Pek çok evin kapısı cehenneme açılır

Sibel Ateş Yengin, Everest Yayınları'ndan çıkan ''Bu Evde Kimse Yaşamıyor'' adlı kitabında aile cehenneminin kapılarını aralıyor ve okuru kendi derdine ancak kendisinin derman olabileceği bir yere bırakıyor.

TOLGA MERİÇ/ tolgameric@gmail.com

Kitabınızın adından başlayalım mı? “O evde kimse yaşamıyor” cümlesini hayatımızda hiç değilse bir iki defa duymuşuzdur. Bazen merak edip sorduğumuz bir ev için söylenir bu söz, bazen de bahsettiğimiz evin içinde birilerinin yaşadığını sanmakla yanıldığımızı belirtmek için söylerler. “Bu Evde Kimse Yaşamıyor” adı neleri anlatıyor?

Dışarıdan baktığımız pırıltılı, şıkırtılı, “Kim bilir ne mutludur bu evlerin içi” dediğimiz pek çok evin içinde kimse aslında istediği hayatı yaşamıyor. Kimse kimseyi duymuyor, görmüyor. Mesela kız çocukları. Onların payına en çok sorumluluklar, yasaklar, evdeki erkek kardeş ya da ağabeyle kıyaslanmalar düşüyor. Hoş geldin düşmanlık! Evlerin içinde anneyle kızın, babayla erkek çocuğun rekabeti hiç bitmiyor. Hani aile dayanışma yeriydi, hani bizi kötülüklerden koruyan yuvaydı? Sonuç olarak pek çoğumuz aynı evde ayrı hayatlar yaşıyoruz aynı öykülerde anlattığım kadınlar ve erkekler gibi. 

Öykülerinizde aile birliği genelde yaralayıcı anne baba figürlerinden meydana geliyor. Ev sizce daha çok aileye mi aittir? Aile dediğimiz birliğin bıraktığı acıya mı sahne olur en çok? 

Her ailenin karanlık bir odası vardır ve pek çok evin kapısı cennete değil, cehenneme açılır... Ve evet, acıyla tanıştığımız ilk yer o kutsal addedilen aile birliğinin ta kendisidir. İlk baskı, ilk yasak, ilk tokat, ilk istismar, ilk taciz... Suçluluk, yetersizlik, hayal kırıklığı, günahla, ayıpla tanıştığımız aslında o en korunaklı sandığımız yer ailenin kendisi. Zavallı çocuklar hiç tanımadıkları belki de ömür boyu sevmeyecekleri bir ailenin içine doğuyorlar. Çocuk ailesini seçmediği gibi sevmeme hakkına da sahip değil mi sizce de? Ama buna bile aile karar veriyor. Seni bu dünyaya getirenlerin ömür boyu kölesi olman bekleniyor. Sevmeli, saymalı, koşulsuz itaat etmelisin. Anne babalar mutsuzluklarının faturasını çocuklarına ödetiyor. Çocukların çıt çıkarmadan katlanmaları bekleniyor. Annenin babaya babanın anneye öfkesi dört duvar arasında hep çocuğa patlıyor.

Aileden yana en yaralı ve buna en öfkeli kahramanlarınız bile aileyi silip atamıyor... 

Ne kadar sevseniz ne kadar nefret etseniz de ailenin sizi her yerinizden bağlayan, bağımlı kılan bir yanı var. Kız ya da erkek çocuk hepimiz anneye göbekten bağlıyız. Ölene kadar kurtulmaya çalıştığımız o göbek bağı pek çok zaman boğazımıza sarılsa da ondan kurtulmak pek mümkün değil galiba. “Babam Haklı” öyküsünde karakterin söylediği gibi “varlıklarında kaçılası yokluklarında özlenesi.” Annemi de babamı da kaybettim. Ama şimdi aylarca küsüp konuşmadığım babamla bir kahve, annemle de bir sigara içmek için neler vermezdim. 

Kadınlık da bir yara gibi bazı öykülerinizde. Ve sanki kadınlık da toplumdan, teke tek ilişkilerden önce aile içinde yara alıyor. Kadını ilk yaralayan yine aile midir?

Sadece kadın değil, erkek de ilk yarayı aileden alıyor. Ama en derin yarayı alan kadın oluyor. Değerli bir hazine gibi korumaya alınan zavallı kız çocukları önce ailede cinsiyet ayrımcılığına uğruyor, enseste maruz kalıyor, erken yaşta o çok korumacı ailesi tarafından evlendiriliyor. Değersizleştirilmeyi, yok sayılmayı önce ailede öğreniyor... “Aman elin yanar sobaya değme” diyen aile önce kendileri kız çocuklarını ateşe atıyor. Töre gereği kızının katili oluyor. 

KİM KİMİN DERDİNE DERMAN OLABİLİR Kİ

Tennessee Williams’ın “Arzu Tramvayı”nda “Her zaman yabancıların şefkatine ihtiyaç duydum” diye bir replik geçer. Sizin öykülerinizde de yabancılar “pencere” izleğiyle önemli bir yere oturuyor. Aileler yaraladıkça öykü kahramanlarınızın bazıları karşı pencerelerde, bazıları da kendi pencerelerinin önünde süren yaşamlara umut bağlıyor; kimisi deli bir kadına, kimisi bir kaldırım sarhoşuna, kimisi de ütü yapan kadın kılıklı bir adama… Niçin yabancılara umut bağlar, onlardan şefkat umarız?

Belki de aslımızı yaşayamadığımız evlere sığamadığımız için yabancılara sığınma ihtiyacı duyuyoruzdur. İnsan kendisi olamadığı evlerden kurtulup bir yabancıda kendini bulmayı ümit edebilir. Ya da bir yabancının hayatına karışarak kendini ve acısını toptan silip hayata yeniden başlamayı hayal edebilir. Bir türlü göremediği şefkati sonunda bir deli kadından, bir kaldırım sarhoşundan, uzaktan da olsa bekleyebilir. 

“Ölüm Bu Şakası Olmaz”da, “Öyleyse derdime derman olacak, kendi şifamı bulacağım” diyor öykü kahramanınız. Niçin kendi derdimize derman olacak kadar yalnızız sizce? Şifayı başkalarında aramak, dışarıdan beklemek boş bir umut mudur?

Hepimizin ömrü acımızı şifalandıracak o sihirli reçeteyi aramakla geçiyor. Oysa herkesin reçetesi kendisinde gizli. Kim kimin derdine derman olabilir ki. En fazla derdinizi dinler, sizi avutur. Son kertede derdinizle yine siz baş başa kalırsınız. 

PERVASIZ OLMAK ERKEKLERE ZİMMETLİ DEĞİL!

Yazmak ve okumak, yalnızlığa ve umutsuzluğa karşı koyabilir mi? Yazarken yalnızlığınızın ya da umutsuzluğunuzun geçtiğini düşündüğünüz oldu mu hiç? 

Benim için yalnızlığın en büyük ilacı yazmak. Zaten yazarken yalnız kalmıyorsunuz ki. Siz, kaleminiz, kâğıdınız ve öykü kişilerinizle öyle bir kalabalıklaşıyorsunuz ki. Yeri geliyor o kalabalıktan bir süreliğine kaçıp yine yalnızlığın peşine düşüyorsunuz. 

Son soru biraz edebiyat magazini: Bu kadar pervasız bir dille, bu kadar put kırıcı, tabusuz bir bakışla yazarken çırılçıplak kalmaktan korkmadınız mı hiç?

Hiç korkmadım. Hep kabul görenin aksine pervasız, put kırıcı, tabusuz bakış sadece erkeklere zimmetli değil.