RÜYA ERSİNA UYGUR
-Buraya kadarmış! dedi balkonumdaki masanın üzerine kalın saplı D&G marka güneş gözlüklerini atarken.
-Sakin ol, birer kahve yapayım, sonra anlat hepsini.
-Boşanıyoruz. Anlatacak bir şey yok!
Tepsiyle geri döndüğümde karşıdaki İstanbul siluetine dalgın bakarken gördüm onu.
-Yapaymış gözyaşlarım, sevgim de yapaymış, bugüne kadarki tüm davranışlarım, yaptığım fedakârlıklar, anneliğim, karılığım… Arkadaşlıklarım da öyle, her şeyim yapaymış.
-Allah Allah dedim şaşkınlıkla. Nasıl bir ortamda söyledi ki bunları?
-Dün yine tartışıyorduk. Öyle ağladım ki gözlerim yandı, gittim banyoda suni gözyaşı damlası koyuyordum, kaptı tüpü elimden. Sonra başladı bağırmaya “ağlaman da sahte ” dedi, “hayatın da…”
-Göz doktoruna gittiğini ben bile biliyorum, onun haberi yok muydu?
Başını salladı.
-Dur sahte demedi, “sentetik ” dedi. “Sentetik gözyaşların” iyi mi? Hayatım sentetikmiş.
-Nedir sorun? diye sordum yumuşak bir sesle. Otuz yıldır evlisiniz. Ne oldu birden de böyle sürekli kavga eder oldunuz?
-Bilmiyorum, bilmek de istemiyorum. Hayır, ben öyle estetik ameliyatlar yaptıran botokslu falan biri de değilim ki, 30 yıldan sonra bu sentetik muhabbeti de ne oluyor, biri bana anlatsın.
-Nedir dedim Sadun’un hayatında köklü bir değişiklik mi oldu son zamanlarda?
Gülin boş gözlerle yüzüme baktı. Sonra kendi kendine konuşur gibi saymaya başladı.
-Bir ayı aşkındır, normal ayakkabı giymiyor, marka sandaletlerle dolaşıyor. En son ne zaman takım elbise giydi, doğrusu hatırlamıyorum. Kulağında kulaklıklar, yolda yürürken müzik dinliyor. Eskiden spor merkezine zor götürdüğüm adam kış günü sahil boyunda geziniyor, doğayı dinliyormuş. Alışveriş yerlerinden alınan hiçbir meyve sebzeye dokunmuyor, kilometrelerce yol yapıp üreticisinden satın alıyor, organik besleniyor. Yüzüne meyve maskeleri yapıyor, gençleşmeye çalışıyor.
-Sana da yaşlı muamelesi yapıyor…
-Evet dedi gözlerini açarak. Kendisi alternatif yaşayan genç adam, ben de başına kalmış tutucu, yaşlı karısı… İnanılmaz ama tam böyle davranıyor.
-Desene Sadun yaşlılık krizine girdi…
-Hiç çekemem, işte bunu hiç çekemem.
İki ay sonra Gülin yine aynı koltukta yine İstanbul siluetine dalgın bakıyordu.
-Boşanıyoruz, o kadar.
-Önemseme Sadun’u diyecek oldum. Bu kriz de geçer.
- Mahkememiz önümüzdeki salı.
Sonra birden gözlüklerini masaya attı.
-Artık sentetik gözyaşı damlalarım da yetmiyor. Göz pınarlarım kurudu ağlamaktan.
Gözleri korkutucu kırmızılıktaydı, çevresi sanki kabuk tutmuştu.
-Beni Bomonti’ye davet etti, evde olmazmış, tarafsız, kavga çıkarılmayacak bir yer seçmiş, öyle dedi.
Yine kahvelerimizi içiyorduk.
-Yalnız değildi dedi bir motorun arkasından bakarak. Yanında hanım arkadaşı vardı.
Peş peşe gül lokumlarını ağzına attı.
-Türk değil, kırklarının sonunda ince bir kadın. Uzun sarı saçları beline kadar inmiş, her şeye sanki tiksinir gibi bakıyor. İnce askılı, çiçekli bir elbise giymiş, dümdüz sandaletli. Sanma ki pazardan alma elbiseler, hepsi marka, üstünden dolarlar akıyor. Yeşilci işte. Durmadan ot çaylar içiyor.
-Ne istiyor Sadun? diye sordum merakla.
-“Biz birbirimizi sevdik” diyor. Güya dürüst davranıyor. Çok da medeni kendisi, ben ise sentetik kadınım ya, bana aklı sıra ders veriyor. Kadın da ben yokmuşum gibi uzakta bir yerlere bakıyor.
