-Sıradan Seyfi için bu kadar hazırlığa gerek yok dedi gülerek eşim.
Mutfak tezgâhının üstü akşamdan başlayan hummalı çalışmanın ürünleri, lahana dolmadan mücvere, enginardan kuru köfteye, sıra sıra küçük tabaklarla dolmuştu.
-Sahi neden sıradan diyorsunuz Seyfi’ye? diye sordum.
-Kendi koydu ismini dedi eşim, yüzünde hep aynı gülümseme.
-Sanki birine laf çakıyormuş gibi. Yanında önemli biri mi vardı?
-Yetmişli yıllar işte… İki yaş büyüğü ağabeyi öğrenci lideri Selçuk olunca, haliyle…
-Ama senin arkadaşın Sıradan Seyfi’ydi, değil mi? dedim barbunyanın üzerine maydanoz serperken. Selçuk değil?
-Gelince o anlatır, sen gülersin. Solcu öğrenciler Taşkışla’da ateş etrafında devrimci marşlar söylerken Seyfi annesinin eline tutuşturduğu ekmek arası sosisler, cipsler, pahalı içecekler dolu bir torba getirirdi ağabeyine. Yüzü kıpkırmızı, etrafına bakmadan ağabeyinin ayağının dibine koyar, geldiği gibi sessiz geri dönerdi. Benim de böyle dikkatimi çekti. Sonra da okulda arkadaş olduk.
Eşim anlattıkça Sıradan Seyfi’yi daha fazla merak etmeye başladım. Karanlık çöküp de zil çalınca adeta koşarcasına kapıya gittim.
-Bekler Sıradan Seyfi diyordu eşim gülerek. Hayatta tanıdığım en sabırlı insandır!
Kapı açık, asansörün gelmesini ve onun çıkmasını bekledik eşikte. Önce karısı göründü. Zarif görünümlü, sempatik bir kadındı. Sıradan Seyfi asansörden çıkınca “vay” deyip erkekler birbirine sarıldı ve Sıradan Seyfi eşimin arkasında görünmez oldu.
Sıradan Seyfi ile el sıkışmamıza rağmen mutfağa içecekleri getirmeye gittiğimde bana sorsalar onu tarif edemezdim. Lakabına uygun, hiçbir özelliği yokmuş gibiydi. Akşam yemeğimiz, büyük balkonda, eski İstanbul siluetine bakarak yendi. “Kalkma vakti geldi” dediklerinde zamanın bu kadar hızlı geçişine şaştım.
-Ne gençlik günlerinizi, ne bugünü anlattınız, Sıradan Seyfi hakkında pek bir şey öğrenemedim dedim hayal kırıklığıyla.
-Daha çok sen konuştun da ondan! diye cevap verdi eşim balkondaki son bardakları toplarken.
-Ben mi? dedim şaşkınlıkla. Asıl sen, sen kimseye laf bırakmadın ki. Bir vergi konusu açtın, saatlerce daha az vergi ödemenin yollarını aradınız.
-Sıradan Seyfi’nin işi bu, vergi dairesinde çalışıyor, 9-5 arası!
Su bardağım elimde yatak odasına girerken seslendim.
-O kendini sıradan gösteriyor ama bulacağım sırrını.
-Ne sırrı? dedi eşim ilgisiz.
-Kendine sıradan diyen biri kesinlikle sıradan olamaz diye iddia ettim. Belçikalı Grand Jojo mesela, o da devlet memuruymuş Seyfi gibi, ama “Jul Sezar’ın Bacakları” şarkısıyla orta yaşlarında herkesi kırdı geçirdi. Huysuz Virjin mesela, eskiden subay arkadaşları herhalde onun günün birinde kadın kıyafetleriyle sahneye çıkacağına dünyada inanmazlardı.
