Şia ve İran hakkında bilmediklerimiz...

MURAT ÇETİN

katrepaper@hotmail.com

SEMENDEL (Tahşiye) Yayınları arasında Üstâd Bedîüzzamân’ın Arapça “İşârâtü’l-İ’câz” isimli eserinin tekmili hususunda yeni bir çalışma ortaya çıktı. Alelacele temin ettiğim eseri Malatya yolculuğumda büyük bir haz ve keyifle kısmen okudum. Kitabın 70-73 sayfalarında “Şia” ile ilgili bölüm çok dikkatimi çekti. Meğer “ŞİA” ve “İRAN”ın  asıl gayesi bildiğimizin çok çok dışındaymış. İşte şimdiye kadar edinmiş olduğum malumatı altüst eden o satırlar:

“Ehl-i Şîa, ashâbın kâffesini ve âlin ámmesini kabûl etmedikleri için ashâb ve âlin kâffesine salât ve selâmı teşmîl etmezler. Onların inancına göre âl-i beyt, sâdece Hazret-i Hüseyin (ra)’ın neslinden gelenlerdir. Hazret-i Hasan (ra)’ın nesline de ehemmiyyet vermezler. Çünkü, Hazret-i Hüseyin (ra)’ın nesli, onların yeğenleridir. Zîrâ, Hazret-i Hüseyin (ra)’ın bir hánımı (âzâdlı câriyesi), Kisrâ’nın kızıdır. İşte, Hazret-i Hüseyin (ra)’ın bu hánımından olan oğulları ve torunları, Şîa’nın yeğenleridir. Onlar, Resûl-i Ekrem (sav)’i sevmekten ziyâde, Kisrâ’nın torunları olduğu için âl-i beyti severler. Ya’nî, onların âl-i beyt muhabbeti, Resûl-i Ekrem (sav)’den dolayı değil; belki Kisrâ’dan dolayıdır.”

“On iki imâm”, Hazret-i Hüseyin (ra)’ın nesl-i mübârekinden gelmektedir. Şöyle ki; Hazret-i Ömer (ra)’ın hilafeti devrinde Îrân fethedildi. Bu fetih netîcesinde Kisrâ’nın kızı esîr alınmış ve Medîne-i Münevvere’ye gönderilmişti. Kisrâ, Resûl-i Ekrem (sav)’in İslâm’a dâvet mektûbunu parçalayıp yırttığı için, Hazret-i Ömer (ra) çok hiddetlenmişti. Hazret-i Ömer (ra), “Bu kızı alın ve köle olarak satın” dedi.”

“Kız da o zamân hasta idi. Fakat, kızın üstü-başı altınla, mücevherâtla süslenmişti. O esnâda Hazret-i Ali (ra), “Yâ Ömer! Ben, Resûl-i Ekrem (sav)’den işitmişim ki: ‘Bir kavmin reîsini yakaladığınız zamân, kavmi içindeki şerefine göre onunla muámele edin, sert davranmayın’ şeklinde bir hadîs-i şerîf hátırlattı. Hazret-i Ömer (ra) da bu hadîsi yeni duymuş ve hemen yumuşamıştı.”

“Bu muhâvere devâm ederken, Kisrâ’nın kızı, gözünü orada bulunan ve genç olan Hazret-i Hüseyin (ra)’a dikmişti. Hazret-i Ömer (ra) bunun farkına vardı ve Hazret-i Hüseyin (ra)’a; “Bu kızı, köle olarak sana verdim” dedi. Hazret-i Hüseyin (ra) da kızı aldı, âzâd etti ve onunla evlendi. İşte Hazret-i Hüseyin (ra)’ın nesli bu kızdan çoğaldı. Ya’nî, ‘on iki imâm’, bu kızın neslindendir.”

