Pazar sabahı balkonda İstanbul siluetine bakarak kahvelerimizi içiyorduk, telefon çaldı.
-Caroline?
-Merhaba dedi bozuk Türkçesiyle. Sana haber vermek istedim, haftaya gelemiyoruz.
-Ne oldu, ağlıyor musun sen?
Caroline Türkçe konuşmayı bırakmış, hıçkırıklar içinde Fransızca anlaşılmaz şeyler söylüyordu.
-Musluk mu? diye sordum, sakin ol, hiçbir şey anlamadım. Musluk mu patladı?
Eşime sordum hayretle.
-Musluk patlamış olamaz, sel baskını için benzer bir terim var mı?
O başını sallarken, Caroline biraz sakinleşti.
-Swen şu anda musluğun altına yatmış, bira içiyor.
-Fıçıdan mı içiyor? diye sordum dehşetle. Artık fıçının musluğuna mı?
Swen alkole bağımlılıktan büyük uğraşlarla yeni kurtulmuş, bu sayede de yıllar sonra ilk kez yurtdışı seyahatine bize gelmeye karar vermişlerdi. Demek yeniden başlamıştı, hem de fıçı alıp…
-Hayır dedi Caroline, ne fıçısı, bildiğin musluktan su gibi bira akıyor!
-Olamaz! diye bağırmışım.
-Ne olmuş? diye sordu eşim şaşkın.
Onu elimle susturdum, Caroline ağlamayı bırakmış hızla anlatıyordu.
-Hani sana sözünü etmiştim, Swen’e annesinden bir ev kalmıştı ya, biz orada kaldık dün gece. Eşyaları toplayıp atılacağı atmak, satacağımızı satmak için. Gece geç saate kadar evi topladık. Sabah geç kalktım. Bir de ne göreyim, Swen altına yatmış, dayamış ağzını musluğa, göreceksin halini, resmen biralar akıyor ağzının kenarından, kudurmuş gibi köpükler içerisinde.
-Musluktan?
-Evet, Swen “Cennet burası, cennet” diye bağırıyor, gözleri kaymış, lıkır lıkır içiyor.
-Nasıl olabilir ki? diye sormuşum.
-Bir bilsem... Kâbus gibi… Tam da bırakmışken böyle de olmaz ki… Rezalet…
-Musluğu başka bir yerden kesemiyor musun peki? diye sordum. Vanası yok mu bunun?
-Ne bileyim nereden kesilir, dur arayayım, sonra konuşuruz, sonra…
Caroline telefonu kapatınca merakla bana bakan eşime anlattım. Brüksel’de yaşayan bu ortak arkadaşlarımız çiftle Bruges’de bir festivale birlikte gitmiştik yıllar önce.
-Hatırlıyor musun, hani kanal kenarında dantel gibi beyaz bir müstakil ev göstermişlerdi. Swen’in annesinin evi…
-O evin musluğu mu patlamış? Anlamadım seni niye arıyor ki bunun için?
-Hayır canım, patlamamış, musluktan su gibi bira akıyormuş. Swen de dayamış ağzını, durmadan içiyormuş.
İki koldan internete girip, “Bruges”, “musluk”, “bira” kelimelerini art arda yazıp araştırdık, haber hemen önümüzdeydi. Büyük bir bira şirketi Flaman yetkililerden izni koparmış Kuzeyin Venedik’i diye adlandırılan Bruges’ün güzel kanallarının altından bira boruları geçirmiş. Tam 3 kilometre boyunca. Yılda 4 milyon litre bira akıtacakmış o tarihi sitedeki evlere. Eşim bu bilgileri verirken ben de bira tüketimi üzerine çizelgelere ulaşmıştım.
-Dünya ortalaması 6,2 litre alkolmüş yılda kişi başına. Dikkat, saf alkolden bahsediliyor. En çok tüketenler, başta Ruslar, Polonyalılar, Balkanlılar… Portekizliler de onlarla yarışıyor.
-Fransızlar da fena değil dedi eşim, onlar da 11 litre tüketiyorlar.
-Ama kampanya açılmış alkole karşı Fransa’da dedim, “Erkeksen az iç” diye. Yani anlayacağın maçolukla kafayı bulmanın bir ilişkisi var.
-Nedenmiş o? diye sordu eşim.
-Psikologlar şişenin psikanalizini yapmışlar, erkekler problemleriyle yüzleşmek yerine kendilerini içkiye veriyorlarmış. Anlayacağın korkudan şişenin içine kaçıyor, sonra da çıkıp naralar atıyorlar.
-Nasıl, nasıl yapıyorlarmış? diye gülmeye başladı.
O sırada telefon çaldı. Açtım, yine Caroline’di.
