Balkonumda annemin fotoğraflarını masanın üstüne yaymış, karşıda görünen İstanbul siluetinde doğduğum Fatih’e doğru hayalimde dolaşıyordum.
Fotoğraflardan birinde annem 18 yaşında... İkinci Dünya Savaşı yeni başlamış olmalıydı. Onun için savaş uzakta, sadece hüzünlü filmler, şarkılardı. Marlene Dietrich’in Lily Marleen şarkısını yıllar sonra bize pek de anlamadan ama ezbere söylerdi.
Babamla nişanlılık fotoğrafları... Savaş biteli 4 yıl olmuş, yolları bir doğu ilinde kesişmiş, evlenmeye karar vermişlerdi. İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerin dışında Birinci Dünya Savaşı’ndan aldığı darbelerden milli mücadeleyle, kurtuluş savaşıyla kurtulan ve hâlâ toparlanmaya çalışan o yıllarda mahrumiyet bölgesi Anadolu’yu Malatya, Kayseri, Yozgat’ı gezmişler, sonunda doğduğum yere, İstanbul’un kalbi Fatih’e yerleşmişlerdi.
Küçük çocukluğumun Fatih’ini bana hep huzur verirdi diye hatırlarım. Ama şimdi sanki uzaklardan top atışları duyuyordum. Yanı başımızda Ortadoğu karışmış, bir büyük savaşın sinyalleri verilmeye başlamıştı. İnsanlar savaştan kaçıyor, vatansız sağa sola dağılırken heder oluyorlardı. Ankara’da, İstanbul’da, Brüksel ve Paris’te canlı bombalar patlatılıyor, terör onlarca insanın yaşamını acımasızca bir anda alıveriyordu. “Ne vadedebilir anneler çocuklarına bu kendilerine ayrılan günde?” diye düşündüm. Onları kucaklayacak kollarından ve üzerinde doğurdukları topraktan, vatanlarından başka...
Zil çaldı, aynı anda kapı tıklandı. Kapıcının gelme saati değildi ama Nurgül karşımdaydı.
-Yufkacı Halime dedi boynunu bükerek, kalbinden hastaneye kaldırıldı.
-Daha genç o kadın dedim. Kırkında var yok.
-Öyle de işte, genç evlenmiş, askerde oğlu var.
- Nasıl şimdi?
-Yoğun bakımda. Kalp yetmezliği dedi bizim Sakine. Onun yanında olmuş.
-Ne olmuş? diye sordum merakla.
-Fenalık geçirivermiş oğluyla telefonda konuşurken. Çok heyecanlanmış, bir şey oldu sanmış. Hâlbuki Furkan da bugün geliyor, anneler günü ya, onu kutlamaya, telefonla haber vereyim demiş.
-Hay Allah dedim, peki benim bir yardımım olur mu?
Nurgül’ün gözleri parladı.
-Şimdi oğlan askerden gelecek. Yanında para var mıdır bilmem, saatleri sayılı, hastaneye götürmek lazım, ona alıştırarak söylemek lazım...
-Peki, Nurgül dedim ben hazır beklerim. Sen Sakine’ye söyle, bana gelsinler. Hemen birlikte gideriz hastaneye.
“Dur” dememe kalmadı Nurgül elime sarıldı, elimi kurtardım, boynuma atladı.
-Sevabı büyük diye tekrarlıyordu merdivenleri ikişer ikişer inerken. Allah senden razı olsun.
Yufkacı Halime Hanımı gözümün önüne getirmeye çalıştım. Pek de kilolu olmayan, hatta zayıf denilebilecek, çok hareketli bir kadın olarak hatırladım. Son günlerde mahzundu bakışları. Hatta bir keresinde sormuştum da, bana bir an bakıp “yok, önemli bir şey yok” diye geçiştirmiş, ben de anlatmaktan vazgeçtiğini düşünüp üstüne varmamıştım. Demek Halime’nin genç kalbi her akşam oğlu için endişeyle çarpmaya yetmemişti...
Tam hazırlanmam bitmişti, zil çaldı. Sakine apartmanın dış kapısının önünde bekliyordu, askerden gelen oğul ise geride, park edilmiş arabalar arasına gizlenmiş, galiba sigara içiyordu.
-Sen arkaya geç dedim Sakine’ye, Furkan’la konuşuruz biraz.
