RÜYA ERSİNA UYGUR
-Nereden geldi aklına beni Japon restoranına götürmek?
- Ön yargılı olma, çok seveceksin.
Moda’daki Sushi Kafe, önünden geçtiğimde hep ilgimi çeken bir mekân olmuştu ama bu yeni damak tadını denemek bugüne kadar aklımın ucundan bile geçmemişti.
İçeri girince şaşırdım.
-Moda’da bu kadar Japon’un oturduğunu bilmiyordum.
-Hepsi Moda’da oturmuyordur dedi eşim gözlerini çevrede gezdirirken.
Tam koltuklarımıza yerleşirken iki masa ötemizdeki Japon’a selam verdi.
-Yoksa Japonya’dan bir tanıdığına mı rastladın? dedim dalga geçerek.
-Japonya’dan tanıdık değil ama bizim apartmandan komşumuz, eksi birde oturuyor.
-Bizim apartmanda, Moda’da bir Japon mu oturuyor? Hem de kapıcı dairesinin karşısında!
-Üç ay oldu taşınalı.
-Bana niye söylemedin ki diye sitem ettim.
-Fırsat olmadı dedi yine gözlerini etrafta gezdirerek. Bizim komşu da kalkıyor.
Artık daha fazla merakımı yenemedim. Dönüp arkasından baktım. Bir Japon için oldukça uzun boyluydu.
-Varlıklı bir Japon olmalı. Vücut yapısı, yürüyüşü…
-Ben de öyle düşündüm. Ama eksi birde oturuyor…
-Neden ki? dedim düşünceli.
Menüde sushi çeşitlerine bakarken, birden kendimi Tokyo’da bir apartmanın eksi birinci katında oturur hayal ettim. Vatan hasreti ile sayılı Türk lokantalarından birine gitmişim, bugün hangisini yesem diye kebap seçiyormuşum…
Garson geldiğinde eşim Roll ahtapot, Nigiri alabalık diye siparişini vermeye başladı. Japon komşumuzu kafamdan atmaya çalıştım, çünkü sıra bana gelmişti. Üstelik eşim eğlenerek bana bakıyor, hiç de yardımcı olmaya niyetli görünmüyordu.
-Roll salatalık dedim, daha önce çok yemiş gibi. Bir de… Temaki salatalık.
Kartı kapattım gülümseyerek.
-Salatalığa bayılırım.
-Çok güzel dedi eşim.
-Roll dediğine göre sarma bir şey, hamurdur inşallah dedim kuşkulu bakışlarla.
O beni dinlemiyordu. Dikkatle baktığı yere başımı döndürdüm, orta yaşlı bir adam restorana girmiş, mekânın sahibi olduğunu tahmin ettiğim yarı Japon yarı Türk kadına bir fotoğraf gösteriyordu. Kadın çaresiz etrafına bakınırken elinde fotoğrafı olan adam masamıza yöneldi.
-Ne oluyor diye fısıldadım, polis mi bu adam?
-Anlarız dedi gelene doğru bakarak.
-Sadece iki dakika.
Daha cevabımızı beklemeden fotoğrafı masanın üzerine koydu.
-Bu Japon’u tanıyor musunuz?
-Biraz önce iki masa önümüzdeydi diye cevapladı eşim.
Polis kılıklı adam teklifsizce bir koltuk çekip oturdu.
-Peki, kendisiyle daha önce hiç karşılaştınız mı? Burada veya başka bir yerde?
-Kimsiniz siz? diye soruyla cevap verdi eşim. Siz kim olduğunuzu ve bu adamı niye aradığınızı bir anlatırsanız benim hafızama da yardımcı olursunuz.
-Dedektifim. Adım Kenan, Kenan Kamış, bu da kartım.
O sırada bizim sushiler de gelmişti. Garson tabağımı kimin önüne koyacağını bilemedi. Salatalıklar hamura değil pirince sarılıydı.
-Beyefendinin diyerek kurtulmaya çalıştım.
-Çok naziksiniz, en sevdiğim sushi dedi ve hemen sahiplendi.
-Ya sen? diyecek oldu eşim.
O sırada dedektif Kenan araya girdi.
-Aradığım Japon’un adı Hiroki Yamada. 54 Yaşında, tanıyor musunuz?