-Hemen evi terk ediyoruz dedi, yok, musluğundan bira akan evde onun irade göstermesini bekleyemem. Swen’i hemen buradan uzaklaştırmam gerekiyor. Seni sonra ararım.
Akşam yemeğini yeni bitirmiştik Caroline yine aradı.
-Swen o kadar içince tabii, sızdı kaldı dedi alçak sesle.
-Neredesiniz diye sordum, kendi evinizde mi?
-Evet hemen eve döndük. Vanayı buldum, su vanasının hemen yanındaymış, saati de var üstelik. Kapattım ama bulur, açardı Swen.
-Hay Allah dedim, bütün çabalar boşa gitmemeli, bize gelin programladığımız gibi, belki bu değişiklik ona yeniden içişini unutturur.
-Bilsen ne çok korkuyorum, tekrar o tedaviye başlamaya benim de ne gücüm var, ne cesaretim.
-Canım bir kere içmekten diyecek oldum.
-Öyle değilmiş, biraz önce doktoruyla konuştum. Bir kere alkoliksen, hayat boyu alkolikmişsin, bunu biliyor muydun? İstersen on yıl içme, sonra bir kadeh içince beynin ilgili bölgelerinde işleyişleri değişime uğramış nörotransmitterler yeni bir alkol alımıyla harekete geçermiş ve hemen ya da kısa bir süre sonra dayanılmaz bir içme isteği geri gelir, alkol bağımlılığı nüksedermiş. Ne yapacağız şimdi biz?
Caroline yeniden ağlamaya koyulmuştu. Telefonda onu teselli etmek de zordu. Yüz yüze olsaydık…
-Bence diye ısrar ettim, en iyisi bize gelmeniz. Belçika’da içkisiz yer bulmak zor. “Albert une bière, Gilbert deux bières”, bir bira, iki bira derken, kahvede herkese tur ısmarlayıp kafayı buluyorlar. Burada, İstanbul’da ise içki görmeden gezmek mümkün. İçkisiz lokantalar, kafeler, deniz kenarı çay bahçeleri, bakarsın ona musluktan akan birayı unuttururuz.
Caroline sinirden gülmeye başladı.
-Acaba ona hayal gördüğünü mü söylesem dedi, nasılsa kimse inanmaz, musluktan bira da akar mı hiç?
Ertesi hafta onları karşılamaya havaalanındaydık. İlk bakışta Swen pek sorunlu görünmüyordu, neşeli olarak hatırladığımız bu eski arkadaşımız biraz durgundu, o kadar. Caroline ise oldukça tedirgin.
Üç gün boyunca içkiyi hatırlatacak “cin” “bol” “rom” gibi kelimeleri bile kullanmaktan kaçındık. Birlikte Boğaz turu atarken, eski İstanbul’da, Eminönü’nde, Beyazıt, Fatih’te, Galata’da dolaşırken Swen sinirli gibi değildi. Topkapı ve Yerebatan saraylarını, camileri gezerken keyifli bile denilebilirdi. Şakalara gülüyor, o da espriler yapıyordu. Beynindeki nörotransmittirler yeniden harekete geçip de içki krizine girmesin diye onu hiç boş bırakmıyor, akşamları değişik semtlerde lokantalara gidiyor, Swen’i sürekli fotoğraf çekmeye teşvik ediyor, deniz kenarında gezdiriyorduk.
Geri dönmelerine bir gün kalmıştı, şansızlık, birden sular kesiliverdi. Swen banyodan bıyıkları bira içmiş gibi bir santim tıraş köpüklü, deli gibi fırladı.
-Musluktan bira akmıyor!
-Evet, sular kesildi, birazdan gelir diye araya girdik.
Ama o deli gözlerle bir bize bir karısına baktı ve ayakkabılarını giymeden dışarı fırladı. Caroline peşinden merdivenlere koştu. Biz de ardından... Girişte kapıcı Ahmet Bey hayretle kapıyı tutmuş bi,zden sonra da gelecek var mı diye arkamıza bakıyordu. Nefes nefese onlara çıkmaz sokağın Moda caddesine açılan girişinde yetiştik. Caroline kolundan çekiyor, Swen ise karşıdaki marketi gözüne kestirmiş oraya doğru gitmeye çalışıyordu.
-Üstünde paran yok paran, hangi parayla alacaksın ha?
Eşim Swen’in koluna girince, Caroline’e sorabildim.
-Bir ilaç, ne bileyim, onu durduracak bir şey var mı yanında?
-Yok dedi umutsuz bakarak etrafına. Doktor kontrolsüz bir şey yapamam.
-Bir doktor çağıralım mı?
-Çok geç dedi Caroline, çok geç…
Çaresiz altılık paket 50 santilitrelik kutu bira aldık da onu eve getirtebildik.
-Korkaksın sen!
