Oscar’lar sinemaya değil meseleye gitti!

BAŞAK BIÇAK

basakbicak@gmail.com

Bir Oscar törenini daha geride bıraktık… Yılın en iyi filmi hangisi olacak, kimler Oscar kazanacak tartışmaları sona erdi: 13 adaylığıyla yıla damga vuran The Shape of Water, En İyi Film ve Yönetmen ile birlikte toplamda dört dalda Oscar ödülünün sahibi oldu. Peki, eğer Oscar kazanmamış olsaydı, bundan birkaç yıl sonra Guillermo Del Toro’nun filmografisindeki The Shape of Water’ı kaç kişi hatırlardı? Bana kalırsa çok az kişi… Şu bir gerçek ki, herkes gibi ben de Guillermo del Toro sinemasını çok seviyorum. Yıllar önce izlediğim El Espinoza del Diablo (2001) ve El Laberinto Del Fauno (2006) filmlerinden sonra kendisine beslediğim sempati, sonraki yıllarda çektiği “olmasa da olur” diyebileceğim filmlerine rağmen devam etti; The Shape of Water’la bir nebze olsun özüne ve masalsı anlatımına dönüş yaptığı düşüncesi umutlanmama dahi sebep oldu! Fakat ne yazık ki, son yıllarda seçilen diğer filmler gibi The Shape of Water da yılın en iyi filmi değildi. Sadece “koşullara göre doğru” olan filmdi. O halde artık sormak gerekiyor; bu denli unutulmaya mahkûm ve sunucu Jimmy Kimmel’ın da söylediği gibi Black Panther kadar gişe yapmayan yapımların En İyi Film dalında işi ne? Aslında çok açık… Geçtiğimiz birkaç yılda Oscar törenlerinde iyiden iyiye hâkimiyet kurmaya başlayan “samimiyetsiz bir politik doğruculuk” bu sene ayyuka çıktı ve 2018 Akademi Ödülleri, tabir-i caizse, Trump karşıtı gösterilere dönüştü; Meksika sınırına duvar örmek isteyen bir Başkan’a karşılık Akademi, Amerika’nın en prestijli ödülünü Meksikalı bir yönetmene verdi. Bu noktada samimiyetsiz kelimesinin özellikle altını çizmek istiyorum zira politik doğruculuk karşıtı bir fikriyata sahip değilim. Bilakis, “insan”ın çeşitli din, dil, renk, ırk, cinsiyet, sosyal statü vb. tanımlamalarla yaftalanmasına ve ayrımcı siyasalara maruz bırakılmasına karşıyım. Tarih boyunca insan hakları konusunda çok büyük gelişmeler kaydettik, ilerlemeye de devam ediyoruz. Her geçen gün başka bir mesele hakkında insanlar arası eşitliği sağlamak için çaba sarf ediyor, mücadele vermeye devam ediyoruz. Tam da bu sebeple, bundan birkaç yıl önce “fazla beyaz bulduğumuz” Akademi ödüllerinin bu yıl neredeyse siyahi hegemonyasında gerçekleşmesini mutlulukla karşılıyor, değişim olabildiğini gördükçe seviniyoruz. Ancak tüm bu heyecan verici gelişmelerin yanında, dikkat etmemiz gereken bir detay olduğunu da işaretlemem gerekiyor; sanatın siyasete bu denli alet edilmemesi gerektiği gerçeğini… Sanat, kaçınılmaz olarak, toplumdan ve onun dinamiklerinden biri olan politikadan beslenen bir disiplin. Siyasi meseleleri, sanat bir eleştiri mekanizması olarak kullandığında bu, onu hem zenginleştiriyor hem de sanatçının yaratıcılığını besleyen bir faktör haline geliyor. Fakat bunun salt avantaj haline dönüşebilmesi, politika ve sanat arasındaki alışverişin günümüzde “çoğunlukla” tek yönlü olmasına bağlı… Başka bir deyişle, politika sanatı kendi çıkarlarına alet ettiğinde bu durum ekseriyetle sanatın aleyhinde bir değişime sebebiyet verebiliyor. Aksi durumlarla yüzyıllarca karşılaştık; devlet adamlarının, kralların sanatı farklı emellerle desteklediklerini ve bunun sanatı geliştirdiğini deneyimledik ancak günümüz şartlarında, daha ziyade ilk durum geçerli olmaya başladı. Dolayısıyla konuyla ilişkilendirecek olursak, Akademi’nin son birkaç yıldır Oscar törenlerinde verdiği kararların bağlayıcı niteliğinin “sandığımızın da ötesinde” bir güce sahip olduğunu ve sektörel gelişmeleri domine ettiğini hatırlamamız ve hatta yeniden konuşmamız gerekiyor. Zira önemli bir değişimle karşı karşıyayız… Stüdyoların, büyük hasılatlar elde etmeye başlayan çizgi roman uyarlamalarına yönelmelerinden sonra hemen her hafta bir çizgi roman uyarlamasıyla karşılaşmamız gibi (ki bunun yönetmen sinemasına olan etkilerinden bir yazımda uzun uzadıya bahsetmiştim) son yıllarda yükselen siyahi odaklı veyahut ırkçılık karşıtı filmlerin, önümüzdeki yıllarda patlama yapması olasılığı büyük oranda arttı… Özellikle 2014’te, 12 Years A Slave filminin En İyi Film ödülünü kazanmasından sonra benzer nitelikteki yapımlar, geçtiğimiz sene En İyi Film dalına sırf “siyahi meseleye sahip oldukları için” aday gösterilen filmlere giden yolu açtı ve son kertede, Manchester By The Sea gibi bir film dururken Moonlight’ın ödüllendirilmesi, bu yıl yaşananların ateşleyicisi haline geldi. Hatta tartışmalar öyle büyüdü ki sene boyunca, ekseriyetini Amerikalıların oluşturduğu eleştirmenlerin, orijinal bir fikre sahip olmasına rağmen hikâyesini işlemede sıkıntılar yaşayan Get Out’u “yılın filmi” haline getirmelerini tartışırken, Mother! gibi gerçek bir sinema olayının neden Oscar’a aday gösterilmediğini konuşamadık bile. Çünkü Get Out’un “En İyi Film” olma ihtimali çok daha kayda değer bir gelişmeydi. Tıpkı geçtiğimiz yıl yine aday gösterilmeyen Tom Ford imzalı Nocturnal Animals’ın gözden kaçırılması gibi. Her geçen yıl, politik tartışmaların sanatı ve sanatçıyı ele geçirmesi, stüdyoları domine etmesi sinema sektörünü olumsuz yönde etkilemeye başladı. 