Ben konuşadurayım, eşim çoktan uyumuştu. Ben de kendi kendime sıradan Seyfi’nin sıra dışılığı hakkında fikirler yürüterek uyuyakaldım. Sabah kahvaltıda tekrar konuyu açtım.
-Üniversitede aynı fakültedeydiniz, değil mi?
-Evet dedi eşim, yine ilgisiz bir şekilde.
-Notları nasıldı, derslerde başarılı mıydı?
-Sıradan, normal işte.
-Karısı Canan’ı tanıyor muydun?
-Evet, çocukluk arkadaşı dedi, tabletinde okuduğu haberi eliyle iterek.
-Arkadaştılar, sonra yaşları geldi evlendiler, öyle mi?
-Aynen öyle!
-Peki, sıkılır mıydın Sıradan Seyfi’nin yanında?
-Niye sıkılayım ki dedi, yine ilgisiz.
Sonra ekledi.
-Boşuna bir sır arama Seyfi’de. İyi çocuktur, senin, benim gibi bir insan işte. Yakında onlar bizi çağırır, sen de istediğini sorar öğrenirsin, merak etme!
Gerçekten de çok geçmeden Canan telefon ederek bizi evlerine davet etti. Ardından da biz onları. Bir gece dolunaya karşı balkonumuzda muhteşem İstanbul siluetine bakarak çaylarımızı içerken daha fazla dayanamadım.
-Çay içişiniz bile kendinize has, herkes şekeri içine atıp karıştırırken siz kırtlama içiyorsunuz deyiverdim, neden sıradan geçiniyorsunuz?
İlk gülen eşi Canan oldu.
-Yıllardır ben de aynı soruyu sorarım dedi. Hadi Seyfi, ver bakalım cevabını.
Seyfi’nin yüzünde alaylı bir gülümseme, “hikâyesi uzun” dedi.
Sonra göğe bakıp, şöyle bir yerinde doğruldu.
-Ee hazır dolunay da var, dişlerimi bir göstereyim ben de dedi.
Eşimle göz göze geldik, o Seyfi’nin eğlenceli hikâyeler anlatacağından emin, keyifle gülümsüyordu.
-Biliyorsunuz diye söze başladı Sıradan Seyfi, 68’li gençlik Avrupa’da otoriteleri yıkıp mirasyedi gibi altın yılları sorumsuzca harcarken, bizim gençler kahramanlık destanları yazmaya kalktılar. Selçuk da öyleydi, benden iki yaş büyük ağabeyimde de bir afra bir tafra, 70’li yıllarda parkalarla dolaşırdı. Annem “oğlum benim, vatanı kurtarmak için kendini feda ediyor” diye övünerek yakınırdı, beni de o çok önemli ağabeyime hizmet için arkasından koştururdu. Bir keresinde bunlar gece karanlığında afişe çıktılar. Sağa sola “Yaşasın devrimci mücadelemiz” sloganlı afiş yapıştırıyorlar.
Eşim hikâyeyi biliyor olmalı, gülmeye başladı.
-Sen kaçırma dinle, çayları ben koyarım dedi.
-Annem de hemen bir torba yiyecek hazırladı, sanki oğlu milli kurtuluş savaşına gidiyor da kendisi de kağnılara top yetiştiriyor, torbayı elime tutuşturdu, beni arkasından koşturdu.
-Ertesi gün de istatistikten sınavımız var diye lafa karıştı eşim mutfaktan.
-Doğru dedi Sıradan Seyfi mutfağa doğru seslenerek. Doğru ya, hep de sınavım öncesi eylem yaparlardı sanki. Şunu verip kurtulayım dedim. Hani dönünce çalışmak niyetim. Öyle hızlı koşuyormuşum ki bizimkiler afişleri yapıştırırken pusuya yatmış, uygun zamanda saldırmayı planlayan ülkücüler fark edildiklerini sanıp birden ortaya çıktılar. Afişçiler şaşkın arkalarını dönene kadar polis arabalarının sirenleri duyuldu, ülkücüsü, devrimcisi, herkes çil yavrusu gibi kaçmaya başladı. Ben torbayı illa Selçuk’a vereceğim diye peşinden koşarken kıskıvrak yakalandık.