-Suçu ne? diye soracak oldum.
-Suçu yok dedi dedektif. Beni ailesi tuttu. 24 Yıldır kendisinden haber almıyorlar.
-Türkiye’ye gidiyorum deyip ailesini terk mi etmiş?
-Hayır, Japonlar onurlarına çok düşkünler. Bizde nasıl onuru için insanlar intihar eder ya da cinayet işlerler…
-Harakiri dedi eşim, karnına bıçak saplayan bir Japon’u taklit ederek.
-Harakiri yapmak istemeyen de Hiroki gibi hayatını sıfırlıyor, ortadan kaybolup başka bir kimlikle yaşıyor. Yeterince hafızanıza yardım ettim mi?
-Evet, ama bir problem var dedi eşim. Belki de evine dönmek istemiyordur. Sorunu ailesiyle olamaz mı?
-Bakın dedi dedektif sabırla davrandığını belirtmek için derin bir nefes alarak. İki yaşında bıraktığı oğlu şimdi üniversite öğrencisi. Genç eşi orta yaşlı bir kadın olmuş. Annesi ölüm döşeğinde.
-Tamam dedi eşim. Bana kartınızı verin, onunla konuşup sizi arayayım. Sanırım en uygunu bu olacak.
-Öyle olsun dedi dedektif Kenan.
Hemen görüşemese de Hiroki Yamada’nın izini bulduğuna memnundu.
-Ben de sizin telefon numaranızı alabilir miyim?
Dedektif gittikten sonra masaya eğilerek fısıldadım.
-Telefon numaran doğru değildi!
-Öyle mi dedi gülerek, insan bazen şaşırabilir.
Asansörle eksi bire inerken eşim hiçbir şey yemediğimi hatırlattı.
-Belki komşumuz bir şeyler ikram eder.
-Sakın ha!
Zili çalınca ayak sesleri duyulmadan kapı aralandı. Japon komşumuzun sadece başını görebiliyorduk. Bize şaşkın baktı.
-Biz dedik Türkçe, dördüncü kattaki komşularınızız. Türkçe anlıyor musunuz?
-Evet?
-Sizinle konuşmamız lazım, bize gelmek ister misiniz?
-Şimdi mi? diye sordu patronu çağırmış bir memur gibi.
-İsterseniz şimdi.
-Şimdi dedi kapıyı kapatarak.
Biz kapının dışında kaldık.
-Burada onu bekleyecek miyiz, yoksa o bizim daireye kendisi gelir mi sence?
-Bekleyelim dedi eşim.
İki dakika sonra saçları muntazam taranmış, yeni ütülü gömlek giymiş, karşımızdaydı. Birlikte, konuşmadan ama abartılı kibar jestlerle asansöre bindik. Dairemize girince eşim onu salona götürdü. Ben de yeşil çay hazırladım.
Divanın kenarına ilişmiş, terlikleri içinde parmaklarını kıvırmış, önüne bakıyordu.
Çay servisiyle birlikte eşim söze girdi.
-Siz Sushi Kafe’den ayrıldıktan hemen sonra biri fotoğrafınızı göstererek tanıyıp tanımadığımızı sordu.
İrkilmişti.
-Japon muydu ?
-Hayır, hayır, bir Türk dedektif. Aileniz tutmuş.
-Ailem mi? dedi endişeyle. Kötü bir haber yok değil mi?
-Hayır, endişelenmeyin diye onu yatıştırmaya çalıştı eşim, oğlunuz üniversitede okuyormuş…
-Haru hangi fakülteye gidiyor? Makine mühendisi mi olacak?
-Bilmiyorum dedi eşim. Ama hemen öğrenmeniz mümkün…
Hiroki sessiz kaldı.
-Karınız hâlâ sizin yolunuzu gözlüyormuş diye devam etti eşim. Yaşlı anneniz sizi ölmeden önce görmek istiyormuş…
Japon komşumuz bacağını saralı gibi titretmeye başladı.
-Lavabo dedi metalik bir sesle, kullanabilir miyim?
Ayağa kalktı, yüzü bembeyazdı. Beş dakika sonra salona geri döndüğünde gözleri kan çanağına dönmüştü.
