Kısa öykü: Hayatın anlamı

RÜYA ERSİNA UYGUR
ersinaru@gmail.com

Kara kutuyu balkon masasının üstüne koyup İstanbul siluetinde zihin yolculuğuna çıktım. Beyazıt’a doğru yürümeye başladım. Oradan Laleli’ye, ilerleyince Aksaray’a ulaştım. Horhor’dan dolaşarak Fatih’e çıktım. Kemerin altından geçerek doğduğum evi aradım. Bayramlıklarımla dolaşışımı görür gibi oldum. Şimdiki yaşımın yarısına henüz ulaşmamış annemin “dikkat, düşeceksin” diye arkamdan kaygılı bağırışı…

Uzaktan gelen müzik sesi dalgalarla yaklaştı, beni annemin sesinden çekip kopardı. İnsanların dans edişleriyle sağa sola savuruyor, motor yalpalayarak yol alıyordu. Telefonda kızım da aynı neşeyle müjdelemişti: Anneanne oluyordum!

Nasıl da geçmişti zaman, hiç farkına varmadan… Moda’daki evimin balkonunda hayatın anlamı üzerinde düşünmekten kendimi alamıyor, İstanbul siluetine bakıp “işte koca tarihim” diyerek güç kazanmak istiyordum. Neşeyle giden motorun ardındaki ize dalıyor “işte hayallerim” diye gülümsemeye çalışıyordum.

Aşağıya sahil yoluna bakıp “işte bugünüm” dememe kalmadı, ortalık karışıverdi. İnsanlar sağa sola kaçışarak sirenlerle gelen ambulansa yol açıyorlardı. Ambulans ölümlü olduklarını hatırlatıyor olmalı, sabah yürüyüşlerinin kaygısızlığı bir anda yerini meraklı bir telaşa bırakmıştı. Hayata anlamı ölüm mü veriyordu? Yaklaşan ambulansı endişeyle izlerken zil çaldı. Kutumu kaptığım gibi kapıya koştum.

Nasıl geldim, bilmiyordum ama ilk kez anneanne olmanın heyecanı ile hastaneye arka kapıdan girmiştim. Labirent koridorlarda telaşla asansör aramaya koyuldum. Sağa, sola döndüm, galiba biraz ilerdeydi. Aralık kapılardan masalara yığılmış dijital dosyalar gördüm. Burası eksi birinci kat, arşiv bölümü olmalıydı.

Vardığımda asansörün kapısı açıldı. Çıkan iki sağlık görevlisinden biri diğerine sordu.

-Hâlâ ölmedi mi?

-On dakikası var, diye cevapladı öteki saatine bakarak. Bir kahve içebiliriz.

Elim asansör düğmesinde, kalakaldım. Ötanaziden mi bahsetmişlerdi? Azrail gibi hayatta olan birinin ölüm dakikalarını sayabiliyorlardı. Arkamdan gelen sesle irkildim.

-68 Numara için sizi mi yolladılar?

Şaşkın, döndüm.

-Söyleyin profesörünüze, bu üçüncü yazılım hatası.

Yutkundum.

-Gelin de yol açtığı hasarı görün.

Kendimi tanıtamadan asansör hareket etti. Doğum bölümüne, en üst kata çıkmam gerekirken girdaba çekilmiş gibi yerin dibine, morga iniyordum. İki sedyeye üçüncüyü ekleyen hastabakıcılar “morg kapısında kuyruk olduk!” diye homurdanıyorlardı.

-Gördünüz mü bir yazılım hatası nelere maloluyor? diye beni azarladı yanımdaki.

Sonra da dönüp emri verdi.

-68 henüz ölmedi. 69’u alın onun yerine!

Yine asansörde, bu kez hızla yukarı çıkıyorduk. Giriş katında kocaman bir pano asılıydı. Yanımdaki adam reklamda “Hayat için hastane!” sunuyordu.

Kızımın doğuma girmesine dakikalar kalmıştı ve ben torunumun hayatını başlatacak doğum ünitesinde beklemek yerine gecikmiş bir ölümün peşindeydim. Kalabalığı ışınlanmış gibi geçerek hastanenin sol kanat binasına girdik, burası Palyatif Bakım Ünitesi ’siydi.

Koridorda bekleşen hasta yakınlarından biri diğerini duvardaki devasa saati göstererek yatıştırıyordu.

-Merak etme, öyle bir sistem kurmuşlar ki, tıkır tıkır işliyor!

Altı kişilik bir koğuşa girdik. Yazılım hatası olan 68 numaranın ayakucunda ölüm saati yazılı dijital alet geç kalınan dakikayı göstererek alarm veriyordu. 46 Dakika değişti 47 oldu. Hastanın ağzı alaylı bir gülümsemeyle çarpılmış, bize meydan okurcasına bakıyordu.

