Kısa öykü: Yaşamı değiştiren o an

RÜYA ERSİNA UYGUR
ersinaru@gmail.com

İstanbul silueti bu Pazar sabahı güneş ışınlarının oyunuyla lazer bıçağı değmiş gibi kesitler halinde görünüyordu. Ben de kendime eğlence edinerek her dilimde geçirdiğim bir “an”ı fotoğraf karesi halinde hatırlamaya, böylece anılardan siluet albümü yapmaya çalışıyordum. Bir yerde okumuştum, insan, farkında olmazmış ama ölüme üç ay öncesinden hazırlanmaya başlarmış, son dakikalarında da yaşamı bir film şeridi gibi gözünün önünden geçermiş... Hiç kesinti olmuyor muydu acaba? “İşte o an” diye takılınan, “keşke” diye hayıflandığımız, “ama” diye gerekçe bulup kopukluğu giderdiğimiz ya da “iyi ki”  deyip  şeridi hızlı sardırmaya başladığımız anlar...

-Tabii bizi duymazsın diye şakıdı bir kadın sesi. Sen burada değil, yine karşı kıyıdasın.
Elimde olmadan sıçradım. 
-Sen dedim, ne zaman, nasıl geldin?
Sevim ile sarmaş dolaş olduk hemen. 
-Kahveler benden dedi eşim bizi balkonumuzda yalnız bırakırken. 
Sevim  bir süredir evden çıkmaz, zorunluluklar dışında kimseyle görüşmez olmuştu. 
-Bakayım sana bir, bu saçlarınla harikulade görünüyorsun.
-Değil mi? derken zoraki bir kahkaha attı.
Dokunsan yine ağlayacak gibiydi. Ben masa örtüsünü düzeltirken, o güneş gözlüğüne gizlendi. Kahvelerimiz gelmiş, eşim içeri çekilmişti. 
Bir süre konuşmadan karşı kıyıya, İstanbul siluetine daldık.
-Cuma günü seni dinledim, psikiyatriste gittim.
İçimdeki memnuniyeti belli etmeden konuşmasını bekledim.
-“Şikayetiniz ne?” diye sordu, ben de sen söylediğinde saçma bulup itiraz ettiğim “o anı” söyledim. “Birden neşemi kaybettim” dedim.
Yine sessiz, kahvelerimizden birer yudum aldık. Kahve fincanını sağa sola çevirerek devam etti.
-Çok ciddiye aldı, “Birden mi?” diye sordu.  “Bir anda” dedim.“Ne oldu ‘o an’da?” diye sordu. “Hiç” dedim, “Sevdiğim porselen bir demlik vardı, ne zaman, nasıl çatlamış haberim yok, o durup dururken ikiye ayrıldı. Ben de ağladım.”
Çantasından çıkardığı mendille gözlük altından akan yaşlarını sildi.
-Ben hemen bilinçli bir hasta olarak bu demliğin benim için özel bir anlamı olmadığını ekledim.
-Dolaylı bir anlamı var mıymış?
-Belki vardır, ama psikiyatristim bunun üzerinde durmadı. O önce sağlık tarihçemi istedi, kronik hastalıklarımı sordu, aldığım ilaçları not etti, sonra da ses alıcısını çalıştırıp “Kendinizi bana tanıtın” dedi.
Sevim derin bir nefes alıp devam etti.
-“Nasıl” diye sordum, “bir işe girer gibi mi?” Sinirli güldüm, o da güldü, “Nasıl isterseniz öyle” dedi. “İster gerçekçi olun, doktorunuza kendinizi tanıtın, isterseniz genel, herkese anlatır gibi, ya da sahnede farzedin kendinizi...” Psikiyatristim çok eğlenceli bir insan.
-Nasıl anlattın? diye sordum merakla. Bir hasta olarak mı?
-Hepsinden biraz ama sonunda kendim oldum, ağlaya ağlaya  anlattım.
Kahvesini usulca itti.
-Birinci seansta dedi, pek yol katetmedik.  Anlayacağın ağlamamla geçti. Bahar yağmuru gibi, bir anda yaşlar aktı, sonra bitti, kalktım. 
Yine bir süre sessiz oturduk. Kızının konseri çıkışında Galata’da bir öğleden sonra geçirdiğimiz ünlü pastaneyi sordu söyledim. Kutlama için gitmiş, kocasının ani iş gezisi üzerine saatlerce dertleşmiştik. 
-Biliyor musun benim hayatımda önemli anlar yok dedi. Daha doğrusu ben “o an”ları yaşayamadım.