 “Demek, Şîa’nın, (Lâ lihubbi Aliyyin, bel libuğdı Ömer) káidesince; Hazret-i Hüseyin (ra)’ı sevmeleri, Hazret-i Ali (ra)’ın sevgisi için değil; belki Hazret-i Ömer (ra)’a buğzettikleri içindir. Ya’nî, Îrân ve Kisrâ, hem Hazret-i Ömer (ra)’ın ádilâne darbesiyle zîr u zeber olduğu için; hem de Hazret-i Ömer (ra) hiddetlenip, “Bu esîr edilen kızı alın ve köle olarak satın” dediği için, Şîa ona buğzediyorlar, düşmânlık yapıyorlar. Onlar, bu kelimeyi unutmamışlar; “Kisrâ’nın kızına hakáret etti” diye bunu, düşmânca hücûmlarına esâs yapmışlardır. Hâlbuki, bu kız, köle olduğu hâlde, Hazret-i Ömer (ra) ona köle muámelesi yapmadı ve onu, Hazret-i Hüseyin (ra) gibi en şerefli bir insâna verdi. O da onu âzâd edip onunla evlendi…”

“Şîa’nın gáyesi, İslâmiyyet ve Kur’ân değildir ve da’vâları, Ehl-i Beyt’e muhabbet esâsı üzerine müesses de değildir. Belki onlar, Hazret-i Ömer (ra)’ın hılâfeti devrinde káhir ekseriyyeti Arablar’dan müteşekkil olan İslâm ordusunun eliyle Fars Devletinin krallığına son verildiği ve saltanatları ortadan kaldırıldığı için, Arablar’a ve dolayısıyla bütün Müslümânlara karşı intikám hissiyle ve ırkçılık sâikasıyla hareket ediyorlar. Demek, onların Müslümânlara karşı buğz ve adâvetleri, zulüm ve tecâvüzleri, neseb ve târîhten kaynaklanmaktadır. Yoksa, Hazret-i Ali’nin, Ehl-i Beyt’in muhabbetinden kaynaklanmıyor. Belki onlar, (Lâ lihubbi Aliyyin, bel libuğdı Ömer)  káidesi sırrınca, Hazret-i Ömer’in ve dolayısıyla Müslümânların, bi’l-hássa Arablar’ın düşmânlığı nâmına hareket ediyorlar.” 

“Şîílik perdesi arkasında saklanan Îrân, záhiren Kur’ân’ı elinde tutarak İslâm Devleti adı altında ve Ehl-i Beyt’in muhabbeti nâmına, her yerde Müslümânlara, bi’l-hássa Araplar’a saldırmakta, her türlü zulmü ve işkenceyi revâ görmektedir. Îrân, aynı zamânda Arablar’ın Şîí kısmını aldatıp onları da yanına alarak hareket etmektedir. Böylece, Arablar arasına tefrika ilká edip, ittifâklarını bozmuştur.”

“Hem Álem-i İslâm’ın diğer devletlerindeki “sûfizm” hareketiyle de koordineli bir şekilde hareket etmektedir. Öyleyse, Álem-i İslâm, bi’l-hássa Arab álemi müteyakkız davranmalı, Îrân’ın bu oyununa gelmemelidir; bunlarla maddî savaş yolu ile değil, belki Kur’ân-ı Azímü’ş-şân’ın berâhin-i kat’ıyyesiyle karşılarına çıkmalı; soğuk savaşın taktiklerini kullanarak onları mağlûb etmelidir. Akl-ı selîm mîzânı ile Kur’ân ve Sünnet’in düstûrlarıyla onlarla mücâdele etmeli; Kur’ân nâmına hareket ederek onların oyunlarını, plânlarını, entrikalarını, álem-i küfür ile olan ittifâklarını bozmalıdır.”

“Hulâsa: Îrân’ın asıl da’vâsi’ Kur’ân değil, İslâm değil ve Ehl-i Beyt’in muhabbeti değildir. Belki, eski Îrân’ın inancını, krallığını, saltanatını tekrâr dünyâya hâkim kılmaktır, ırkçılıktır.”

