Kısa öykü: Ölümüne fren

RÜYA ERSİNA UYGUR

ersinaru@gmail.com

O cumartesi akşamı tam yemek üstü kahvelerini de içmiş, hesabı istemiştik, büyük bir gürültüyle sarsıldık. Cama koşan genç garson, “patlattılar” diye bağırırken ikincisi duyuldu.

-Ne oluyor?

-Bakın, bakın, alevden bir top gibi.

Lokantada ceketlerini yapılı saçlarının üzerine çekerek masa altında kendini korumaya almış şık hanımlar doğrulmuşlar, bir grup sarsıntıyla birlikte kapıya koşmuştu bile.

-Sakin çıkacağız dedi eşim. Patlama Dolmabahçe’ye doğru olmalı.

-Maç vardı bugün diye bağırdı biri.

-Biteli çok oldu diye bağırdı bir diğeri.

-Ama dumanlar o taraftan geliyor!

-Eyvah Beleştepe! diye bağırdı şef garson. Bizim kayınçolar orada olabilirler…Bilet bulamadılarsa…

-Korkma orada kimseyi tutmazlar dedi bir erkek sesi, çevik kuvvet üs kurmuş, korumaya almış stadı.

-Ah, polisler ! diye çığlık attı mutfaktan bir kadın.

Bazı iskemleler devrilmiş, birkaç tabakla, barın üstüne asılı bardaklar kırılmıştı. Biz dengemizi bulmaya çalışarak kalktık, parayı fişe sararak kasaya koyduk. Merdivenlerden bizden önce davrananları izleyerek usulca indik. Müzik kesilmiş, sadece kadınların topuk sesleri duyuluyordu.

Alt kata indiğimizde bacaklarım titriyordu.

-Çok ölü yoktur inşallah! diye ağlıyordu yaşlı bir hanım. Allahım !

-Anahtarı sana vermiş miydim?

-Bende dedi eşim elindekini göstererek.

Şansımıza arabayı valeye bırakmamış, 10 metre ileride bir yer bulup hemen park etmiştik.

Arabanın önünde hasar vardı. Yandaki pano üzerine devrilmiş, kaportanın boyasını sıyırmıştı.

-İnşallah çalışır dedim kapıyı açarken.

Eşim kontağı çevirince kemerini taktı.

-Sen de tak, elini de böyle burada tut dedi, arabadan atlamak gerekirse hemen kemerden kurtulursun.

Yola çıkıp bizi evimize götürecek olay yerinden uzak bir güzergâh arayarak ilerlerken bir genç kız kollarını çapraz sallayarak arabanın önüne atladı.

Eşim ani frenle durdu.

-Hemşireyim, lütfen beni hastaneye götürün diye bağırıyordu.

Hemen aldık. Arkaya oturunca yolu tarif etti.

-Şişli Hamidiye Etfal Eğitim ve Araştırma Hastanesi dedi, çok sayıda yaralı polisimiz varmış.

-Kol bandınız, hemşire olduğunuzu belirten bir çantanız var mı? diye sordum. Ön cama koyalım böylece diğer araçların bize yol vermesini sağlarız.

Yokmuş ama kırmızı atkısını çantasından çıkardı, onu yan aynaya bağladık. Korna çalarak bir u dönüşü yaptık.

Şişli’ye vardığımızda hastanenin acil servisinin önü ana baba günüydü. Ambulanslar sıraya girmiş, sedyeler omuzlarda görevliler can kurtarmak için koşuyorlardı.

Hemşire Nurhan arabadan fırladı, teşekkür eder gibi elini sallayarak kalabalığın arasında kayboldu.

Arabayı  tam hareket ettirecekken arka cama biri vurdu.

Dönüp baktığımızda başına tülbent üzeri, siyah üstü kırmızı desenli şaar bağlamış orta yaşlı köylü adam eliyle camı işaret etti.

Açtık.

-Kurban dedi, bir iyilik daha yap, bizi Haseki’ye götür, torunumuz buranın morgunda da yok.

-Arkaya geçin dedi eşim.

O iki kadına daha el etti. Karısı olmalı, başında çiçekli yazmalı kendi yaşında bir kadın ile, palto üzerine başörtüsü takmış genci aceleyle yerlerini aldılar.

