Kısa öykü: Yıllanan güzellik

RÜYA ERSİNA UYGUR

ersinaru@gmail.com

Moda’daki dairemin balkonundan, Aylin’in sinirli konuşması hâlâ kulağımda, karşı kıyıya, İstanbul siluetine gözlerimi kısmış bakıyordum.

-Ne var karşıda? diyerek meraklandı eşim. İlk kez görür gibisin.

-Moda’dan bakınca dedim, eklenen binalar bile bozamamış, İstanbul her zamanki şaşırtıcı güzelliğinde…Yıllar sanki onu daha çekici yapıyor…

Sonra ekledim.

-Söylemiş miydim sana, dün çocukluktan mahalle arkadaşım Aylin telefon etti. Fransa’dan gelmişler tüm aile. “Torunuma mahallemi, okulumu göstereyim dedim, mazimi silmişler, her şeyi değiştirmişler” diye kızgın bağırıyordu.

-Yaşlılık sendromu dedi eşim konudan sıkılmış halde tabletindeki makaleyi okumaya dönerken.

-Yaşlanınca sevmediklerinin listesi artar…

-Değişiklikler sinirlendirir…

-Hoşgörü azalır...

-Nostaljik takılırsın. Eskinin her şeyi güzeldir de yenilikler sanki kasıtlıdır, geçmişi bozmak için icat edilmiştir.

-Öyle de dedim, güzel olanı da korumak lazım. Güzellik yıllandıkça derinlik kazanır.

-Kadınlar derileri için aynı şekilde düşünmüyorlar ama. Kırışıklıkları gidermek için yüzlerini gerdiriyor, başkası olup çıkıyorlar.

-Sen dalganı geç dedim, ben şimdi Aylin’i nasıl sakinleştireceğim, onu düşünüyorum.

-Nerede buluşuyorsunuz?

İçeriden seslendim.

-Saint-Joseph’in sosyal tesislerinde.

Öğle yemeği için Club Quartier’nin PAVIO denilen bahçesinde yer ayırtmıştık. İlk gelen Leyla’ydı.

-Ne güzelmiş burası dedi. Eskiden var mıydı?

Aylin de karşıdan geliyordu. Üç arkadaş yılların hasretiyle uzun kucaklaşmalardan sonra kendimizi koltuklara attığımızda ellerini masaya koyup şöyle bir etrafına bakındı.

-Burası ağaçlıklı, saklı bahçe gibi. Neyse ki dokunulmamış…

Sonra sinirle elini salladı.

-Çocuklar, birileri sanki elbirliğiyle geçmişimi siliyorlar. Yahu oturduğum sokağın adını bile değiştirmişler. Buraya gelirken göreyim dedim, Gündoğdu idi, Hünkâr olmuş!

-Aa dedi Leyla, kimse Hünkâr demiyor ki, o da nereden çıktı?

-Ben yurtdışından geldiğim için dikkat ediyorum, siz hiç etrafınıza bakmıyor musunuz, kocaman yazıyor!

-Ben de nedenini merak ediyorum doğrusu dedim. Hünkâr’a itirazım yok da paraleli Yeni Fikir, sağında Fırıldak, Gürbüz, solunda Bülbül sokağı olan Gündoğdu niye durup dururken böyle ağdalı bir adla değiştirilir? Hani, Tuna, Paşa, Fatih gibi sokaklarla komşu olsa neyse…

-Ben onu bunu bilmem, çocukluğumun geçtiği o sokaktan ne istediler, biri bana açıklasın.

-Boşver dedi Leyla, yıllar sonra birbirimizi bulmuşuz, canını sıkma böyle şeylere. Ne yiyoruz?

Pizzalarımız önümüzde, Aylin konuyu değiştirmeye niyetli görünmüyordu.

-Yıl 1989, kızıma okulumu göstereyim dedim. Aa ne göreyim, adı değişmiş, Kadıköy Maarif Koleji iken olmuş sana Kadıköy Anadolu Lisesi!

-Ta 1976’da oldu bu değişiklik…

-Ben yurtdışındaydım. O zaman internet de yok, nereden haberim olsun ki…

İçini çekti.

-İsmi değişmiş, neyse dedim, içeriye girdik. O güzelim ana bina da gitmiş, tarihi binanın yerine beton yükselmiş…

-O da aynı yıl, 1976 dedi Leyla.