Swen biraların ilkini elleri titreyerek açarken Caroline ona dehşetle bakıyordu.
-Açma o kutuyu, yapma…
Caroline ayakucuna oturmuş, ona yalvarıyordu.
-Bir kahveye ne dersiniz…
Swen beni duymazlıktan geldi.
-Saçmalama Caroline diyerek gülüyordu, ne var yani, bırak biraz neşelenelim. Tatildeyiz!
-Bu yaptığın hiç de komik değil Swen, bak o kadar tedavi gördün, iyileştin. Şimdi bir bira uğruna başa döneceksin. Yazık değil mi ha?
-Bu kadın çok sıkıcı dedi yine gülerek Swen, bir bira içeceğim alt tarafı…
-Belçika’da içersin diye kandırmaya çalıştı Caroline.
Biz ne yapacağımızı bilmez halde balkona sofra kurma bahanesiyle gidip gelmeye başladık.
-Aperatif istemez diye seslendi Swen, ben böyle içerim.
-Cesur ol bir kez diye bağırdı Caroline, erkeksen içme!
Kutuyu açmış ağzına dikmişti bile…
Caroline hırsla koltuğa attı kendini.
-İç bakalım, iç ama Belçika’da beni yanında bulamayacaksın.
-Niye, kardeşinin yanına mı gideceksin?
Bize dönüp ağzını çarpıtarak Caroline’i gösterdi.
-Bunun ablası da kocasını böyle dırdırıyla kaçırdı. O şim-di ev-de yal-nız !
Birinci kutu bitmiş, ikincisi hemen açılmıştı.
-İstersen dolaşalım biraz diye teklif etti eşim, Moda’da bir tur atarız.
Swen karısına bakmadan ayağa kalktı.
Arkasından Caroline hırsla koltuğun koluna vurdu.
-Tüm çabalar o musluk yüzünden heba oldu.
-Ne yapacaksınız o evi? diye sordum.
-Hemen satacağız dedi, tabii hâlâ birlikte yaşarsak.
-Ya satmak istemezse, sonuçta annesinden kalan bir ev.
-O zaman gider dedi kızgınlıkla, musluğa dayar ağzını, anasının evinde oturur.
Öyle de oldu. Belçika’ya dönmelerinden sonra Caroline’den kibar bir teşekkür mesajı aldık, o kadar. Altı ay kadar geçmiş, onları unutmuştum. Bir sohbet arası çocukluk arkadaşım Leyla hatırlattı, haber alıp almadığımı sordu. Ben de Caroline’e telefon ettim. Cevap kardeşinden geldi.
-Caroline biraz rahatsız dedi.
Yatıyormuş, kalkınca beni ararmış. Oysa saat akşamüstü beş idi.
-Swen? diye soracak oldum.
-O Bruges’de kalıyor dedi.
Caroline’den telefon aynı gün değil, tam üç ay sonra geldi.
-Ağır bir depresyon geçirdim. Kolay olmuyor bir alkolikle yaşamak, insanı depresyona sokuyor.
-Peki o diyecek oldum. Swen depresyonda değil mi?
-Sen depresyonda erkek gördün mü hiç? Erkekler girmez dedi sinirle. Neden? Çünkü onlar içerler, yanındakini depresyona sokarlar. Erkekler korkmaz. Neden? Çünkü içerler. Yanındakine korkular salarlar.
Caroline artık Swen’e o kadar kızıyordu ki, adını bile duymak istemiyordu. Bir keresinde dayanamamış, Swen’in içince onu utandıracak kadar soytarılaştığını, ayıkken ve Caroline’e bininci kez içmeme sözü verip de şişelere dokunmadığı zamanlarda ise huysuzluğunu ve kabalığını ağlayarak anlatmış, isyan halinde artık alkolik kocasına tahammül edemediğini söylemişti.
Bir gün onları tanıyan başka bir arkadaşımızdan Swen’in haberlerini aldık. Caroline onu terk edince Bruges’e anne evine yerleşen Swen musluktan bira içmeyi iyice arttırmış, yılsonu sayacı kontrole gelen bira üretici şirketin memurlarını bile içtiği miktarla hayrete düşürmüş. Her ay alınan mutat paranın iki misli ek yılsonu harcama faturası yollamışlar. Hazır, birası evindeki musluğundan akar olunca Swen dışarı çıkmayı da bırakmış. Diğer ödemelerini de takip etmediğinden icra memurları her gün uğrar olmuşlar. Sonunda eve haciz gelmiş. Şimdi nerede olduğu bilinmiyormuş.
-Çocukları yok muydu? diye soracak oldu Leyla.
-Olmadı dedim birden düşüncelere dalarak. Swen ağır bir hastalık geçirince… Ölecek sanmıştık hepimiz…
Sahi, içkiye başlaması da işte o hastalık sonrasıydı…