sözde münzevi yaşayan sofiler geldiği zaman Nureddin Zengi bakar ki, Efendimizin (asm) rüyada kendisine gösterdiği kişilerin bunlar olduğunu görür. Onlara der ki, “Oturun yemeğinizi yiyin”. Yemeği yedikten sonra, sofilerin kaldıkları yeri görmek üzere Nureddin Zengi, Vali ve birkaç askeri de yanına alarak o sofilerle beraber kaldıkları yere giderler. Bakarlar ki, harabe bir kulübedir. Etrafa baktıklarında ise, yatak ve seccadeden başka hiç bir şey göremezler. Daha sonrasında ise yerde bir hasır görüp onun kaldırılmasını isterler. Hasır kaldırılınca; altında bir insanın yürüyebileceği şekilde bir delik bulunduğunu fark ederler. İçine girip bakarlar ki, delik tam da Efendimizin (asm) mübarek mezarının altına kadar ulaşmış. Bir günlük mesafe kalmış ki, efendimizin (asm) mübarek naaşına ulaşabilsinler. Nureddin Zengi hemen emrederek efendimizin (asm) naaşı mübareklerinin olduğu mezarın etrafına kurşun döktürür. Sonra da, o iki sofinin başını kestirerek Selahaddin Eyyubi’ye emreder ki, “Onların başını mızrağın ucunu koy ve alemi İslam'ı dolaş. Cereyan eden vakayı anlatıp, herkesi cihada teşvik et.” Bunun üzerine alemi İslam intibaha ve gayrete gelip, cihada iştirak edip, haçlıları Alem-i İslam'dan çıkartmışlardır.

Dikkat ettiğimiz zaman Gavs-ı Geylani ve nice aktaplar  sofizmle başa çıkamamışlardır. Çünkü bunlar dış ülkelerin ve ecnebilerin içimize soktukları ajanlardır. Bu tarz insanlarla başa çıkmak ise Kur’an ve hadisin kat-i burhanlarıyla mümkündür. Çünkü bu tiplerin akılları ve beyincikleri başkalarının ceplerinde olup; kendi akıllarıyla düşünemiyorlar. Maalesef Hayat-ı Harrani ve Selahaddin Eyyubi vefat ettikten sonra; bu sefer din ve İslamiyet düşmanları başka oyunlar çevirdiler. Nihayetinde ise yine cihat ruhunu alem-i İslam’da söndürdüler.