-Üzülmeye değmez o zaman dedim. Sen de bu sayede özgürlüğüne kavuşmuş olursun. Olaya bir de bu açıdan baksan. Böyle bir erkekle yaşamaktansa…
Sözümü kesti Gülin.
- Biz evlenirken iki kişiydik, ne zaman üç olduk, ha? Ayrılırken arkadaşının elinden tutuyor, yeşilciler ya, ilk insanlar kadar doğallar.
Gülin’i o gün de yatıştıramadım. Geldiği gibi hırsla gitti.
Mahkeme sonrası yine bizdeydi.
-Onu süründüreceğim diye söylenerek odada turlar atıyordu.
Parmağını masaya sürüp ekliyordu.
- Hâkim bir yıl sonraya gün verdi. Bir yıl o yeşilci onu otlarla beslesin de görelim!
Gülin işi gücü bıraktı, onların izini sürmeye başladı.
Telefon numarasını görünce yine ne gibi bir bilgiye erişti diye ben de meraklanıyordum. Bir gün yine balkonda eşinin kız arkadaşıyla ilgili bilgileri şöyle toparladı.
-Hollanda’da bizimkinin bir iş toplantısında karşılaşmışlar. Kadın Alman. Uluslararası bir firmanın proje ekibinde yer almış. Mühendis falan değil ha, babasının kızı. Anlayacağın yukarıdan torpilli!
Bir gece tam yatmaya hazırlanırken telefon acı acı çaldı.
- Bizimki çöp sanatçı çıktı. Pet şişelerden, kapaklarından, elektrik tellerinden, pillerden yapılmış eserleri var. Uyduruk şeyler…
-Gülin dedim, inan değmez onları böyle izlemene…
-Ama dinle. Kadın güya doğacı, atık malzemeleri geri dönüştürüyor, üstelik onlardan eserler yaratıyor. Çok güzel de bil bakalım babasının firması ne üzerine?
-Gecenin bu saatinde bilemeyeceğim.
-Tahmin et, tahmin et…
Sonra kendisi söyledi.
-Endüstri atıkları, yaaa… Gerisi yarına!
Ertesi sabah onun telefonu ile uyandık.
-İ-na-nıl-maz diyordu ben gözlerimi ovuştururken.
Makineli tüfek gibi şirketleri hakkında bilgilerini saymaya başladı. Sonra birden çıkıştı.
-Sen beni dinlemiyorsun. İyisi mi geleyim, yüz yüze anlatayım.
Kahvaltı soframızı ancak hazırlamıştım ki zil çaldı. Kapıyı açmamla içeri dalması bir oldu.
Daha iri gözlükler takmıştı. Çıkarıp da masaya atınca bu kez korktum.
-Hiç uyumuyor musun sen?
-U-yu-ya-mam dedi. Öğrendiklerimi duyunca sizin de uykunuz kaçacak!
Evrak çantasını açmaya çalışırken sordu.
-Fildişi sahillerinde 17 kişinin ölümüne, on binlerce insanın zehirlenmesine neden olan endüstri atıkları olayını hatırlıyor musunuz?
-Evet dedi eşim, sanırım 9-10 yıl önceydi Panama gemisi miydi?
-Panama bandıralı diye sinirli bir kahkaha attı. Ne Panaması, düpedüz Alman gemisi! İşte bu yeşilci hanımın gemisi bu
Gülin yılların gazetecisi gibi elindeki belgeleri karıştırarak mürettebatın Rus, şirketin Yunanlı olduğunu, yüklemenin ise Alman ve Macaristan şirketi tarafından gerçekleştirildiğini masaya elini vura vura anlattı.
-Gemi ne taşıyormuş biliyor musunuz? 600 Ton zehirli atık. Fenol, kostik soda, petrol, ne istersen var.
-Almanya’da yargılanmışlardı galiba dedi eşim.
-Yargılanmışlar da tabii hiçbir suçlamayı kabul etmemişler. “Şirketimiz tam aksine doğa korumacıdır” diye savunmalarını yapmışlar. Bu kadın da çöp sanata, işte o sıralar başlamış. İki pet şişe, üç mum, oldun mu dönüşümcü sanatçı…
Elini masaya vurdu yine.
-Ne cezası, buna bir de ödül vermişler. Hadi bana eyvallah.
Şaşkınlıkla arkasından bakakaldık.
Ertesi günü bekleyemedi gece saat onda telefon edip “geliyorum” dedi ve yarım saat geçmeden balkondaki yerini aldı.
-Yarın Almanya’ya uçuyorum.
Tuhaf, bu kez gayet sakin konuşuyordu. Yere bıraktığı evrak çantasını kucağına aldı, içinden bir dosya çıkarıp masanın üzerine koydu.