Sıradan Seyfi çayından bir yudum aldı.
-Önce karakola götürüldük, orada sordular ne iş yaparsınız diye. Ben öğrenci olduğumu söyledim. Bizim Selçuk “gerillayım” demez mi? İki saat orada tutulduktan sonra Birinci Şubeden polisler bizi almaya geldi. Biz iki kardeşi aynı sivil arabaya bindirdiler. Yanımızda bir siyasi polis var, şoför yeri ve ön koltukta da iki siyasi polis daha oturuyor. Şoför hızlı bir kalkış yaptı. O zamanlar yollar da bozuk, Selçuk’tan garip bir ses çıktı. “Allah” dedim, “şimdi bizim Selçuk’u araba tutmasın”.
-Şoför bu kez mahsustan bir hızlanıp, aniden de fren yapınca Selçuk eliyle ağzını tutup içi dışına çıkacakmış gibi bir ses verdi. “Gerilla ?” dedi alayla şoför sivil polis, “ne hal, yoksa seni araba mı tutuyor ?” “Biraz” diyebildi Selçuk, yalvarır bir sesle. “Tabii yahu” dedi önde oturan sivil polis “bu kır gerillası değil ki, nazik bir gerilla, şehir gerillası !” Elleriyle dizlerine vuraraktan çocuklar gibi gülüyorlardı. “Bak kızdıracaksınız şimdi gerillayı” dedi yanımda oturan sivil polis. Daha fena bir kahkaha kopardılar.
Birinci Şubeye varana kadar Selçuk bütün dur kalklara yine iyi dayandı. İnince suratını gördüm, bembeyazdı. Ayakta durmakta biran zorluk çekti, sendeledi.
Hepimiz kahkahamızı tutmuş, merakımızdan gülemeden dinliyorduk.
-O geceyi şubede geçirdik. Beni ve diğer arabalarla gelen devrimcileri teker teker en üst kata götürüp sorguya çektiler. Nedense benden şüphelendiler, en uzun sorgu benimki oldu. Kolej mezunu olduğumu öğrenince bildiğim dilleri, bilme derecemi sordular. Hep ortalama olduğumu söyledim. “Çeviri yapabilir misin?” diye üstelediler. “Sanmam” diye cevap verdim. “Ağabeyime yiyecek torbasını teslim edecektim” dedim. Bana inanmaz baktılar. Torbamdaki erzakı didik didik etmişler. Bir şey bulamayınca “Bu kez seni uyarıyoruz. Bir daha ayakaltında dolaşma” dediler.
Eşim daha fazla dayanamadı, gülmeye başladı.
-Aşağı indiğimde polisler toplanmış Selçuk’u ortaya almışlar, eğleniyorlardı. “Hadi bize gerilla hikâyesi anlat” diyorlardı. Ben gösterdikleri yere oturup, onun bu zavallı halini görmemek için gözlerimi kapadım. Ne de olsa ağabeyim. Ertesi gün mahkemeye çıktık. Daha önce defalarca gözaltına alınmış olanlar “şimdi savcı 5 yıl ister, ardından da serbest bırakılırız” diyerek bilmişlik tasladılar. Aynen öyle oldu.
-Eve geldiğimizde annem hemen oğlunun boynuna sarıldı. Onu kolonyalarla dezenfekte etti. Bana da “koş ağabeyine temiz çamaşır ve pijama getir, onu çok hırpalamışlar” dedi.