Oscar, heybetiyle sektörü şekillendiriyor

Bu yılın en iyi film adaylarına bakın. Dunkirk ve Phantom Thread dışında auteur sinemasına yaklaşan işlerden bahsedebilir miyiz? Peki, on yıl önce? 2008 Oscar’larında There Will Be Blood’la Paul Thomas Anderson var. Darkest Hour’la bu yıl yarışan Joe Wright da Atonement’le adaylar arasında. 10 yıl öncede de bugün de aynı isimler ve yanına eklenen çoğu, “tek filmlik” yönetmenler. Wes Anderson, Quentin Tarantino, Martin Scorsese, Steven Spielberg, James Cameron gibi önemli sinemacıların hiçbiri ödüllendirilmemiş; George Miller, aksiyon sinemasının tozunu attırsa da o bile görülmemiş! Ödüllendirilen isimlerin çoğu ise daha iyi filmler çekmemişler. Akademi’nin varlık sebebi haline gelen, “unutulmaya mahkûm filmlerin ödüllendirilmesi” durumu, “Oscarların bir önemi kalmadı” diyenlerin aksine tüm heybetiyle sektörü şekillendirmeye devam ediyor. Her yıl, geçmişte ödüllendirilen filmlere benzer “garantici” işlerle karşılaşıyoruz ve yönetmen sineması örnekleri, Nolan, Anderson ve Scorsese gibi isimlerin şöhretiyle yaşamaya devam ediyor.  Yine de ümidimi kaybetmek istemiyorum ve umuyorum ki bir gün, Christopher Nolan ödüllendirilir ve onun gibi olmaya çalışan yeni yönetmenlerle tanışırız.