“Gizli zındîka komitesi, Avrupa eliyle Îrân’da záhiren Kur’ân’a dayalı bir İslâm Devleti kurmuş ve onlara her türlü desteği vermiş ve vermektedir. Diğer İslâm devletlerine de laikliği benimsetmiş; onları da laiklik sistemi ile idâre etmektedir. “

“Evet, o gizli zındîka komitesi, bir taraftan Îrân’a her türlü yardımı yaparak onların eliyle Álem-i İslâma, bi’l-hássa Arab álemine saldırmaktadır. Hem de bunu, Kur’ân nâmına yaptıklarını ve Ehl-i Beyt’in muhabbeti ve Şîílik adı altında hareket ettiklerini göstermektedir.”

“Diğer taraftan ise, Müslümânları “laiklik sistemi, hürriyyet ve özgürlük” adı altında tahrîk ederek Îrân’la karşı karşıya getirip çarpıştırmaktadır. Ayrıca ecnebîler, Avrupalılar, diğer İslâm Devletlerindeki sûfizm hareketine de her türlü desteği verip, onlara “zühd, takvâ, kalb ve rûh hareketi, erdemli ve ahlâklı insân olmak, dünyâyı terk edip el çektirmek” adı altında bu harekete revâc vererek, sûfizm vâsıtasıyla devletin her kademesinden, ya’nî siyâsetten, iktisáddan, hukúktan, meáriften ahkâm-ı dîniyyeyi tamâmen tecrid edip “Dîn işleri ayrı, dünyâ işleri ayrıdır” diyerek laikliği revâca vermektedirler.”

“Kezâ, Müslümânlar’a, ‘Sizin işiniz, âhiret için hâzırlık yapmaktır; kalb hareketidir. Dünyâ ile ne alâkanız vardır?’ diyerek, sûfizm cereyânını cânlandırmak súretiyle cihâd rûhunu öldürmektedirler.”

İşte Îrân’ın ve dessâs Avrupa’nın ve onların başı olan gizli zındîka komitesinin bu oyununu bozmak için, Álem-i İslâm ve bi’l-hássa Arab áleminin vazífe-i asliyyesi ve yegâne çâre-i necâtı şudur:

“Álem-i İslâm, Kur’ân ve Sünnet’i devletlerinde hâkim kılmalıdır. Kur’ân nâmına, İslâm hesâbına hareket etmelidir. Sünnîlik, mezheb ve meşrebçilik gibi tefrikaya sebebiyyet veren düşünce ve hareketlerden şiddetle sakınmalıdır. Sâdece dîn-i mübîn-i İslâmın da’vâsi’ ile hareket etmelidir.”

“Müslümânlar, eğer Kur’ân-ı Kerîm’i ilmî, amelî ve edebî sâhalarda hâkim kılmazlarsa, laiklik ve hizipçilikle hareket ederlerse; geçmişte mağlûb oldukları gibi, şimdi de mağlûbiyyetleri kat’í ve kesindir. Çünkü, Îrân, şu ânda Kur’ân’ı elinde tutmuş, záhiren Kur’ân ile amel ettiğini da’vâ ediyor.”

“Hâlbuki bu perde arkasında ırkçılığı, eski Îrân Krallığı’nı cânlandırmak istiyor. Öyle ise, buna karşı galebe, maddî silâhla değil; belki doğrudan doğruya Kur’ân’ın berâhin-i kat’ıyyesiyle, akl-ı selîmin mîzânlarıyla, şuúrlu hareket ederek onları mağlûb edebiliriz; onların bu münâfıkáne oyunlarını bozabiliriz. Bu oyunu bozmanın çâre-i yegânesi ise, Osmanlı torunları olan Türkiye, aklını Kur’ân ile başına alarak; ya’nî Kur’ân’ı devlette hâkim kılmakla üç yüz altmış uzvu Osmanlı olan bütün milel-i İslâmiyyenin başına Kur’ân nâmına geçip sevk ve idâre etmesidir.”