Araba yola çıkınca, onu koltuğunda tedirgin oturur buldum. Dondurmacı Ali’nin önünde hep var olmuş kuyruğa, dondurmayı alır almaz yalamaya başlayanlara, kol kola girmiş neşeyle yalpalayarak ilerleyen iki yeni yetmeye, parktan dönen küçük çocukla onun kovasını taşıyan bakıcısına, motosikletiyle eve pide servis eden iş elbiseli gence, günlerin birbirinin aynı, olaysız geçtiği, sakin yaşamıyla tanınan Moda’daki her zamanki günlük yaşamın akışına ilk kez görüyormuş gibi bakıyordu.
-Kaç ay oldu askere gideli? diye sordum.
-10 Ay oldu dedi büzülerek oturunca çelimsiz gibi duran vücudunu birden dikleştirerek.
-Pek bir şey kalmamış dedim gözüm ileride dörtleri yanan arabada.
-Kendi istedi komando olmayı diye atıldı Sakine.
Yine göz ucuyla baktım, biraz önceki tedirginliğinden eser kalmamış, Furkan omuzlarını kaldırmış, savaşacak gibi duruyordu.
-Nerede birliğin? diye sordum.
-Hakkâri dedi pencerenin üstündeki kolu oynatarak, Yüksektepe!
Yeniden ondan yana baktım, bakışları sertleşmiş, etrafı tarıyordu.
Vakit kaybetmemek için arabayı hastanenin valesine bıraktık. Doğru danışmaya gittik, Halime Hanım yoğun bakımdan çıkarılıyordu. Odasında bekleyecektik, hemen asansöre bindik.
Furkan koridorda volta atıyor, annesini görmek için sabırsızlanıyordu. Asansör kapısı açılıp annesinin yatağıyla getirildiğini anlayınca koştu. Halime’nin gözleri kapalı olmalıydı, Furkan hastabakıcıların yanında durdu, sonra sessizce odaya doğru gerisin geri ilerledi. Savunmasız yatan annesi için her şeyi yapabileceğine o an inandım, o ince yapılı vücudu nasıl da kabarmış, gözümün önünde büyüyüvermişti. Sahada herhalde sevdikleri için gözünü kırpmadan saldırıyor, düşmanını tereddütsüz tarıyordu.
Halime’nin odasında üç iskemle çekip konuşmadan kendine gelmesini bekledik. O sırada içeriye bir hemşire girince ayaklandık, anestezi yapılıp yapılmadığını sorduk.
-Yoo dedi şaşırarak, onu sadece müşahede altında tuttuk, bir müdahale olmadı.
-Niye böyle uyuyor peki? diye endişeyle sordu Furkan.
-Dün gece birçok testten geçti, kanını aldık, pek uyutmadık diye açıklama yaptı hemşire. Yorgun olduğu için uyuyor.
Sonra dönüp Furkan’a sordu.
-Senin kardeşini anlattı hep, Hakkâri’de askermiş, onun için çok endişeleniyor...
Sakine Hanım atıldı.
-Kardeşi falan değil, bu işte, asker olan bu!
-Öyleyse uyandıralım da sevinsin kadıncağız dedi hemşire bağırarak. Halime Hanım kalk kalk, bak oğlun geldi askerden!
Halime Hanım gözlerini açmadan yavaşça sordu.
-Burada mı?
-Buradayım annem! diye ellerine sarıldı Furkan.
-Daha 54 günün var, nasıl geldin sen?
Gözlerini açmış bakışlarını sevgiyle oğlunun üzerinde gezdiriyordu.
-Bak hiçbir şeyim yok dedi Furkan gülerek. Sapasağlam geldim.
-İzin mi aldın?
-Evet, anneler gününü kutlamaya geldim, elini öpmeye...
Halime gözlerini kapayıp açınca birikmiş gözyaşları yanağına süzüldü.
-Beni nasıl sevindirdin... Bir bilsen, nasıl sevindirdin...
Sonra toparlanmaya çalıştı.
-Ne zaman dönüyorsun?
-Sen merak etme, yarın akşama kadar buradayım.
-Buradan bir çıksak diyerek kalkmaya çalıştı Halime Hanım.
Doktor son kez görecekmiş. Onu beklerken Sakine ile koridorda oturduk, ana oğlu baş başa bıraktık.
-Halime’yi çoktandır mı tanırsın? diye laf açtım.
-Uzaktan akrabam olur dedi. Ben ondan büyüğüm ama o ablam gibi görünüyor, oğlu askere gideli kadıncağız çöktü gitti.
-Kocası? diye soracak oldum.
