Moda’daki İstanbul panoramalı katımızda karşı kıyıdaki tarihi yapıların dizimi her anının farklı güzelliğiyle bizi hep balkona çekiyordu. Bu cumartesi sabahının geç vakti de yine oradaydım. Aralık ayının aldatıcı güneşi altında yükselen seslerle ürperdim.
-Tu étais où hier soir?
Soruyu soran kadife bir kadın sesiydi. Sakin ama dondurucu bir şekilde “Dün gece neredeydin? ” diyordu.
-Ravyoli partisi düzenledik derken bir yükselip bir alçalıyordu erkek sesi.
Gülerek salonun içinde dolaşıyor olmalıydı.
-Sen şakadan anlamıyor musun? diye karşı çıkıyordu erkek sesi. Çekilmez oldun artık!
Kulağım Fransız çiftin kavgasında, balkonun korkuluklarına dayanıp Topkapı Sarayı’ndan başlayan İstanbul siluetine bakmaya devam ettim. Şimdi, modern hayatın önderliğini elden bırakmayan Fransa’dan gelmiş komşularımızdan kadının erkeği sorgulamasını dinlerken düşünüyordum. Harem zevk ve sefasıyla dillere dolanırken tarihsel metres figürü aydınlanmayla birlikte resmiyet kazanmıştı. Aşağı katta bir cam eşya kırılmıştı galiba, ardından duvara çarpan sert bir cismin gürültüsüyle irkildim. Fransız kadın da erkeğinin geceyi,başka bir yerde,başka biriyle geçirmesini hoşgörüyle karşılamıyordu. Tartışma çığırından çıkmış, yine kavgaya dönüşmüştü.
Daha iyi duyabilmek için eğilmişken aşağıdan tiz bir soprano sesi yükseldi. Mozart’ın Gecelerin Kraliçesi aryası.
https://www.youtube.com/watch?v=kNKEGjLSDpo
Her zamanki gibi tam zirve yaptıkları anda, kavga seslerini komşular duymasın, diye müziği yine kadın koymuş olmalıydı.
İçeri girmek için döndüğümde eşimle burun buruna geldim.
-Yine kavga mı var?
-Bu seferki hayli şiddetli. Arya da yüksek perdeden.
Ardından ekledim.
-Kavgalarından seslerini tanıyorum. Görüntüleri hakkında ise hâlâ hiçbir fikrim yok.
Eşim bir hediye verir gibi kulağıma fısıldadı.
-Bu gece tanışacaksın.
-Ne? diye bağırdım hayretle. Bize mi davet ettin?
-Hayır dedi gülümseyerek. Biz onlara gidiyoruz.
Onu iterek salona sürükledim.
-Hemen kahve yapıyorum. Sen de kafanda toparla, hangisiyle konuştun, nasıl, niye davet ettiler, ne iş yapıyorlar, görünümleri...
Onun keyifli kahkahaları arasında mutfağa koştum. Kahvelerle döndüğümde aldırmaz tavırlarıyla beni daha da sabırsızlandırdı. “Şu makaleyi okuyayım sonra ” demesine fırsat vermeden elindeki tableti kapıp kapattım.
-Tam asansöre giriyordum, adam geldi, cebinden biriyle Fransızca konuşuyordu. Ben “lütfen ” dedim Fransızca ve kapıyı tuttum. Apartmanda Fransızca konuşan biri olmasına çok sevindi. “Akşama gelişimizi kutlayacağız ” dedi. Bizi de davet etti. Hepsi bu.
- Neyin kutlamasıymış dedin?
-Eve taşınma kutlaması, bir çeşit açılış.
-Peki, kaç yaşında?
Sıkılmıştı sorularımdan, kestirip attı.
- Akşama görürsün, orta yaşlı, bildiğin Fransız işte.
Dairelerinin zilini çalıp beklerken asansörden üç genç kadın ile bir erkek kahkahalar atarak çıktı. Erkeğin kravatı üzerine doladığı fuları dikkat çekiyordu. Kadınlar dekolteli gece elbiseleriyle apartmanı bir anda Levanten havasına büründürmüşlerdi.
-Hello dediler neşeyle, hep bir ağızdan.
O sırada kapı açılmış, karşımızda gecenin kraliçesi, yüzünde belirsiz bir gülümseme, kim olduğumuzu tahmin etmeye çalışıyordu. Üst kat komşuları olduğumuzu Fransızca söyleyince gülümsemesi kırmızı rujlu ağzından yüzüne yayıldı. O, kavgalarından tanıdığım kadife sesiyle Türkçe “hoş geldiniz ” diyerek bizi içeri aldı. Arkamızdaki genç gurubu görmezlikten gelmiş, bizi salonun ortasına götürmüştü.