-Yaşayamadım derken?
-Okula başlama, doğumgünleri, diploma törenleri... Hepsi flu...Evliliğim bile iki arada bir derede oldu. İşe başladığım gün hamile olduğumu öğrendim. Kızım doğarken annem rahatsızlandı. O öldüğünde görevli yurtdışına gidiyorduk. Devam edeyim mi?
-Gerçekten bir vakaymışsın dedim ona sevgiyle bakarak. Tam sevinecekken üzülmüş, yas tutman gerekirken ...
-Evet, yas da tutamadım dedi o da gülerek.  Psikiyatristime hayatımdaki güzel olayları bile katıla katıla ağlayarak anlattım.Şimdi de seninle gülüyorum, iyi mi?
Kalkarken bana yine sarıldı.
-Ne yapıyorsun bilmiyorum ama bana hep iyi geliyorsun. Yoksa sen değil de, bu manzara mı bana bunu hissettiriyor?
-Neyse ne, araştırma gel dedim, manzara balkonda, ben de buradayım.
Sevim gittikten sonra çocukluk arkadaşım Leyla’yı aradım.
-Senin dedim, “işte o an” diyebileceğin bir anın var mı hemen aklına gelen? 
-Var, şimdi, şu an! dedi.
-Ciddi soruyorum diye üsteledim.
-Ben de her anı ciddiye aldığımı söylüyorum.
-Yani?
-Her an ciddidir diyorum. O kadar zor mu anlaması. Hayat ciddiye alınmalı. Yoksa o kendini ciddiye aldırmayı  biliyor.
Her zaman sabun köpüğü gibi konularda laflayıp çocuklar gibi karşılıklı kahkahalar attığım arkadaşım bugün tuhaf bir şekilde durgundu.
-Neyin var senin? diye sordum.
Bana bir arkadaşının Bağdat Caddesi’nde karşıdan karşıya geçerken ezilişini anlattı. 
-“İşte o an” anlaşılmaz bir nedenle kendini neredeyse arabanın önüne atmış. Yanındaki kardeşi “Birine benzetti herhalde karşı kaldırımdakini” diye düşünmüş, “çığlık attı sevinçle ve fırladı yanımdan” diyormuş. 
-Yıllardır görmediği bir sevgili.. çok sevdiği bir arkadaşı mı?
-Görünürde böyle biri yokmuş. Karşı kaldırımdan koşanlardan da onu tanıyan çıkmamış. Daha iki gün önce onunla Cadde’de karşılıklı kahve içtik, biraz önce de toprağa verdik, iyi mi?
Telefonu kapatıp balkona döndüğümde eşimi begonyaların kurumuş yapraklarını temizlerken buldum. Gözlüklerini takmış, ameliyat yapar gibi çok ciddi bir ayıklamayla meşgüldü.
-Sevim’in nesi var, biliyor musun?  diye söze girdim.
Başını kaldırmadan sordu.
-Nesi varmış?
-Duyguları karışmış, hemen öyle bakma, fantezi bir psikolojik ruh halinden bahsetmiyorum. Çok ilginç, olaylar bir iyi, bir kötü, hep çifter çifter gelmiş, tam gülecekken katıla katıla ağlamış, ya da tersi. 
-Duyguların kuruması insanı hasta eder diye mırıldandı.  
-Beni dinlemiyorsun diye yakındım içeri girerken.
-Yarın begonyalar coşarsa şaşırma diye bağırdı balkondan, kurumuş yapraklardan kurtulunca  hava alacaklar,  her taraftan. 
Dizüstü bilgisayarımı almış, balkona yerleşirken o da bahçe eldivenlerini çıkarıp karşıma oturdu.
-Nesi varmış sahi Sevim’in? 
-Kadınların her şeyi büyüttüğüne inanlardansın sen de diye biraz önceki ilgisizliğinin hıncını almaya çalıştım. Beni dinleseydin...
-Ciddi bir iş yapıyordum, begonyalarımla arama girmeye çalıştın... Hadi anlat, neymiş, işe girerken hamile olduğunu mu anlamış, ne ...
-Aaa bir de kapı dinlemişşin diye takıldım.
-O kadarını duydum, bir de yurtdışına çıkarlarken annesi ölmüş...Bence Sevim hep  sınanmış, iş mi çocuk mu,  ya da görev mi en değerli varlığını yitirmek mi önemli diye...
-Bu şekilde hiç düşünmemiştim dedim şaşkın.
Sonra kendimi toparladım.