-Sen bilmiyor musun? Furkan bebekti, o da böyle askerde, teröristler yine bir azmışlardı, şehit oldu, tabutu geldi. Ondan korkuyor Halime.
-Furkan babasız büyüdü öyleyse.
- Baba tanımadı fukara. Annesi üniversiteye zor yolladı. Hep asker olacağım der, sabırsızlanırdı. Bak gitti, komando oldu.
-Furkan tek çocuk mu? diye sordum.
-Yok, bir yaş büyüğü var, kız, içine kapanık. Çok iyi okudu. Hani bir okul var hep unuturum, babasızlar gider, çok iyi bir okul…
-Darüşşafaka mı?
-Hah onu bitirdi, üstüne de üniversite yaptı. Hâkim olacak diyor annesi. Olur, o olur.
-Nerede şimdi? İstanbul’da değil mi?
-Staj yapıyor Eskişehir’de. Akşama o da geliyor. Ama annesi istemedi, hastalandığını söylemedik. Hayırlısıyla doktor bir bıraksa da eve dönsek.
Doktor çıkabileceğini söyledi. Halden anlayan biriydi. “Oğlunu düşünürken kendine zarar vereceğine onun için kuvvetli ol” dedi. “İstirahat yok, kendini işine ver”. Halime bile doktorun söylediklerine bizimle birlikte güldü. Reçeteler hazırlandı, arabaya bindik. Sakine öne oturmuştu. Halime arkada oğlu ile beraberdi.
Sakine Altıyol’a varmadan indi, onun da akşama kutlanacak anneler günü için hazırlıkları vardı. Çekinerek anne oğlu Moda’da Kemal’in yerinde bir kahvaltıya davet ettim.
-Ya da bizim evde, İstanbul siluetine baka baka.
-Kızım gelecek dedi Halime, sizi bir gün mutlaka ziyaret edeceğim nasılsa, o kadar minnettarım ki...
-Estağfurullah dedim, o nasıl söz, peki açık havada bir çay içip kalkmaya ne dersiniz?
-Onu reddedemeyeceğim, Furkan götürürdü beni de, o gideli...
Denize en yakın olan camla korunaklı bir masayı seçtik. Halime’nin yüzüne renk gelmeye başlamıştı. Gözünü oğlundan ayırmıyor, her fırsatta ona sarılıveriyordu.
-Furkan dedi babasını sadece fotoğraflarından tanıdı ama bakıyorum da o gururlu duruşu, yürüyüşü gitgide ona benziyor, babasının bir kopyası. Duruyor mu boynunda verdiğim kolye?
-Hep takıyorum ki dedi Furkan gömleğinin üzerine çıkarırken.
Zincire geçirilmiş, gümüş kaplama muska biçiminde kapaklı kutuyu gömleğinin üstüne çıkardı. Açtı, bir kanadında doksanlı yılların Furkan’ı sanki, babasının fotoğrafı duruyordu, diğerinde ise Türk bayrağı.
-Yalancı dedi koluna vurarak oğlunun, tıpkı babası, askerde nerede takacaksın, ilk kontrolde alırlar elinden.
-Almadılar dedi Furkan ciddileşerek. Şehit dedim. Onun için buradayım. Bir daha hiçbir çocuk benim gibi babasızlık çekmesin diye!
Çaylarımızı sessizce bitirdik. Onları evlerine bıraktım. Ana oğul kapıda el salladılar.
-Furkan diye seslendim, adresimi öğrendin, ben de seni bekleyeceğim.
Akşam kapıcımız Nurgül uğradı. Halime’yi görmeye gitmiş, iyiymiş.
-Garibim, oğlu sağ salim geldi diye çok sevindi, “53 gün kaldı, bakarsın tatili de olur” diye gün hesabı yapıyor.
-Ee gerçekten de bir şey kalmamış dedim.
-Askerlik için öyle de, ben telefonuna kulak misafiri oldum. Yarın akşama kadar iznini uzattı. Normalde sabah bitermiş.
-Bir gün fazla mı askerlik yapacak?
-Yok, ne bir günü, ne iki ayı, Furkan çoktan teskere bırakmış. Artık hepten asker!
-Değeri biçilmez bir anneler günü desene Halime için. Bak hediyesini de vermiş dedim gözlerim dolarak, oğlan yeniden anasının kollarına dönmüş... Her yıl inşallah yeniden...
GELECEK HAFTA
PSİKOZ
01 Mayıs kısa öykü: Lıght evlilikler
24 Nisan kısa öykü: İnternet kadınları
17 Nisan kısa öykü: Dedemin nişanlısı