Birden salonun girişinde, hemen sağdaki şöminede ateşten kızarmış odunlardan biri gürültüyle yuvarlanarak parkeye fırladı. Ev sahibesi bakmakla yetindi, bize birer koltuk gösterdikten sonra eşine seslendi.
-Şömineyle ilgilenir misin?
Alaylı bir gülümsemeyle devam etti.
-Evimizin ortasına ateş düştü de!
Orta boylu, ellili yaşına göre olağanüstü gür, uzunca ve itinayla dağıtılmış saçlı eşi sohbet etmekte olduğu yaşıtları çiftten ayrılarak şömineye koştu. Çevredekilerin uyarıcı bağırışları arasında şık bir hareketle maşayla kaldırdığı odunu korların üzerine oturttu. Ama odunun korları ezmesiyle ateş sönüverdi.
O sırada arkamızdan gelen guruptaki üç genç kadından kızıl saçlısı, rugan çantasından bir çiçek gibi ambalajlanmış bir çıra çıkardı.
Şöminenin önünde çömelmiş ev sahibi erkeğin omuzuna dokunarak hediyesini verdi.
-Al dedi yumuşak bir sesle İngilizce, Bu, sönmüş ocağı hemen alevlendirir!
Sonra dönüp kahkahayı patlattı.
-Ocaksız taşınma partisi olmaz, İngiltere’de adettendir!
Onun bu jesti ve nedensiz kahkahası sanki açılışı başlatan kurdele kesişi gibiydi, şömine etrafında birikenlerden bir ağızdan “ooo ” sesleri yükseldi. Tutuşturulan çıranın atılışıyla alevler neredeyse bacayı sarmıştı.
Gözlerimle ev sahibi kadını aradım ve onu kalabalıktan uzakta, heykel gibi köşede durmuş buldum. Göz göze geldiğimizde cd çaların kumanda düğmesine bastı ve müzikle birlikte bütün bakışlar ona, siyah pantolonu ve önü kapalı, sırtı beline kadar kesik, sadece hareket ettiğinde dekolte oluşturan tuniğiyle gecenin kraliçesine döndü. Kavga seslerini bastırsın diye daha bugün koyduğu arya Fransız sopranonun tizleşen sesiyle yavaş yavaş yükselmeye başladı. Geniş bir gülümseme kapladı yüzünü. “Ben buradayım ” der gibi kadehini havaya kaldırdı.
Güzel bir kadın denilemezdi. Kare formunda başını siyah saçları çevreliyor, saçları dalgalar halinde omuzlarına kadar iniyordu. Geniş omuzlu, geniş kalçalıydı. Onu ilginç kılan belki de iri siyah, ağır bakışlarıydı.
Şöminenin etrafındaki kalabalık da aperatifleri tepsi içinde dağıtan iki genç garsonun görülmesiyle dağılmaya başladı. Herkes bir ağızdan konuşuyor, kadehler birbirini izliyor, atılan küçük kahkahalar gurupların neşesini yarıştırıyordu.
Eşim evin erkeğiyle konuşuyordu. Onunla sırt sırta duran genç kadın birden dönünce kızıl saçları savruldu, eşimin bir esprisine gülüyor olmalıydı. Çıplak omuzu neşeli hareketleriyle evin erkeğine çarpıyor, ”sorry ” diyordu biraz iterek.
-Manzara aynı mı görünüyor sizden de?
Suçüstü yakalanmış hissederek hemen koltuğumdan kalktım.
Ev sahibi hanım dirseğimden tutup beni balkona doğru götürdü.
-Sizde de sık sık karşıya gitme isteği uyandırıyor mu? Karşıda buradan çok farklı hayatlar yaşanıyor dedim, eski İstanbul’da…
-Gerçek hayatlar, değil mi? dedi biran dalarak. Biz balkonlardan izliyoruz onları.
Bana döndü, gülümsedi.
-Anouk diye kendini tanıttı.
Sonra başını yukarı kaldırıp Galata’ya doğru bakarken sordu.
-Arya sever misiniz?
-Evet dedim biraz sıkıntılı.
