UYGAR TAYLAN
BİR ORTAÇAĞ MASALI
Salzburg, ‘tuz kalesi’ anlamına geliyor. Çünkü tuz madenleri yüzyıllarca bu şehrin geçim kaynağı olmuş. Alp Dağları’nın eteğine kurulmuş şehrin nüfusu ortalama 150 bin. Salzburg da İtalya’nın büyüleyici kenti Floransa gibi insanlığın modern mimariye kurban edemediği korunmuş şehirlerden biri. Üstelik İkinci Dünya Savaşı’nın en yoğun geçtiği yer olmasına rağmen. Barok mimarinin süslediği sokaklarını gezerken bir dönem filminde ya da zamanda yolculuğa çıkmış gibi hissediyorsunuz. Şehrin ortasından geçen Salzach Nehri, Mirabel Sarayı ve bahçesi, tırmandıkça güzelleşen manzarasıyla Salzburg Kalesi, bir ortaçağ masalında dolaşmanızı sağlıyor. Buram buram tarih kokan kalede nefis bir klasik müzik konseri yakalayabilirsiniz ama önceden bilet almakta fayda var. Salzburg’dan ortalama 1 saat 15 dakikalık bir yolculukla cennetten bir parça gibi duran Hallstat’ı görmeden dönmemek gerek. Üzerinde kuğuların süzüldüğü gölün kenarında kurulu köyden gözlerinizi alamayacaksınız.
MÜZİĞİN DEHASI HER YERDE
Salzburg’un asıl mucizesi ise dünyaya armağan ettiği ünlü sanatçı Wolfgang Amadeus Mozart. Efsane besteci çikolatalardan şekerlemelere, oyuncaklardan likörlere, kafelerden otellere ismi ve müziğiyle her yerde karşınıza çıkıyor. Öyle ki İstanbul’dan Salzburg’a 2 saatlik direk uçuşla indiğiniz hava alanının ismi dahi W.A. Mozart. Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük müzik dehalarından Mozart, 27 Ocak 1756’da Salzburg’da hayata gözlerini açar. Salzburg başpiskoposunun yardımcı müzik direktörlüğünü yapan babası Leopold Mozart tarafından kısa sürede müziğe olan yeteneği keşfedilir. Üstün duyma yetisine sahip ‘mutlak kulak’ küçük Wolfgang, 3 yaşında piyano çalmaya ve 5 yaşında beste yapmaya başlar. Onun piyanoda kendiliğinden çaldığı parçaları babası dikkatle dinler ve notalarını yazar. 6 yaşına geldiğinde oğlunun üstün yeteneğini bütün dünyaya duyurmak için onu Avrupa başkentlerinde uzun bir konser turnesine çıkarır.
ÇOCUKLUĞA VEDA
Viyana, Paris ve Londra gibi şehirlerde saraylarda konserler veren küçük Wolfgang’ın dehası kulaktan kulağa yayılırken bir yandan çocukluğunu yaşayamaz hale gelir. Babası tarafından sürüklendiği Avrupa turnesinden Avusturya’ya döndükten sonra Salzburg piskoposu, rüştünü ispat etmesi için ona bir oratoryo ısmarlar. Beste yapmak üzere bir odaya kapanan dahi çocuk Mozart’ın, elinde oratoryonun müsveddesiyle çıkması şaşkınlık yaratır. Oğlunun İtalyan müziği hakkında bilgi edinmesini isteyen baba Lepold Mozart bu defa ona uzun bir İtalya turnesi hazırlar. 14 yaşında Roma’da ziyaret ettiği Sistine Şapel’inde duyduğu Allegri’nin eseri Miserere’yi bir gecede hafızadan notaya döker. Fakat eserin notalarının kiliseden dışarı çıkarılması yasaktır ve Papa Mozart’ı çağırır. Aforoz edilme korkusuyla saraya giden Mozart’a üstün yeteneğinden dolayı Papa tarafından ‘Altın Asa’ nişanı verilir. İlk büyük operası Idomeneo Münih’te sahnelendikten bir yıl sonra, müziğini geliştirmek üzere Viyana’ya taşınır. ‘Figaro’ ve ‘Sihirli Flüt’ gibi en önemli eserlerini o dönemde yazar.
AVRUPA'DA TÜRK MODASI
Türklerin Avrupa’da çok konuşulduğu o yıllarda Mehter Marşı’nın ritminden etkilenen Mozart, 11 numaralı la majör piyano sonatını, ‘Ronda Alla Turca (Türk Marşı)’yı besteler. Eserin büyük ilgi görmesi üzerine, 1782 yılında kariyerinde önemli yeri olan ‘Saray’dan Kız Kaçırma’ operasına imza atar. Konusu itibariyle Topkapı Sarayı’nın hareminde geçen opera, müthiş başarı yakalar ve 18. yüzyılın ikinci yarısı Avrupa’da Türk modası başlar. Osmanlı’dan yüzlerce kaftan sipariş edilir. Kırmızı beyaz kıyafetler, alaturka mücevherler, kılıçlar, oklar kullanılmaya başlanır. Mozart’ın, Viyana Kuşatması sırasında keşfedilen Türk kahvesini çok sevdiği bile rivayet edilir.
DÖNEMİNİN ROCK STARI
Maskeli baloların yapıldığı, eğlencenin son sürat devam ettiği günlerde Mozart kazandığından çok harcamaya başlar. Döneminde rock star gibi bir hayat yaşayan Avrupa’nın dahi çocuğu maalesef düzenli bir iş tutturamaz. Eşi Constanze’yle yaşadıkları bohem hayat yerini sefalete bırakır. 9 yıl boyunca türlü sıkıntılar içinde bocalar. Bir yandan baş döndürücü bir hızla sabahlara kadar eserler besteler. Bir gün kapısı esrarengiz bir ziyaretçi tarafından çalar. Bu yabancı ondan yakın zamanda ölecek bir hasta için bir ölüm marşı bestelemesini ister. Bu arada üst üste verdiği konserlerin temposundan yorgun düşen besteci hastalanır. Hasta yatağından bestelemeye devam ettiği ölüm marşının lanetine inanmaya başlar. 5 Aralık 1791’de, 35 yaşında, hastalığının ne olduğu bile tespit edilemeden, ateşler içerisinde hayata gözlerini yumar. Yazmaya başlayıp bitiremediği en büyük eserlerinden biri olan ölüm marşı ‘Requiem’ öğrencileri tarafından tamamlanır. Ondan geriye hiç eskimeyen müziği ve kendiyle ilgili söylediği sözler kalır: “Ne üstün zeka ne hayaI gücü ne de her ikisi beraber, bir dâhi yapmaya yeter. Sevgi, sevgi, sevgi. İşte bu dehanın ta kendisidir.”