-Halbuki o acımadan yıktıkları binada merdivenle aşağı inerdik, tiyatro salonumuz vardı. Folklor çalışmalarımız ve gösterilerimiz orada yapılırdı…Nerede? Hiçbiri yok yerinde…

Onu teselli etmek mümkün olmuyordu.

-O yeni binayı geçtim. Kızımın yanında Alzheimer hastası gibiyim, bir de denize inen ağaçlıklı yolumuzu bulamazsam diye ödüm kopuyor.

-Var dedi, Leyla, eskisi gibi olmasa da var işte.

-Allah aşkına dedi Aylin, daha biz okulda okurken o bizim küçük barakaları yıkıp berbat beton binayı diktiklerinde ne çok üzülmüştük, hatırlamıyor musun?

-Yıl 1968 dedi Leyla başını sallayarak. Tarihler beynime kazılı!

-Ben bile biliyorum dedim, o barakalarda kömür sobalarına ampul atıp patlatır, arkasını ısıtmaya gelen öğretmeninizi korkuturmuşsunuz.

-Anılarımız da işte böyle patladı dedi isyanla Aylin.

-Canım dedi Leyla, o barakalarda da sonsuza kadar eğitim olamazdı. Gerçi… mimaride özen gösterselerdi, yenileştirirken barakaları model alırlardı.

-Ben de bunu anlamıyorum dedim. Güzeli korumak yeterliyken…Öyle sıfırdan başlatmak, toptan değiştirmek gerekmiyor ki…

-Geçen gün belki düzeltilmiştir umuduyla yeniden gittim okuluma. Torunum beğendi ama ben ne kolejimi buldum ne de aradığımı...

-Ne aradın ki?

-Bir gençliğimi, bir de sakladığım bir objeyi…

-Nasıl bir obje bu? diye sordu Leyla merakla.

-Bir arkadaşımla okul yüzüklerimizi deniz kenarındaki ikinci ağacın altına bir naylon torba içinde saklamıştık. Hani üzerinde okul amblemi olan yüzükler... Mezuniyetimizin onuncu yıldönümünden itibaren ilk gelen alacak, diğerini arayacaktı.

-Belki o almıştır diyecek oldum.

-Olanaksız dedi gözleri yaşlı Aylin. O on yıl geçmeden öldü. Hani o trafik kazası…

-Onun için mi 1989’da geldin okula?

-Evet, neyse ki ağaç duruyordu yerinde …Kazdım, yüzük falan yoktu.

-Nasıl kazdın? diye sordu hayretle Leyla. Kimse bir şey demedi mi?

-Kapıcıdan rica ettim. Birlikte ağacın etrafını çepeçevre kazdık. Geçen gün torunumla geldiğimde de kapıcı aynı kapıcı, sordum, yok…

Birkaç dakika sessiz durduk. Sonra konuyu değiştirmek istedim.

-Yarın işin yoksa tarihi yarımadaya gidelim, moralin düzelir dedim. Galata’ya gidelim… Karaköy’e sen de şaşıracaksın Leyla, öyle güzelleştiriliyor ki sokaklar, huzurla kitap okunan modern kafelerle dolu…Üstelik eski yapı korunarak!

Ertesi gün üç arkadaş Karaköy vapurları iskelesinde buluştuk. Liseliler gibi koşarak vapurun arkasında üç yer kaptık. Ayaklarımızı neşeyle korkuluğa dayadık. Hareket edince de gözlerimiz köpüklerde, anıları tazeledik.

-Moda iskelesini gördün mü?

-O aynı, çok şükür…

-Bir ara plaj gibiydi, güneşlenilir, denize girilirdi oradan da…

-Plaj da gitti…

-Boşver plajı, hani mayo içine gizli cep yapar, büfeye kulaç atardık.

-Oranın sosisli sandviçi bize öyle güzel gelirdi ki...

-Büfe de gitti…

-Kayıkçı Ali…

-Ben dedi Aylin, 1989’da geldiğimde kayıkçı beni tanıdı. “Pasaport bırakmana gerek yok, sen eski kürekçisin, al kayığı git” dedi. Kızımın yanında bir gururlandım.

-Nasıl, bindin mi? diye sordu Leyla.

-Bindim de 50 metre kürek çektim çekmedim, kızım “Anne koku dayanılmaz” demez mi... Deniz de bitti…

Sustuk bir süre geride bıraktığımız köpüklerden yola bakarak.

-Ya Moda turları?