Hava serindi içeri girdik. O davetliler yokmuş gibi elinde kadeh, başı hep yukarda cd çalara yöneldi ve Nina Simone’den bir parça koydu.
https://www.youtube.com/watch?v=1bccOfePKVc
İnsanlar gecenin bu ilerlemiş saatinde, kimi koltuklara oturmuş, kimi kenarına ilişmiş, sohbet ediyorlardı. Anouk salonun ortasına geldi ve tek başına dans etmeye başladı. Ben balkonun kapısına dayanmış bu gerçeküstü gösteriyi izliyordum. Elinde kadehi, müziğin ahengiyle iki üç adım atıyor, yavaşça dönüp, geri gidiyordu. Bakışlarındaki ağırlıkla parmak ucu ve topukları üstünde o hafif dönüşleri, diğerlerini umursamaz, alabildiğine mağrur gidiş gelişleri, başlangıçta pek de güzel bulmadığım bu insanı olağanüstü çekici kılıyordu. Öylesine Anouk’un tek kişilik dansına kapılmış, gözlerimi ondan ayıramamıştım ki, eşinin ve diğerlerinin o dans ederken neler yaptıklarını gözleyememiştim. Dans bitince kocasını, ilgisiz, bir köşede kızıl saçlı genç kadının da aralarında bulunduğu gurup ile sohbete dalmış gördüm. Gözlerimle salondaki diğer gurupları tararken eşimle bakışlarımız karşılaştı. Kalktık ikimiz de. Anouk bir gurupla sohbetteydi. Yanına gidip iznini istedik.
-Sizi çok geç tanıdım, yazık dedi Fransızca.
-Bugün açılışı yaptınız diye cevap verdi eşim. Komşuluğumuz yeni başlıyor.
Gülümsedi yine siyah gözlerinde ağırlaşan bir bakışla.
-İyi geceler!
Asansör kattaydı. Hemen bindik.
-Veda dansını izledin mi? diye sordum eşime.
Anlamaz baktı.
-Anouk dedim. Yoksa izlemedin mi?
-İzledim de neden veda dansı dedin onu anlamadım.
Asansör bir üst katta durmuştu. Eve girip ayakkabılarımızı çıkarırken kehanette bulundum.
-Göreceksin, belki bu akşam, ya da sabaha, ama çok yakında Anouk, evi terk edecek!
Ertesi gün her Pazar olduğu gibi kalın yün ceketlerle balkonumuzda oturmuş kahvaltı sonrası kahvelerimizi içiyorduk. Kapı çaldı. Karşımda Anouk’u görünce şaşırmadım.
-Özür dilerim rahatsız ettiğim için diye söze başladı.
İçeri girmek istemedi. Elindeki şık cd kutusunu uzattı.
-Lütfen bu aryaları kabul ediniz dedi. Beni hatırlarsınız.
Sorar baktım.
-Uçağım bu akşama dedi.
Sonra ekledi
-Paris’e dönüyorum.
Uzattığı cd kutusunu aldım.
-En çok gecelerin kraliçesini sevmiştim dedim. Patricia Petibon’un söylediği.
-Ben de dedi gülümseyerek. Elveda…
Akşam çöpünü verirken kapıcımız Nurgül Hanım, bana her sır verişinde yaptığı gibi göz kırptı. Sonra da alt katımızdaki Fransız kadının bavullarıyla evden ayrılır ayrılmaz, adamın kızıl saçlı bir başka yabancı kadınla geldiğini söyledi. Başını sallayarak “bu seferki adamdan çok genç, önce kızı sandım ama sonra bir baktım kolunu beline doladı ” dedi.
O gece alt katımızdan hiç ses gelmedi. Ertesi gece de, daha sonraki de.
Çocukluk arkadaşım Leyla ile telefonda konuşuyor, “hayret” diyordum, “henüz kavga kopmadı.” O “bekle” dedi, “bakalım bu kez kim kimden hesap soracak ?”
Yaklaşık bir ay sonra yine bir akşam balkonumuzda otururken birden bir gürültü koptu aşağı katta.
-Çok içtin yeter darling diyordu bir kadın sesi İngilizce.
-Darling, darling… Önce bu öğleden sonra nerede, kiminle olduğunu açıklayacaksın. Yalan söylemeyi bırak artık!
Ardından birbirine karışan bağırtılar, ardından kırılan bir cam eşya sesi…
Eşimle göz göze geldik ve gülümsedik. Anouk’un o veda dansı gözlerimin önünde, onun hediye ettiği cd kutusunu getirdim. İçinden Verdi’nin Maskeli Balo operasından “Tatlı parlayan aşk ateşi ” aryasını seçip çalmaya başladım. Müzik baskın çıkmış, ilk kavgalarını duyulmaz hale getirmişti. Anouk herhalde böyle yapmamı isterdi. Hem Anouk’un, hem de benim en sevdiğimiz Gecelerin Kraliçesi aryasını kavgalarının finali için saklayacaktım. Ama onun veda dansının benzerini bir daha göremeyeceğimi biliyordum.
GELECEK HAFTA
SOSYETE TERÖR ÖRGÜTÜ