Nurhan hemşire kırmızı atkısını yan aynaya sarılı unutmuştu. O rüzgârda sallandıkça, korna çalmadığımız halde diğer arabalar yol veriyor, olabildiğince hızlı gitmemizi sağlıyorlardı. Arkaya bakacak şekilde yan oturmaya çalıştım. Genç kadın deli gözlerle bakıyor, orta yaşlısı ise habire dizine vuruyordu.

-Torununuzun patlama yerinde olduğuna emin misiniz? diye sordum.

-Gültekin minibüs şoförüdür, Taksim Beşiktaş hattında çalışır dedi dedesi. Telefonda konuşuyorduk, ha bu anası aramıştı, “yemek yeme, sevdiğin meftune var” dedi. O cevap veremedi. Patlama oldu. Biz telefonda duyduk, sonra bir ses gelmedi...

Yanındaki orta yaşlı kadın sesli ağlamaya başladı.

-Belki telefonsuz kalmıştır, belki düşmüş kırılmıştır dedim. Belki diğerlerinin yardımına koştuğu için sizi arayamıyordur…

-Keşke dedi genç kadın keşke, ama bizde şans ne gezer, Diyarbakır’dan ölümden kaçtık, bak geldi gene yakaladı burada.

-Deme öyle kızım dedi adam, bak bu hastanede yok işte. Belki onda da yoktur.

-Bizim buramıza yazılmış ölüm dedi elini hızla alnından geçirerek.

-Ne yapayım, koruyamadım onlardan sizi dedi adam. Bir başıma ben ne yapayım kızım…

Sonra eşime torununu anlatmak istedi.

-Yanlış anlamayın bizi beyim, biz Kürdüz ama torunum Gültekin askerliğini koruma olarak yaptı. Öyle güvendi devletimiz ona. Bu şerefsizler ona da kancayı atmaya çalıştılar ama izin vermedik biz. Bak o hendek kazdılar ya, gece yarısı çamaşır sepetine ne sığarsa, o kadar, bir döşek bile alamadan kaçtık yurdumuzdan. Kökümüzü kuruttular, yuvamızı söndürdüler, yetmedi.

-Hele o Şeyhmus yok mu, her gün gelirdi eve diye hırsla konuştu orta yaşlı kadın.

-Ne biliyoruz Pekeke yapmış? diye araya girdi annesi olduğunu anladığımız genç kadın. Işid de olabilir pekala.

-Hâlâ konuşuyor, topunun Allah… diye elini salladı adam.

Haseki Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin önü de ana baba günüydü. Büyük bir şans eseri bir park yeri bulduk.

-Burada da yoksa, Çapa’ya, diğer hastanelere, bir bir bakarız dedik.

Haseki’de acilden yoğun bakıma, oradan morga her tarafa soruyorduk ki tesadüfen bir hastabakıcıdan haberini aldık. Dede Diyarbakırlı olduğunu anlayıp torununu tarif edince hastabakıcı “Ha o iyi dedem” demiş. “Ölü diye getirdiler, bir şeyciği yok, taburcu olmadıysa ayakta tedavi edilenlerin arasındadır. Bak şu tarafta” diye bir de yerini bile işaret etmiş. Önde anası arkada biz büyük bir hasta salonuna girdik.

-Gültekin! diye çığlık attı annesi. İyi misin sen?

Deli bakışlarını oğlunun vücudunda gezdirmekle kalmıyor, kolunu, bacağını tutarak sağlam olduğuna inanmak istiyordu.

-Kalabalık etmeyin diye bağırdı bir polis. Hasta dışında herkes hemen dışarı!

Gültekin de o sırada taburcu kağıdını almış, biraz topallayarak bizimle dışarı çıkıyordu.

-Ne oldu bacağına? diye bağırdı annesi.

-Sus dedi Gültekin, bir şey yok bende. O kadar insan öldü. Yürü.

Ben arabada  yerimi Gültekin’e verip arkaya geçmiştim. Zayıf dedesi pencere kenarında öne doğru çıkmış, karısıyla bir kişilik yere kendini sığdırmıştı.

Anne sinir boşalması yaşıyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Gültekin donuk gözlerle, hareket halinde arabamızın ön camından ötelere bir yere bakıyordu.

İstikametimiz Gültepe’ydi. Bu gece bitmeyecek gibiydi. Saat bir buçuk olmuş, trafik nispeten hafiflemişti. Ambulans ve polis arabalarının yaklaşan, uzaklaşan sesleriyle yol alıyorduk. Sistemde bir  arıza olmalı  elli metre ilerimizdeki yeşil ışık aniden  kırmızıya döndü, eşim de büyük bir fren sesiyle ancak durabildi.