-Peki Sevim niçin çocuğunun doğumuna sevinememiş, bu sevinci annesinin rahatsızlığıyla gölgelenmiş? 
Ben bilmem der gibi iki elini iki yana açmış, bakıyordu.
-İşin tuhafı tüm “işte o an” diyeceği hayatının önemli anlarında tam tersi bir olay oluvermiş. Olaylar onu manik depresif hale getirmiş, bir gülüp bir ağlayan! 
-Belki de dedi eşim, önemli anlarda korkuyor, ters bir olayı büyüterek ona eşitliyordur? Doğum sonrası çok sevinmekten korkup annesinin basit bir rahatsızlığını büyütüp  iki olayı kendisi dengelemiş de olabilir.
-Böyle düşünemiyorum dedim, Sevim’i iyi tanıyorum da onun için. Biliyor musun o psikoloji dalında eğitim de gördü. Psikalaniz kurslarına gitti, galiba mezuniyet belgesi de var, yani bu konulardan uzak biri değil, bilinçli bir hasta.
Bir hafta sonra yine Pazar günü Sevim balkonda karşımda oturuyordu. 
-Ailemi araştırdım manik depresif yok, dedi.
Birden kızardım. O hemen yakaladı.
-Sen de bu hastalıktan şüphelendin, değil mi?
-Ne yalan söyleyeyim, insanın aklına ...
-Annem de bende suçluluk duygusu yaratmadı diye devam etti, konuşmalarımızı dinlemiş gibi. Sevinilecek olaylarda hemen kötü bir gelişmenin olması o yüzden de değil. Ben de büyütmüyor, eşitlemiyorum sevinçlerle üzüntüleri. En azından bir çoğunu değil.
-Neye vardınız psikiyatristinle?
-Daha görmedim ki... Randevum haftaya...
Sevim’in  Pazar sabahları gelişlerini bekler olduk. Onunla birlikte eşimle kendi “işte o an”larımızı konuşuyorduk. Bana göre “işte o anlar” sonsuzdan sonsuza  yaşanan anlardı. Eşim ise belleğimizi ilk insanlara, mağara dönemine kadar götürüyor, tarihi hafızayı oluşturan o anları da ekliyordu. 
Bir Pazar gelişinde Sevim “işte o an”ları yeniden yaşamaya karar verdiği müjdesini verdi. Doğumgünlerini  yaşı kadar mumu teker teker söndürerek kutlayacaktı. Tabii biz de  baş misafirlerindendik. Mezuniyet törenlerini fotoğraflara bakarak yeniden yaşamayı düşünüyordu. Ona da okul arkadaşlarını çağıracak, kepini atmayı da unutmayacaktı.  Yakındaki evlilik yıldönümlerinde, gelinlik benzeri dantel beyaz elbisesini giyecek eşiyle nikâh tazeleyeceklerdi. İşe girişini sevdiği tüm iş arkadaşlarını toplayarak kutlamayı düşünüyordu, kutlamaları artarda sıralayınca listenin uzunluğuna bakıp şanslı olduğuna karar vermiş, kaybettiği neşesini bulmaya başlamıştı. 
Yaslara gelince “onu tamamladım” dedi. Önce aile mezarlıklarını düzeltip, çiçeklerle donatmıştı. Tüm akrabaları toplayıp annesi ve babası için mevlut okutmuş, sonra da onlarla başbaşa kalıp topraklarını koklamıştı. 
-Yine de diyordu Sevim, sonradan kutlamalar ne kadar aynı duyguları yaşatır kuşkulu. Benimki bir hesap kapatma gibi. Film şeridine bir çeşit montaj... Ya da sitcom gibi sonradan eklenmiş yerinde gülme ve ağlama patlatmaları...
Ayakkabısını ayağına geçirip çıkarken birden geri döndü.
-Az daha unutuyordum, psikiyatristime gidiyorum ya düzenli, bendeki zıt olayların çifter gelmesi bitmez dedi kahkaha atarak.  Yarın okuduğum lisede yaşam koçu görevime başlıyorum. Doktorumdan moral alıp onlara vereceğim, hah ha ha...
GELECEK HAFTA
ÇAKMA TURİST

14 Ağustos  Kısa öykü: Neyin peşinde

07 Ağustos Kısa öykü: Her gece saat onda

31 Temmuz Kısa öykü: Kimlik hırsızı

24 Temmuz Kısa öykü: Kedi Kadın

17 Temmuz Kısa öykü: Ailenin büyük sırrı