Öykü yazmanın bir formülü yok

SİBEL ATEŞ YENGİN
sibel.ates@aksam.com.tr

Yazmak isteyip de neresinden başlayacağını bilemeyenler, o ilk cümleyi bulamayanlar, yazma cesaretini kaybedenler ve ne zaman geleceği belli olmayan ilham perisini bekleyenler ‘Çifte Kapıların Ötesi’, ‘Siyah Koku’, ‘Topaç’, ‘Gözlerindeki Şu Hüznü Gidermek İçin Ne Yapmalı?’, ‘Yaratıcı Yazmanın Hazzı’ kitaplarının yazarı, Gül Ayşe Koçak’ın söylediklerine kulak verin. 

Yaratıcı yazarlık atölyelerini anlatır mısınız? Bu atölyeler yazmak isteyene yardımcı oluyor mu?

Tabii ki yazmak ‘yalnız’ bir süreç: Hiç kimse beyninizle kelimeleri kâğıda döken parmaklarınızın arasına giremez. Ama atölyelerde, kendini kaptırmış, sessizlik içinde haldır haldır yazan bir grubun sinerjisiyle üretmenin de tadı bir başkadır. Yazımızı ürettikten sonra, atölyedeki diğer katılımcılarla paylaşıyoruz. Bu da çok önemli bir fırsat; yazdıklarımıza sıcağı sıcağına, atölye ortamında, okurlarımız tarafından geribildirim sunuluyor. Yazımızda dile getirdiğimiz fikir, duygu veya düşüncelerimiz ne kadar aykırı, tuhaf, saçma, hatta rahatsız edici olsalar da, bunların asla yargılanmayacağı, güvene dayalı bir ortamda yazabilmek ve paylaşabilmek, büyük bir şans. ‘İdeal bir Yaratıcı Yazma Atölyesi’, işte böyle bir ortama zemin hazırlar. Başkalarının da yazdıklarına, sadece “sevdim” veya “sevmedim” demenin ötesine geçerek, yazma becerilerine odaklanarak yapıcı ve saygılı geribildirimler sunmak ve diğer katılımcıların yorumlarını dinlemek, katılımcıların hepsi için çok öğretici oluyor. Müthiş bir empati duygusu gelişiyor; ilerleyen haftalarda katılımcılar korkularını, aşklarını, kısacası hayatlarını, içlerini birbirlerine açtıkça, bir güven ve derinlemesine bir anlama hali oluşuyor -sorunlar ne kadar farklı olursa olsun-. On beş kişinin aynı     fotoğrafa bakarak ne kadar     farklı metinler ürettiğini gören katılımcılar, ilk başlarda şaşırabiliyorlar; o fotoğraf her birinin zihninde öylesine bir ‘kaçınılmazlık’ duygusu  uyandırmış oluyor ki!  
Yaratıcılık öğrenilir mi?
Hepimiz zaten doğuştan yaratıcıyız ama boyama kitabındaki çizgilerden dışarı boyayı taşırmama veya güneşi illa sarıya boyama gereğinin ortaya çıkmasıyla bu yaratıcılık köreltilip paramparça ediliyor. Ancak, yaratıcılık yeniden     hatırlatılabilir bir şey yeter ki çocukluğumuzla yeniden bağ kurabilelim.
Yazmanın formülü var mı? 
Hayır, bunun formülü yok. Öğrencilerime tür olarak ‘öykü’yü anlatırken, ‘karakter’den, ‘çatışma’dan söz ediyorum elbet, ama arkasından, “bunlar zihninizin arka köşesinde bulunsun, ama yazarken bunları unutun” diyorum. Olsa olsa, ‘algıları açık tutmak’, ‘dünyayla, insanla ilgilenmek’, ‘her şeye ilgi duymak’, ‘merak’ kavramlarını atabilirim ortaya. 
Öyleyse yazmanın ilk koşulu bildiğimiz ve öğrendiğimiz her şeyi unutmak…
Böyle bir genelleme yapamam örneğin, pek çok roman bilgiye, araştırmaya dayalıdır. Örneğin, romanım ‘Siyah Koku’da sıcağa ve kurak iklimlere dayanıklı balık ve bitkileri araştırmıştım. İlk romanım ‘Çifte Kapıların Ötesi’nde bol bol psikiyatri kitapları okumuştum. Ama bir açıdan dediğiniz yanlış da değil. Özellikle de yaratıcılığı yeniden devreye sokma aşamalarında bildiklerimizi tabii ki göz ardı etmeliyiz. Buna ben ‘sıfır noktası’ diyorum. Kolay bir şey değil ama yapabiliriz, öğrenebiliriz. Çok sıradan hayatlar yaşıyoruz; her şeyimiz rutine bağlanmış. Bildiklerimize ‘taze’ gözle bakabilmek için rutini kıracak şeyler yapabiliriz. Örneğin, evimizde otururken “Ben uzaydaki bir yıldızdan doğrudan buraya ışınlanmış biri olsaydım, bu odayı nasıl görürdüm?” diye, yabancı bir gözle, ‘sıfır noktası’ndan bakmaya çalışabiliriz. O uzaylı, bu odada nelere şaşıracaktır, neler ona garip gelecektir? Neleri nasıl tarif edecektir? Giderek, hiç değilse ara ara,  hayata, yaşadıklarımıza böyle bakmayı alışkanlık haline getirmeye çalışabiliriz.
Peki, içimizdeki acımasız eleştirmeni öldürmenin yolları nedir?
Valla öldürmeyi bilemem, ama o rezilin kulağını her vesilede çekmek lazım! Şaka şaka! ‘İçimizdeki acımasız eleştirmen’ eşittir ‘mükemmeliyetçiliğimiz’; başka bir şey değil. Bunu da susturmanın yolu, yazdığımız her metnin ilk başlarda sadece bir taslaktan ibaret olduğunu kendimize hatırlatmak. O metnin üzerinde daha çook çalışılacaktır, o metin daha çook revize edilecektir, dolayısıyla ‘kötü’ yazma lüksüne sahibiz. Metin nihai halini aldığında, o ‘acımasız eleştirmen’ hâlâ gevezeliğini sürdürüyorsa, risk almaktan, rezil olmaktan korkuyoruz demektir. Bu durumda iş başa düşüyor. Kendi kendimize, her sanatkârın eserini ortaya serdiği zaman riske girdiğini hatırlatmamız gerekir. Korkak yazar olmaz. Kötü yazmaktan, yani kötü taslaklar üretmekten ne kadar az korkarsak, sonunda o kadar iyi yazılar üretiriz.
“Yazmak istiyorum ama nerden başlayacağımı bilmiyorum” diyene öneriniz ne olur?
Mükemmeliyetçilikten, o en mükemmel ilk cümleyi aramaktan vazgeçmek! İlham, oturup düşünerek değil, yazdıkça gelir. Bir yerinden başlamak lazım. İlla doğrusal, kronolojik yazmak zorunda değiliz; aklımıza ne geliyorsa yazmaya başlarız; gerisi zaten gelecektir. Bu malzeme genellikle öykünün-romanın içinde bir şekilde işe yarayacaktır. Yaramasa da yazma egzersizi yapmış olacağız yani yine işe yaramış olacak.