-Ekmek istediler mi evden hemen fırlardım dedi Leyla. Bir koşu sana gelirdim, tabii o zaman cep telefonu falan yok. Zil çalar, beklerdim eşikte. Sen koşarak inerdin merdivenleri, bir Moda turu atardık yıldırım hızıyla, ekmek de vaktinde yetişirdi sofraya.

-Geceleri yazlık sinemaya gitmeler…

-Bırak dondurmacı Ali’yi, daha Moda Çay bahçesi, Kemal’in yeri bile yok. Lozan plajının üstündeki alçak beton korkulukta minder serip oturmalar, gelen geçene bakmalar…

-Yavaşlatılmış hayat, kaygısız günler, geceler…

-Gençlik de bitti…

Vapurdan inerken yaş almış gibi ağırlaştı hareketlerimiz. Rıhtımı sonra da yeni yapılmış lokanta ve tatlıcıları geçip küçük sokaklara götürdüm onları. Ortaya atılmış bir masada kahvelerimizi içerken keyiflendik yeniden. Döndük sonra, Bankalar Caddesi’ne çıktık.

-Cenova’nın gar arkası küçük meydanlarına benziyor dedi Aylin ayağı burkularak.

Galata Camekan Sokak’ta sanat evi veya galerileri andıran yan yana butikler, tırmanan, inen daracık komşu sokaklar, kaldırım taşları…

-Neler olmuş buralara dedi inanmaz şekilde Leyla.

Konak Kafe’de muhteşem panoramik manzaraya bakarak ceviz kurabiyelerini yerken Aylin yine “okulum” diye tutturdu. “Yarın gideriz birlikte” diye sözler verdik.

Oradan yeniden Karaköy, Karaköy’den Perşembe pazarı…

-Aa varillerin içi izmarit dolu diye hayret etti Aylin.

-Geceleri Romanlar eğleniyor buralarda.

Balat’ın dar sokaklarında pencereden pencereye serilen ipe sallandırılmış çarşafların altından geçerken uzun sarı paltolu genç adam bir gülümsedi, altın dişinin parlaması bizi yine eski neşemize döndürdü.

Oradan bir taksiye atladık, istikamet Sahaflar. Eski kitapçılarda dolaştık bir süre. Sonra tramvaya atlayıp Sultanahmet’e oradan da Sirkeci’ye indik. Marmaray ile denizin altındaki tüpten karşıya geçirecektim onları. Leyla “vapur” diye tutturdu. Eminönü’nden yeniden vapura bindiğimizde Aylin bir çığlık attı.

-Vapur satıcıları, tarak, jilet hatta bin bir şekilde kullanılabilir değişik mutfak araç gereçleri… Yaşasın hâlâ duruyorlar!

Sonra yine bir hüzün geldi oturdu yüzüne.

-Bak kaybolmamış güzellikler de var dedim onu teselli etmek için.

- Ben en iyi arkadaşımı kaybettikten sonra diye ağlamaya başladı. Üstelik yüzüklerimiz bile yok sakladığımız yerde…

Akşam Leyla ile telefonlaştık.

-Acaba dedim iki yüzük bulup koysak oraya?

-Bende bir tane var dedi Leyla. Nilüfer’den de istersem verir kendisininkini. Oldu say bu işi.

Ertesi gün yine üç arkadaş okula birlikte gittik.

-Benim için burası hep kendine özel, Kadıköy Maarif Koleji diyordu Aylin hırsla kapıdan içeri girerken.

Leyla martı amblemli iki yüzüğü eski bir naylonun içine koymuş, öğrencilerin yardımıyla bir gece önce o ağacın altına gömdürmüştü. Deniz kenarına yürüdük. “Hadi bir daha kazalım” dedik. “Aa sürpriz” buluverdik. Gerçeğinin yerine benzeri de olsa kabulleniyordu insan. Yeter ki geçmişi hatırlatsın…

Üçümüz sahte sevinçle tam okuldan ayrılacakken kapıcı arkamızdan koştu.

-Aylin Hanım diye bağırdı.

Elinde üzeri topraklı bir naylon torba vardı…İçinde de 45 yıllık sahici iki yüzük…

GELECEK HAFTA

KÖR OLASI AŞK

13 Kasım:  Kısa öykü: Ömre bedel hata

06 Kasım Kısa öykü: Yukarı akıntı

30 Ekim Kısa öykü: Kayıp uçurtmalar

23 Ekim Kısa öykü: Dayının şeridi

16 Ekim Kısa öykü: Her sonbahar gelişinde