68 Numaranın yanında 72 numaralı hasta yatıyordu. Bacaklarım titremeye başladı. Aşağıda ne emri verilmişti, 68 yerine 69 morga sokulacak, kendine ayrılmış tabuta koyulacaktı. 70, 71 Numaralar da orada, kuyruktaydı. Palyatif Bakım Ünitesi’nde yataklar morga gidişe göre sıralıydı. Asansörden çıkarken gördüğüm iki hastabakıcı da şakalaşarak içeri girdiler. Sıra 72 numaralı hastada olmalıydı. Başımı çevirdim, son nefesini verdi.

Kapıya doğru geriledim.

-Hiçbir yere gidemezsiniz.

Fırladım, gerisin geri koşmaya başladım. Bir an önce kızıma ulaşmalı, doğumun bu hastanede yapılmasını önlemeliydim.

Biraz önce geçtiğimiz kalabalık ürkütücüydü. Warhol’un tabloları gibi, üstüme gelenler sanki klonlanmış benden oluşuyorlardı, her yaşımdan, her halimden… Karşımdaki kütleyi yararak asansöre ulaşmaya çalıştım.

-Telaşa gerek yok hanımefendi, sistem tıkır tıkır işliyor!

Nihayet ana binaya geçebilmiştim, kendimi asansörün içine attım. O içerdeydi.

-Neden hep bir saat gecikme?

-Doğum diyecek oldum kızımın doğumu için geldiğimi, bu yanlışlıkla ilgimin olmadığını anlatacaktım.

-Doğuma gelene kadar...

Asansör ikinci katta Geriatri ile Ölümcül Hastalıklar Üniteleri’nde durduğunda, yakınlarının sabırsızca ileri geri sürdüğü tekerlekli iskemlelerinde oturan yaşlılar ve ağır hastalarla karşılaştık. Alt katta kendilerine yer açılmasını bekliyorlardı.

Üçüncü katta yanımdaki adam panoda Menopoz ve Andropoz Bakım Ünitesini takdim ediyordu: İkinci Bahar!

Dev ekranda akla gelmedik estetik reklamları boy gösteriyor, uzmanlar genç kalmanın sırlarını vermede yarışıyorlardı. Bu bölümdekiler farkında değildi ama hormon değişikliği yüzlerine vuruyor, kiminin içinde esen fırtınalar, kiminde ise zamana yenik düşmeyi kabullenmiş sitem gözlerinden okunuyordu.

-Tek bir hayatım var! diye bağırıyordu isterik bir şekilde bir kadın. Yeter, gelmeyin üstüme öyle!

-Burada sistem tıkır tıkır işliyor diyecek oldum alaylı.

-Olur mu? Bakın ölümü geciktirmenin sırları üzerine kendileri kafa yoruyorlar.

Eliyle işaret ettiği yönde bir grup toplanmış, biyolojik programımızın anahtarı DNA protein zincirini şaşırtmanın yollarını tartışıyor, bir saatlik gecikmeye ulaşabilecek rakamları ayırıp bir araya getirerek formüller uyduruyorlardı.

Dördüncü kattaki Orta yaş Sendromlu Hastalıklar Bakım Ünitesi en eğlencelisiydi. Kadınlar Lady Gaga, Kardaşyan benzeri ünlülerin “40 yaşında bu pozu verdi” panolarının arkasında fotoğraf çektirerek moral buluyorlardı.

Erkekler ise baklava yapmak için vücut geliştirme aletlerinde ter dökerlerken yaşıtları kadınlara arkalarını dönmüş, Pirelli takvimlerindeki “cesur” pozlu 18’lik kızlara bakıyorlardı.

-Buradaki hasar dedi, şu tek başına kadın örneğin, yeniden okumaya başladı. Sistemi sorguluyor.

Beşinci katın panosunda yer alan kadın yirmili yaşlarıma benziyordu. Şaşkın bakışları ileriye dönük oklarla birleşiyordu: kariyer, evlilik, çocuk… Yaylanmış, silah atılınca o da yarışa katılacakmış gibi…

Bir genç tabureye çıkmış, “68 numara sisteme direndi, ölmedi” diye bağırıyordu.

-Ölmüyorlar diye söyleniyordu bunu duyan bir başkası. Bize yer bırakmıyor, iş hayatında, müzikte, sinemada, her yere kazık çakmış, hırsla direniyorlar!

Gecikmiş ölümü “Arkadaşlar, atın kapitalizmin size yapıştırdığı son kullanma tarihlerini! Sizi boş bir ambalaj halinde bırakıyor, ruhunuzu çalıyorlar, uyanın!” diyerek haber veren genci hemşireler yakalamış, sakinleştirici vermek için götürüyorlardı.

-Hasar diye tekrarlıyordu yanımdaki, çok büyük!

Altıncı kattaki panoda ise ayna üzerine “Kendini sev!” yazılıydı. Ergenliğin de tedavi sloganı demek ki narsistlikti.