-Sonra arkadaşları doldu eve. O büyük devrimci, “işte yine gözaltına alındık” dedi. Küçümser tavırla konuşunca daha önemli işler yaptığı düşünülüyordu herhalde ki, diğerleri ona gıptayla bakıyorlardı. Biri “Seyfi de girmiş galiba içeri” diyecek oldu. Ben de aynı numarayı çekeyim, belki beni de önemserler dedim. “Ben sıradan bir insanım” dedim. Demez olaydım. İsmim “Sıradan Seyfi” kaldı. Hâlbuki “gözaltına alınmalar da sıradan olaylar” diye devam edecektim. Başlarını çevirdiler, beni dinlemediler.
Gülmekten bizim gözlerimizden yaşlar gelirken Canan gayet ciddi Seyfi’ye döndü.
-Sen ne biçim insansın? Bunca yıldır bana bunu niçin anlatmadın? Selçuk hâlâ aynı Selçuk, hep çok önemli insan geçiniyor ve de seni ezmesine hâlâ izin veriyorsun diye çıkıştı.
-İşte böyle davranacağını bildiğim için anlatmadım dedi Seyfi ve sustu.
Canan hiçbir şey anlamamıştı.
-Ne dedim şimdi ben?
Ben hemen boş bardakları tepsiye doldurup mutfağa kaçtım. Eşim de Seyfi’ye Selçuk’u sordu.
-Sahi dedi ne yapıyor şimdi o? Bir iş bulabildi mi kendine?
-Annem oğlunu düşünüp onu bir yerde on gün çalışmış göstermiş. SSK Primlerini de ödemiş, işte o sayede emekli oldu.
Canan şaşkındı.
-Nasıl yani dedi, Selçuk hayatında hiç çalışmadı mı?
Seyfi karısının yüzüne bakmadan ortaya konuştu.
-Benim yarım asırlık karım bile Selçuk’u tanımamış, onu önemsemiş ya dedi kırgın bir şekilde, söyleyin ben nasıl sıradan olmayayım?
Neşeli başlayan gecemiz sessiz bir ayrılışla sona erdi.
-Haklı Sıradan Seyfi dedim eşime, o mütevazı durdukça, kimse onun ne düşündükleriyle, ne de yaptıklarıyla ilgilenmemiş. Esas o diğerleriyle alay etmiş olmalı, kendine “Sıradan Seyfi” dedirterek…
-Sana söylemiştim dedi eşim, Sıradan Seyfi’yi çözdün işte bu gece.
Seyfi’yi uzun süre göremedik. Aşağı yukarı bir yıl geçmişti. Çocukluk arkadaşım Leyla’dan bir telefon aldım.
-Sıradan Seyfi diye bir arkadaşınız vardı, değil mi? diye soruyordu.
-Evet, ne olmuş dedim merakla.
-Mehmet getirdi kitabını. Üçüncü cildin adı: Hileli Zarlı Piyasa III Vergi Oyunları. Müthiş diyor Mehmet kitabın sayfalarını çevirdikçe.
Heyecanla sordum.
-Nasıl dedim üç ciltlik kitabı mı var Seyfi’nin?
-Evet dedi Leyla. Kafka gibi adam. Vergi Dairesine 25 yaşında girmiş. İkinci senesi yazmaya başlamış. O soğuk gri duvarlara baka baka, sabırla, 38 yıl kimseye bir şey demeden çalışmış. Birden “dişlerimi göstermek istedim” diyor kitabının önsözünde.
Eşime döndüm.
-Sıradan Seyfi’nin kitap yazdığını biliyor muydun? diye sordum.
-Demek sırrını buldun diye cevap verdi. Seyfi’nin kitap yazması beni hiç şaşırtmaz.
Ona Leyla’dan duyduklarımı aktardım.
-Kitaplarını kime atfetmiş, biliyor musun? diye sordum.
-Kime? dedi sanırım o da tahmin ederek.
- Tüm sıradan insanlara!
GELECEK HATA
DAKİKA HIRSIZI
13 şubat kısa öykü: Kırık testi
06 Mart kısa öykü: Işıklar kararınca
28 Şubat kısa öykü: Öldüren selfie