Kısa öykü: Karanlıkta şişe tıkırtıları

Sabahın dördü, karşıda Topkapı Sarayı’ndan başlayan İstanbul silueti ışıklandırılmış, Avrupa yakasına takılmış bir mücevher gibi parıldıyordu.

RÜYA ERSİNA UYGUR

ersinaru@gmail.com

Balkonumdan uzanmış, sahil yolunun cılız ışığında denize uzanan taş yığınlarını gözlerimle tarıyor, umutsuzca bir karaltı arıyordum. Daha çok da gecenin sessizliğinde bir bağırış, hiç yoksa bir şişe tıkırtısı… Her gece arzulamış olduğum sessizlik bu kez sadece sinirimi bozuyordu.Eşimin arkadan gelen sesiyle irkildim.

-Gene mi bağırıyor?

-Hayır, hiç sesi çıkmıyor.

Onunla ilgilenmemden usanmış kolumdan çekti.

-İyi ya, bir gece olsun rahat uyuyalım.

-Korkuyorum, inip bir baksak mı?

-Günlerdir onu gözlüyorsun dedi eşim sabırlı olmaya çalışarak, ne yapabilirsin ki? Bugün burada, yarın başka yerde kalır. Bir berduş o. Evi pazar çantasında!

- Bir aydır burada, niye gitsin ki?

-Tamam dedi yine sabırla. Sen onu göremezsen uyumayacaksın. Üstümüze bir şey geçirelim de…

Eşofmanlarımızı giymiş, 5 dakika sonra sahil yolundaydık.

-Yok diye fısıldadım ağlamaklı, yok işte!

Ama gözlerim karanlığa alışınca önce pazar çantasını gördüm, sonra da iki taş aşağıda cansız gibi duran vücudunu.

-Düşmüş...

 Korkarak yaklaştık. Dokunduk, tepki vermedi. Çantamdan makyaj aynamı çıkardım. Ağzına tuttum, buğulandı.

-Yaşıyor!

Hemen bir ambulans çağırdık. Biz de arabamıza atlayıp hastanenin yolunu tuttuk.Onu ilk gördüğüm günü hatırladım. Deniz otobüsünü kaçırmış, karanlığa kalmıştım. Tam evimizin hizasına ulaştığımda sağımda bir karaltı hissedip irkildim. Büyük bir taşın üzerine oturmuş, elinde bir rakı şişesi, saçı sakalına karışmış bir berduştu.

-Hayatımızı içelim diyerek şişeyi havaya kaldırdı.

Ertesi gün de oradaydı, ondan sonraki gün de. Hep de evimizin karşısında. Nedense onda beni çeken bir şey vardı.

Sanki eski bir…

Birden bağırdım.

-Tanıyorum onu!

-Nereden? diye sordu eşim gözü yolda, gaza basarak.

-Bir bilsem…

Hemşire ve hastabakıcılar sedyeyle koridorda koşarlarken, müracaatta, ismini sordular.

-Anıl, Anıl Gözdeler deyiverdim.

Eşim şaşkın, bakakalmıştı.

-Şu bizim bildiğimiz Gözdeler ailesi mi? 

-Evet, biricik oğulları Anıl Gözdeler!

Hemen acil servisin ameliyat salonuna sokulmuş, biz ise tek yakınları olarak orada öylece kalıvermiştik.

-1995 yılında görevli olarak Louvain La Neuve’e Hristiyan Üniversite’de araştırmalar yapmaya gitmiştim ya. Hani sen de sonradan gelmiştin o öğrenci evine.

-Belçika’nın 24 saat bisiklet günüydü. İlginç dekore edilmiş bisikletlerin her biri bir grup öğrenciye ait, 24 saat durmaksızın nöbetleşe sürülüyordu.

https://www.youtube.com/watch?v=eJYSZMfTzw0

Sokaklarda konserler veriliyor, içki su gibi tüketiliyor, gençler ayakta zor duruyorlardı. Sabaha kadar gürültüden uyuyamamış, kapımı açınca ise paspasın üzerinde yatan iki genç bulmuştum. Biri kız, biri erkek, öyle sarhoştular ki ben üzerlerinden atlayarak geçip, sabah çörekleriyle döndüğümde hâlâ oradaydılar. Vücutlarına değmemeye çalışarak anahtarı kilidin içinde döndürdüm, tam kapıyı açarken kız inler gibi Türkçe “bize yardım edin” dedi. “Lütfen! Lütfen…”

Sızmış yatan kız Türk müydü?

Kapıyı ardına kadar açıp yardım ettim. Savaştan çıkmışçasına sendeleyerek içeri girdiler. Hemen sağdaki mutfak banklarına oturttum.

-Güzel bir kahve sizi uyandırır dedim, onlara göz ucuyla bakarak.