-Eğer başıma bir iş gelirse bu dosyayı şu adrese yollarsınız.
-Neler oluyor Gülin? diye endişeyle sordum. Niye Almanya’ya gidiyorsun?
-Bana hiçbir şey sormayın. Sizin için hiçbir tehlikesi yok, bu adrese götürüp vereceksiniz, o kadar. Korkuyorsanız postayla da yollayabilirsiniz.
-Ne var bu dosyada? diye sordum.
-Onları yakacak her şey. Yeniden mahkeme açtıracak bu dosya göreceksiniz ve o etrafına tiksinerek bakan kadın, çöp sanatçı olarak kaz gibi kasılarak dolaşamayacak. Zavallı insanları zehirli atıklarıyla öldürmekten ceza alacak o, ceza alacak!
-Peki, Sadun diye çekinerek sordum, onun haberi var mı zehirli atık ticaretlerinden?
-Bırak o içgüveysini dedi. Her tarafta evler, borsada her dakika artan para olunca servetin kaynağını merak eder mi hiç? Çöp sanatçı arkadaşıyla Akdeniz sahillerinde bisiklet turu atıyor. Facebook’unda da yeşil yeşil paylaşımlarını görmüyor muyum, ben onlardan iğreniyorum… Suriye’de savaştan kaçan göçmenler Akdeniz’de görsel kirlilik yaratıyormuş, iyi mi?
Bizi merakta bırakıp gitti. Başına bir şey gelirse teslim edeceğimiz adres bir avukata aitti. Dosyayı yatak odamızdaki sandığın içine örtülerin arasına sakladım. O gece Gülin için endişeli, sağa sola dönerek uyumaya çalıştım.
Üç gün sonra Almanya’dan telefon etti. Sesi gripli gibi kırıktı.
-Umduğumdan da hızlı ilerliyorum.
Bir Alman gazetesinde stajyer olarak çalışan okulunu yeni bitirmiş göçmen bir Türk kızıyla tanışmış, o da dosyayla ilgilenmiş, hem tercümanlığını yapıyor, hem de ulaşmak istediği kişileri bulup randevu alıyormuş.
Hafta sonuna doğru tekrar aradı.
-İçgüveysi Sadun aradı beni, hatırımı soruyor, demek araştırmalarımdan rahatsız oldular dedi ve kulaklarımda uzun süre yankılanan bir kahkaha attı.
Ertesi hafta başı çöp sanatçı bir Alman’la yapılmış bir röportaja rastladım televizyonun bir kanalında. Yanında Sadun da belirince kuşkum kalmadı. Gülin’in tarif ettiği gibi etrafa tiksinir gibi bakıyordu.
Yine bir telefon geldi Gülin’den,
- İstanbul’dayım, birazdan sizdeyim.
Geldiği zaman ikisinin haberi tüm gazetelerde ilan verilmiş gibi büyük yer almıştı. Çöp sanatçı Alman kadının kocasıyla fotoğrafına alaylı gülümseyerek gazeteyi bir parmak fiskesiyle iskemleye fırlattı.
-Herkese üstten bakmaya devam etsinler, yakında sanatları bitecek çöpleriyle baş başa kalacaklar.
O sırada çocukluk arkadaşım Leyla aradı.
-Duydunuz mu dedi, Fildişi sahillerinde bir genç kızın cansız vücudu bulunmuş kumsalda.
Gülin’e tekrarladım, az daha oturduğu koltuktan düşecekti.
Leyla’nın anlattığına göre, eski bir naylon torba geçirilmiş başına, öyle boğulmuş.
-Serap’ı onlar öldürdü dedi dehşet içinde Gülin.
Çantasındaki sentetik gözyaşı damlasından anlamışlar Türk olduğunu. Yanında Gülin’in Türkçe yazılmış notu varmış. “Dünyayı öyle kirlettiler ki gözlerimiz kurudu. Hepimiz kör olduk. Yeniden berrak görebilmek için sentetik gözyaşlarına gereksinim duyuyoruz, ne acı… ”
Gülin’in, gözyaşları yanağından süzülüp boynuna akıyordu. Benden sakladığım dosyayı istedi. Bir kopyasını avukata verecekti.
-Suç duyurusunda bulunacağım diyordu çıkarken, sonra da ver elini Fildişi Sahilleri…
Gülin Fildişi Sahilleri’ne gidemeden, sürpriz bir haber aldı. Kumsaldaki kadın cesediyle ilgili bilgisine başvuruyordu oranın makamları. Dosya yeniden açılıyordu...
GELECEK HAFTA
13 Eylül kısa öyküsü: Aşk kilidi
6 Eylül kısa öyküsü: Birinci kadın