Kutsal sinemacının tükenişi

BAŞAK BIÇAK

basakbicak@gmail.com

Oscar’a aday gösterildiği Dogtooth (2009) ile dünya çapında bir üne kavuşan Yunan Yeni Dalga’sının öncü isimlerinden Yorgos Lanthimos, yeni filmi Kutsal Geyiğin Ölümü (The Killing of a Sacred Deer) ile bu kez tartışmaların odağında kaldı. Pek çok kişi tarafından eleştirilen film, ironik bir biçimde Cannes’dan En İyi Senaryo ödülüyle dönmeyi başardı…

SONUÇ HÜSRAN OLDU

Yorgos Lanthimos, Dogtooth’tan hemen sonra çektiği Alps (2011) ve birkaç yıl sonra gelen The Lobster (2015) ile haklı başarısını taçlandıran ve tek filmlik ünle yetinmeyen yönetmenlerden… Bilhassa The Lobster, Dogtooth’un da önüne geçerek yönetmenin popülaritesini arttırdı ve Lanthimos’un “tuhaflıklarla dolu” dünyasına karşı daha fazla heyecan duymamızı sağladı. Bu yılki Adana Film Festivali’nin seçkisinde izlediğimiz Kutsal Geyiğin Ölümü, işte bu sebeplerle yılın en merak ettiğim filmleri arasında başı çekiyordu fakat ne yazık ki sonuç, büyük bir hüsran oldu… Şu bir gerçek ki Yorgos Lanthimos, kurguladığı sürreal ve çoğunlukla rahatsız edici dünyasını çok katmanlı yapılara sahip hikâyeler üzerine kurabilen, sıra dışı karakterlerini bu evrene zekice yerleştirebilen bir yönetmen… Ve bunları yaparken, hikâye kurgulamanın bir gereği olarak “mantık düzlemine” yerleştirebilen bir sinemacı. Bir yönetmenin anlattığı hikaye ne kadar çılgınca, ne kadar absürt, ne kadar akıldışı ve beklenmedik olursa olsun; seyircinin nezdinde inandırıcılığı koruyabilmek için belli başlı kuralları takip etmek, dünyanın en saçma fikrine bile üzerinde oturacağı ayaklar inşa etmek gerekiyor. Lanthimos ise tam bu noktada hataya düşüyor ve filmin hikâyesini realiteden sürrealiteye geçirirken tabir-i caizse çuvallıyor. 

PSİKOLOJİK ŞİDDET

Üst sınıfa mensup bir Amerikan ailesinin başına gelen bir trajediyi, önce tamamen mantık sınırları içerisinde işlemeye başlıyor. Ünlü bir kalp cerrahı olan Dr. Steven Murphy (Colin Farrell) ve yine kendisi gibi doktor eşi Anna (Nicole Kidman) çocukları ile kusursuz bir hayat sürdürüyor. Murphy ailesinin hayatı, Steven’ın daha önce kaybettiği bir hastasının oğlu olan Martin (Barry Keoghan) ile yakınlaşması ve Martin’in bir süre sonra aileye psikolojik ve fiziksel şiddet uygulamaya başlamasıyla bir anda alt üst oluyor. Bu noktaya kadar her şey normal seyrediyor ve hatta bir açık kalp ameliyatı sırasında kalbin atışlarını izlediğimiz şaşırtıcı giriş sekansından sonra film, Lanthimos’un alışık olduğumuz karakterleriyle tanıştırıyor bizi. Fakat buradaki sorun, yönetmenin diğer filmlerinde kabul edilebilir olan soğuk, donuk ve mimiksiz davranış biçimlerini, normal ve alabildiğine gerçek hayata ait bireylerde neden uygulamaya çalıştığı… Dogtooth’ta da benzer bir dünya içerisinde tuhaf karakterler kurgulanmıştı fakat sebepler makuldü. Bu kez öne sürülen sözde nedenler, inandırıcılığı zedeliyor ve tamamen gerçekliğe uygun bir biçimde kurgulanan bu dünya, salt Yunan mitolojisine dayandırma kolaycılığıyla gerçek dışına çıkarılmaya çalışılıyor. 

KARATERİN DÖNÜŞÜMÜ

Lanthimos, Batılıların Helen hayranlığına dokunma ümidiyle Yunan mitolojisinden çıkan İphigenia efsanesinden hareket ediyor ve Artemis’in kutsal geyiğini öldürdüğü için cezalandırılan ve bu sebeple kızını kurban etmesi istenen Miken kralı Agamemnon’un öyküsü etrafında şekillendiriyor filmini. Her ne kadar filmin finali sizi yanlış bir düşünceye sürüklese de aslında kutsal geyik burada Martin’in ölen babası… Martin de, bu sebeple Agamemnon’u yani Steven’ı cezalandırılan Artemis oluyor. Hatta daha da ileriye götürürsek, Jung’un arketipsel sembolizmde açıkladığı ve karakterin dönüşümünü ifade eden “animayı” geyik olarak kabul edip, Steven’ın finalde yaşadığı değişimle “Kutsal Geyiğin Ölümü” okuması dahi yapılabilir fakat filmin mitolojik referansları daha ağır basıyor. Söz konusu temellerle şık bir görünüme kavuşan film, Martin’in hangi güçlerle aileyi cezalandırılabildiğini açıklama zahmetine dahi girişmiyor. Çünkü referansların sağlam ve filmin bu haliyle de “harika” olduğu inancı, senaryodaki bu korkutucu boşluğu verebilme lüksünü kendisinde gören yönetmen egosundan ileri geliyor. Ancak bu bilinçli tercih, filmi baltalamaktan ve inandırıcılığını yok etmekten başka bir işe yaramamış.

FİLMİN KURTARICISI OYUNCU SEÇİMİ

Bu noktada film, ekseriyetle Michael Haneke’nin Funny Games’ine benzetilse de, ben bu benzetmenin çok yanlış olduğu kanısındayım. Kutsal Geyiğin Ölümü ve Funny Games, her ne kadar benzer sosyal sınıfları odağına alsa da, salt “dışarıdan gelen tehdit” sebebiyle benzeştikleri söylenemez. Kutsal Geyiğin Ölümü’nde bir intikam duygusu var, Funny Games’de şiddet sebepsiz ve korku sineması, keyfi şiddet uygulayan psikopatlarla dolu… Filmin kurtarıcısı ise oyuncu seçimi oluyor. Nicole Kidman’ın yer yer Kubrick şaheseri Eyes Wide Shut’ı andıran duruşu ve artık görmekten sıkıldığımız donuk oyunculuğu bir kez daha işe yaramış. Colin Farrell kendi ortalamasının üzerine çıkarken, Barry Keoghan nefes kesen bir performans sergileyerek filmin asıl kahramanına dönüşüyor. Filmin görselliğine eşlik eden tınılar, film boyunca gerilim duygusuna hak ettiği hizmeti sunmasına rağmen, hikâyenin kararsız yapısı ve yorgun finali, Lanthimos severleri hayal kırıklığına uğratacak bir deneyime dönüşüyor.