İçeride anoreksikler ile bulimiklerin yanı sıra gözlerini bir noktaya dikmiş uyuşmuşlar vardı. Bir masanın üzerinde kesilmiş limonlar ile beyaz tozlar parıldıyordu. Ellerinde tablet ya da son model android cep telefonu, sosyal medyada yaşanmışlıklarını paylaşıyorlardı.

Yanımdaki rahatlamış bir nefes aldı. Ergenler o kadar sanal âlemden başkasıyla ilgilenmez hale gelmişlerdi ki sistemdeki tekleme bu kata ulaşmamıştı.

Yedinci katın panosunda ağlayan çocuk vardı. İçeriden ağlama sesleri geliyor, hiperaktifler duvarlara tırmanıyordu.

-Bunların nesi var? diye sordum dehşetle.

-Günümüz çocukları depresif dedi. Onları mutluluk şekerleriyle iyileştiriyoruz.

Kızımın doğum yapacağı kata onunla çıkmak istemedim. Asansörün kapıları kapanmadan fırladım.

-Kaçın! Bu hastaneden kaçın!

Hemşireler üstüme geliyorlardı.

-Sizleri katlara doldurmuşlar, zaman dilimi belirlemiş, birer kat aşağı indiriyor, sonunda morga atıyorlar!

-Hah, dedi İkinci Bahar Ünitesi için randevusu olan bir adam, ne diyor bu kadın? Hayat hastanesi insanın hayatını uzatıyor!

-Böyle uzasa ne olacak?

Etrafımı insanlar çevirince hemşireler zor kullanmayı bırakmıştı. Kurtulmamın tek yolu onları ikna etmekti.

- Hayatın anlamı kalmıyor, ölümünüze kadar her şeyi planlıyorlar!

-Hayatınıza anlamı kendiniz verirsiniz diye seslendi bir genç kız.

-Kaderi mi bekleyeceğiz yani? diye küçümsedi söylediklerimi bir başkası. Tabii ki ölümümüzü de biz planlayacağız. Bu sistemi biz kurduk, biz.

-Şimdi sizi de ezip geçiyor.

İkna olmayacaklardı. Bağırmak istedim ama sesim çıkmıyordu.

-Kızım, bu hastaneden kaç…

Çocukluk arkadaşım Leyla ve kapıcımız Nurgül üzerime eğilmişlerdi. Daire kapım açık, yerde kendime geliyordum.

-Ne oldu sana? diye sordu Leyla, ben Nurgül’ün getirdiği suyu içerken.

-Bir kâbus...

-Sesin ta aşağılara geliyordu dedi şaşkın, “kızımı kurtarın” diye bağırıyordun. İyi ama senin kızın yok ki!

-Sorma, dedim. Balkonda bir hayal kurdum, yaşım da geldi, kızım olsa, bana müjdeyi verseydi dedim. Sonra anneanne olduğuma kendim inandım.

-Peki, ne yaptılar senin hayali kızına?

-Ultra modern bir hastanedeydi, doğumdan ölüme hayatı planlıyorlardı. Kim ister torununun böyle bir hayata gözlerini açmasını? Kimin ne zaman öleceğini planlamış, göğsüne asmışlar!

-Tövbe! dedi Nurgül.

-Bir ölümün bir saat gecikmesiyle başladı.

Hikâyeye kendilerini kaptırmışlar, ikisi birden atladılar.

-Yaz kış saati!

-Yazılım hatası bir saat fark, oradan geliyor dedi Leyla. Demek sistemleri o kadar da tıkır tıkır işlemiyormuş.

Salonda çaylarımızı içerken Nurgül ambulansın giriş katındakilere geldiğini söyledi. Adam bir hafta önce estetik ameliyatla vücuduna baklava ekletmiş. Tabii baklavaların altında kas yokmuş. Vücut cılk yara olmuş, baklavalar şeklinde…

Leyla ayrılırken “Nerede emanetim?” diye sordu. Sabahtan hazırladığım kara kutu kapı eşiğinde bayılınca elimden fırlamış, Leyla’nın anneme takvim yapması için hazırladığım fotoğraflar da etrafa saçılmıştı. Geçen yüzyılın ilk yarısında çekilmiş, bu sabah beni altüst eden fotoğrafta bana hamile annem ile şimdiki yaşımda anneannem görünüyordu.

O da torunu için benim gibi endişelenmiş, hayatın anlamı üzerine düşünmüş müydü?

GELECEK HAFTA

GÜNCELLENEN KADIN

3 Ocak kısa öykü: Sosyete örgütü

27 Aralık kısa öykü: Veda dansı

13 Aralık kısa öyküsü: Renginar'ın falları

29 Kasım kısa öyküsü:  Karanlıkta şişe tıkırtıları

15 Kasım kısa öyküsü: Bitmeyen öpücük