Parmaklarında alyans vardı. Birbirine sarılıp, sarsılarak ağladılar. Şok altında gibiydiler. Besbelli bir felaket gelmişti başlarına.

-Hatırladım dedim heyecanla eşime. Karısının adı Canan. İnternetten girip baksana. Canan Gözdeler. 

Hatta o da ünlü bir aileden geliyordu, dur, ünlü tekstilci...

Eşim ilk aklına gelen adı söyledi.

-Evet diye kolunu tuttum, onların kızı işte.

Kısa bir aramanın sonunda Canan Çukurova’nın telefonuna ulaşmıştı.

Gün yeni yeni ağarmaya başlarken, nasıl bir ailesi bulunduğunu bilmediğimiz bir kadının telefonunu ısrarla çaldırıyorduk. Sonunda inanılmaz bir şekilde telefon açıldı.

-Canan hanım, Anıl Bey’i acile getirdik.

Kocam hastanenin adını verirken nefesimi tutmuştum.

-Taksiye atlayıp, geliyor.

-Teşekkür ederim canım dedim kollarına atılarak. Başka türlü yapamazdık, değil mi? Tehlike içinde bulunan kimseye yardım…Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Acilin kapısı tekrar açıldı ve içeri genç bir kadın girdi. Birbirimize sarıldık. O da beni tanımıştı.

-Nasıl? diye sordu, dudağı titreyerek.

-Bulduğumuzda hareketsizdi ama yaşıyor. Şimdi içeride, salonda…

-Hep içki yüzünden dedi Canan, içki onu tüketti.

Üçümüz de banka oturmuş, ameliyathanenin kapısına gözlerimizi dikmiştik.

- Anıl için hayat bizi kapınızın önünde bulduğunuz sabah bitmişti.

20 Yıl önceki olaydan dün gibi bahsediyorduk. Bu beklenmedik bir araya gelmemiz, birbirlerini fazla tanımayan insanlar arasında normal koşullarda var olan mesafeleri kaldırmış, biran iç dünyalarımızın derinliklerindeki sırları bile ortaya dökecek ortam yaratmıştı. Başlarından korkunç bir olayın geçtiğini sezmiş ama soramamıştım. Canan birden 20 yaş öncesinin genç kızı mimikleriyle anlatmaya başladı.

-24 Saat Bisiklet gününde çok içmiştik. Zaten Belçika’ya geldikten sonra içtiğimiz biraların sayısını bilmez hale gelmiştik.

-O gece diye devam etti Canan, gruptan biri, öyle sarhoştu ki dengesini kaybetti, balkondan betona düştü. Aşağı koştuk, ölmüştü.

-Bir anda olmuştu diye titrek bir sesle devam etti Canan. Engelleyemedik, biz de sarhoştuk. O günden sonra ağzıma bir damla alkol koymadım. Ama Anıl, nedense hep kendini suçladı. Unutmak için içmeye başladı.

-Sonra Türkiye’ye döndünüz...

-Evet, biz iki nişanlı doktora yapmaya gelmiştik Belçika’ya. Ailesine mektupla durumu anlattım. Geri döndük. Ailesinin ısrarlarıyla alelacele evlendik. Moda’da güzel bir apartman daireleri vardı, oraya yerleştik.

-Şimdi bizim oturduğumuz eve deyiverdim, hiç düşünmeden.

Üstelik de oturduğumuz daireye.5 Yıl önce bu apartman dairesini satın aldıktan sonra eski ev sahibi, kendisinin de dört yıl önce ünlü ama çok talihsiz bir aileden aldığını, uğursuzluğun kendisine de bulaştığını söyleyip bize hayırlı olmasını dilemiş, bu muhteşem manzaralı evi satmış olmaktan memnun arkasına bakmadan gitmişti.

-Anıl sahil yolunda kalıyordu dedim. Dairemize bakan taşlardan birinin üstünde.

-Hayret o evi sevmediğini söylerdi!

Moda’daki eve yerleştikten sonra babasının işyerlerinden birinde çalışmaya başlamış. Bir gün eve bir şişe şampanyayla gelmiş. Bir iş başarısını kutlamaya! Sonra akşamları sadece iki kadeh şarap içmeye başlamış. Arkadaşları geldiğinde neşelendiği için Canan onun fazladan kadehleri yuvarlamasına göz yummak zorunda kalmış. Yıllardan sonra bir gün Belçika’daki aynı arkadaş grubundan birinin intihar haberi ulaşmış. Anıl o akşam bir şişe rakı koymuş önüne. Canan onu engellemeye çalıştığında, ağlamış, «bir gececik» diye yalvarmış...

