Roger Moore’un Bond serüveni

Başak Bıçak

basakbicak@gmail.com

Roger Moore, 1927 yılında Stockwell’de bir kanun adamının oğlu olarak dünyaya geldiğinde kuvvetle muhtemel, yıllar sonra dünyanın en ünlü casusuna dönüşerek yeri geldiğinde kanundan kaçıp, yeri geldiğinde de kanunu tesis edebilen bir karakteri canlandıracağını tahmin etmiyordu. Selefi Sean Connery’den tahtı devraldığında rolü için fazlasıyla yaşlıydı fakat bu onun, en sevilen Bond karakterlerinden biri olmasını engellemeyecekti. İlk Bond filmi Live and Let Die (1973, Yaşamak İçin Öldür) filmine kadar çeşitli işlerde çalışan, hatta kamyon şoförlüğü dahi yapan Moore’un (bu sayede Live and Let Die’da koca bir kamyonu ustalıkla kullanabilmişti) kamerayla ilk tanışması, filmlerde figüranlık yapmaya başlamasıyla oldu. Birkaç rolden sonra televizyonda büyük bir çıkış yakalayan ve Ivanhoe and The Alaskans ile Maverick’te hayat verdiği rollerde potansiyelini gösteren aktörün bir yıldıza dönüşme süreci ise altı sezonluk televizyon dizisi The Saint’te canlandırdığı Simon Templar karakteriyle başladı. Bu esnada yapımcılarla anlaşmazlık yaşayan Sean Connery, James Bond rolünü George Lazenby’ye bırakınca Bond serisi çıkmaza girdi. Zira Sean Connery ile özdeşleşen Bond rolü için seçilen Lazenby seyirci tarafından sevilmemişti ve yapımcılar yeni birini arıyorlardı. 

EN SEVİLEN BOND

Sean Connery, Diamonds Are Forever  (1971, Ölümsüz Elmaslar) ile bir film daha çektikten sonra koltuğunu bıraktı ve Bond efsanesinde Roger Moore dönemi böylelikle başlamış oldu. Live and Let Die filmiyle ilk kez James Bond olarak seyirci karşına çıkan Roger Moore, yaşına rağmen kabul görmeyi başardı. Connery, role özel bir anlam katmış olmasına rağmen yapımcılar ve senaristler Moore’u, onunla aynı kalıba sokmaya çalışmadı; alaycı espriler ve sert monologlarla Bond efsanesine yeni bir boyut kazandırıldı. Roger Moore, uzun boyu, ses tonu ve görüntüsüyle ekrana yakışan bir İngiliz’di. Zarif, terbiyeli ve esprili havasıyla oldukça çekici bir imaj yaratmıştı. Sakin ve abartıdan uzak oyunculuğuyla Sean Connery’den sonra kendisini sevdirdi ve yedi filmlik yeni 007 maceralarının kahramanı oldu. İkinci filmi The Man With The Golden Gun  (1974, Altın Tabancalı Adam) ile Moore stili bir Bond anlayışının yerleşmeye başlamasından sonra, The Spy Who Loved Me (1977, Beni Seven Casus) filmiyle Sean Connery’ye ait tüm izler silindi ve Roger Moore tarzı seriye tamamıyla sinmiş oldu. 1977 yapımı Star Wars’tan ilhamla, uzay sahnelerinin yer aldığı tek Bond filmi olan Moonraker (1979, Ay Harekâtı) filminin peşi sıra çekilen For Your Eyes Only (1981, Yalnız Senin Gözlerin İçin) filmindeki macera kısa bir süreliğine de olsa İstanbul’a kadar geldi. Sadece Roger Moore filmlerinin değil, 007 serisinin de en sevilen serüvenlerinden biri olan bu filmden sonra Octopussy’yi (1983, Ahtapot) ve A View to A Kill’i (1985, Bir Cinayete Bakış) çeken Roger Moore, bu filmle son kez James Bond’u canlandırarak tahtını Timothy Dalton’a bıraktı. “En yaşlı Bond” Roger Moore, bundan sonra kariyerine devam etse de şüphesiz en önemli filmleri her zaman 007 maceraları olarak hafızalarda kaldı. Bond kariyeri boyunca Sean Connery’yle karşılaştırılan Moore’un, pek çok sinemaseverin nezdinde “en sevilen Bond” olduğunu da unutmamak gerek… Roger Moore, beyazperdenin en yakışıklı casuslarından biri olarak hatıralarımızda yaşamaya devam edecek.