-Gümüşsuyu’ndaki sarı ışıkta geçmeyip böyle dursaydım, minibüstekiler bugün yaşayacaktı dedi Gültekin.

Öyle mi demişti, biz arkadakiler eğilip onu daha iyi duymaya çalıştık.

-Hep benim yüzümden diye bağırdı. O sarı ışıkta dursaydım, ya da bir sonrakinde kırmızıya yakalanmayayım diye öyle gaza basmasaydım, bomba patladığında Beleştepe’ye varmayacaktım.

-Olmuş bir kere dedi annesi.

-Sen nereden bilecen kurban dedi anneannesi.

-Kırmızıya yakalandım, önden yapsana frenini, yok, tam bombanın patlayacağı yerde bastım. Hep yanlış yerde durdum, hep…

-Oğlum bak kurallara uymuşsun dedi annesi, sende suç yok.

-Ama anne frene bir bastım, o an patladı. Sanki ben patlattım bombayı. O frene bastım ya, o frene…

Sonra sarsıla sarsıla ağlamaya başladı.

-Onu yeniden bir doktora gösterin dedim. Bir psikoloğa…Yaşadıklarını tek başına alt edemeyebilir.

-O istesin dedi anneannesi, her bir şeyi yaparız.  Hayatta ya, şükürler olsun, torunum hayatta. Son altınım olsa, bozarım onun uğruna…

Gültepe’de bir apartmanın önünde indirdik onları. Sarıldık birbirimize, “Allah sizden razı olsun” dualarıyla.

Tekrar arabamıza binip 15 Temmuz Şehitler Köprüsü yolunu aldığımızda çalınan kornalara katılmış bulduk kendimizi. Köprüden geçerken ne düğün alayına benziyorduk ne de cenazeye. Kısa, kesik kornalarla yorgun savaşçılar gibi art arda geri dönüyorduk. Yaralılar gözümüzün önünde, ölü sayısının artmaması için dua ederek ilerliyorduk. Eve varıp daire kapısını açınca sessizliği bozan ısrarlı telefon sesi bizi karşıladı. Ayakkabılarımı çıkaramadan koştum, çocukluk arkadaşım Leyla’ydı.

-Oh, çok şükür açabildin dedi. Gümüşsuyu’nda değil miydiniz siz? Meraktan öldüm öldüm, dirildim. Yoksa gitmediniz de uyandırdım mı ben?

-Hayır ne uyandırması dedim, şimdi eve girdik.

Leyla’da büyük sessizlik...

-İyi misin sen? diye sordum endişeyle.

-Hiç iyi değilim. Ben televizyonda gördüm, yataklara düştüm, siz öyle habersiz bu saatlere kadar sohbet mi ettiniz?

-Biz dedim yorgun sesimle, olayın çevresinde dolandık. Bir hemşireyi hastaneye yetiştirdik, belki hayat kurtarmıştır, yara sarması bile iyidir.

-Ne diyorsun?

-Bir de bir minibüs şoförünü ailesiyle buluşturduk…Onu morgda zannediyorlardı, tüm yolcular galiba ölmüş… Bir tek o kurtulmuş. Tavana yaptırdığı özel izolasyon üstüne düşmüş de… Bir mucize gibi… Onu yanan minibüsün içinde korumuş…

Telefonu kapatıp televizyonu açtım. Stada maç izlemek için gelen halkı korumaya çalışan polisler… yoldan geçen araçların içindekiler… Gültekin’in şok altındaki hali gözümün önünden gitmiyordu “Ölümüne fren sıktım” diye ağlıyordu, “tam da bombanın patladığı Beleştepe’de…”

GELECEK HAFTA

DÜN GECE NEREDEYDİN?

13 Aralık Kısa öykü: Geçmişe mesaj

4 Aralık Kısa öykü: Elma Dersem Çık 

27 Kasım Kısa öykü: Kör Olası Aşk

20 Kasım Kısa öykü: Yıllanan güzellik

13 Kasım:  Kısa öykü: Ömre bedel hata

06 Kasım Kısa öykü: Yukarı akıntı

30 Ekim Kısa öykü: Kayıp uçurtmalar

23 Ekim Kısa öykü: Dayının şeridi