Ertesi gece iki şişe rakıyla gelmiş. Canan şişeleri kaldırmış, «işyerinde de içmişsin, leş gibi kokuyorsun» demiş. Akşam uyuduktan sonra şişe tıkırtıları duyarak kalkmış, sessizce salona girince onu bir koltuğun arkasına çömelmiş, gizlice içerken bulmuş. Bağırmış, şişeyi elinden almış. Birbirine sarılıp sabaha kadar ağlamışlar.Canan daha sonraki geceler şişe tıkırtıları duyunca yorganı başına çekmiş. Onu öyle zayıf, çaresiz yakalamak istememiş. Ama gece karanlığında şişe tıkırtıları giderek artmış. Bir gece Canan fırlamış yataktan, elindeki şişeyi kapıp lavaboya boca etmiş. Sonra da sakladığı diğer şişeleri teker teker dökmüş. Anıl önce ne şaşırmış, sonra Canan’a saldırmış. Sonra da ağlayan karısını evde bırakıp utançla sokağa fırlamış. İlk dışarıda içişi böyle olmuş. Sonra kavgalar başlamış. «Her şey senin yüzünden» diye Canan’ı suçlamalar... Yine karanlıkta şişe tıkırtıları… Şişeler boşalınca gecenin bir yarısı pantolon giymeyi unutarak içki almaya gitmeler… Canan’ın onu sokaklarda ağlayarak araması. Küfelik halde, karısına dayanarak eve dönmeler. Ağzı yana kaymış karısına aşkını ilan etmeler, yataklarına giderken koridorda sızıp kalmalar… Ardından yine karısını suçlamalar, «senin suratını görünce içiyorum» hakaretleri, düşman bakışlar, el kaldırmalar…

Böyle bir sahne sırasında anneye inme inmesi aile desteğinin de bitmesine yol açmış. Oğlunu sorumlu tutan baba onu işinden uzaklaştırmış. Sonunda Canan da evi terk edince Anıl’ın apartman dairesini boşaltması istenmiş.

-9 Yıl önce boşandık. Benim de psikolojim bozulmuştu.

O sırada telefonu çaldı.

-Bekliyoruz dedi bizden uzaklaşırken Canan.

Uzaktan sinirli el kol hareketlerinden birine hesap verdiğini anlıyordum.

Aklım yıllar önce Belçika’da ona sarılmış ağlayan Anıl’da, karşıki cama doğru yürüdüm. Canan’ın sesi dışarıdan geliyordu şimdi. Bizim duymamamız için avluya çıkmış, tam da pencerenin altında durmuştu.

-Son görevimi yapıyorum, niye anlamıyorsun?

Ameliyat salonunun kapısı açılmış, operatör dışarı çıkmıştı.

-Safrakesesi iltihaplanmış, aldık dedi.

Rahatladık.

Yüzümüze dikkatle bakıp, yutkundu.

-Karaciğerin durumuna bakılırsa, hastamız da çok içiyor galiba, uzun süre burada bakılacak. Sonra da bağımlılıktan kurtulması için isterse tedavi merkezine sevk edilecek.Canan da telefonunu kapatmış bize doğru geliyordu.

-Nasıl durumu? 

-Hayati tehlike yok diye cevapladım.

-İyi dedi sinirli bir el hareketiyle. Ben de kocama ölüm döşeğinde olduğu için görmeye geldiğimi söylemiştim.Sonra özür diler gibi gülümsedi.

-İnanın onun hesabına çok sevindim. Sizin gibi insanlar kendisiyle ilgileniyor, ne şans! Yine sinirli bir el hareketiyle izin istedi.

-Sabahın beşinden beri buradayım. Eşim bıraktı çocukları okullarına. Bugün okulların son günü. Ipad’ından parmağıyla indirerek kalabalık bir yapılacak işler listesi gösterdi.

-Alışveriş bile yapamadım. Akşama 20 davetlim var! 

Koşarcasına kapıdan çıktı. Arkasından bakakaldım. 

Çocukluk arkadaşım Leyla aradı. Canan’ın kocasını tanıyordu. Finans sektöründe tanınmış, dik yakalı beyaz gömleklilerden, ince, uzun boylu, Yves Saint Laurent gözlüklü, aşırısı olmayan, hesap adamı! Bir süre sonra Anıl’ı görmemize izin verdiler. Yoğun bakımda vücudu aletlere bağlı, alnında ter damlacıkları…

Sayıklıyordu. Galiba 20 yıl önce peş peşe ölen Belçikalı arkadaşlarının adlarını. Oğlum gibi başını okşadım.

-Cezansa, fazlasıyla çektin diye fısıldadım. İyileşmeye bak, olur mu?

GELECEK HAFTA

KIRIK TESTİ

8 Kasım kısa öyküsü: Hırsızın profesörü

01 Kasım kısa öyküsü: Soğuktan gelen kaset

25 Ekim kısa öyküsü: Kontör sevgilim

18 Ekim kısa öyküsü: Hayatı sıfırlamak…

11 Ekim kısa öyküsü: Sentetik gözyaşları