-Ben sorumsuz biri değilim dedi. Ailem varlıklı olmasına rağmen çalışarak okudum. Makine mühendisi oldum. Araba yedek parça fabrikam vardı. İlk iki yıl kârımı devletim güçlensin diye olduğu gibi hibe ettim. Sonra fakülteden arkadaşım Nami ile evlendim. Nami ne demek bilir misiniz?
Başımızı salladık.
-Nami dalga demektir. Burada her gece rüyamda bir kaya üzerinde oturmuşum gördüm. Dalgaların kayalıklara vuruşu bana büyük bir müzik gibi gelir. İstanbul’da her gece o müziği dinledim ve de deniz suyuyla yıkandım sanarak uyandım.
Fincanını yeniden yeşil çayla doldurdum.
-İkimiz de çok çalıştık. Para biriktirdik. Sonra bebeğimiz oldu. Oğluma güneş adını koydum, Haru! Bayrağımın sembolü, yüreğimizi ısıtan güneş!
Bir an büyük penceremizden görünen eski İstanbul siluetine baktı.
-İmparatorluğunuzun sarayı Topkapı’yı 5 kez gezdim. Ne güzel yükseliyor!
Çayını bir içişte bitirdi.
- Her şey güzeldi. 1990 Krizine kadar… Asya’da borsa dibe vurdu. Benim küçük yedek parça fabrikam bu tsunamiye dayanamadı. Borçlarımı ödeyemedim. Bu onursuzlukla yaşayamazdım. Nami harakiri yapmamı engelledi. « Ben de yaparım, Haru’ya sonra kim bakar ? » dedi. Ailemi geçindiremiyordum. Çok utandım. Kaçtım. İstanbul’a kadar kaçtım.
-Bir çeyrek asırdır ailenizi görmüyor musunuz? diye sordum hayretle.
-Hiç dedi, hiç !
-Peki, burada ne yaptınız, nasıl geçindiniz, nasıl Türkçeyi öğrendiniz?
-Garajlarda çalıştım. Bir Japon araba acentasının bakım bölümünde çalıştım.
-İşçi gibi mi?
-Usta gibi!
Çayından bir yudum aldı.
-Sağda solda kaldım. Sokakta bile yattım. Garajda vakti geçirdim, içeride unutturdum kendimi. En güzel evim burasıdır. Çıkıyorum geceleri, şu sahil yolundaki kayalıklara oturuyorum. Dalgaların sesini dinliyorum.
-Yeterince cezalandırmışsınız kendinizi dedim, geri dönme vakti gelmiş olmalı.
Yüzüme baktı.
-Ben izninizle gideyim dedi.
Tam çıkarken eşim dedektifin kartını gösterdi.
-Sizin hakkınızda hiç bilgi vermedik. Kendiniz aramak istersiniz diye düşündük.
Kartı alırken eli titriyordu.
Bir haftamız Hiroki ’den habersiz geçti. Kapıcımızın eşi Nurgül’den de eksi bir kiracısı hakkında bir bilgi alamamıştım.
-Sahi dedi, bir haftadır onu görmüyorum. Akşamları sahil boyunda bir kayaya oturuyor gariban, bakayım belki orada bulurum.
Ertesi gün Nurgül de meraklanmıştı.
-Akşam baktık, orada da yoktu. Memleketine gitmiş olmasın?
Aşağı inip kapısını çaldık. Açan olmadı. Akşam tekrar yoklamak üzere Nurgül ile sözleştik. Yine kapı duvardı. Nurgül kat sahibini aramış, haberini getirdi. Zarf içinde o ayın kirasıyla anahtarları yollamış.
Nurgül’ün yedek anahtarıyla içeri girdik. Salonda sadece köpükten yapılma açılınca yatak olan basit bir koltuk vardı. Yanında da çok eski bir Japon abajuru. Mutfakta yıkanıp tezgâha konulmuş bir tava ve bir tencere, bir bardak, bir tabak, bir çatal, bir bıçak, bir kaşık. Bir özel eşya aradım umutsuzca. Çöplerini atmıştı. Ev tertemizdi. Ne bir resim, ne bir yazı, ne bir mektup…
-Salona bir daha girelim dedim Nurgül’e.
Köpükten koltuğu kaldırdım. Altında bir şey yoktu. Birden kılıfın fermuarını açmak geldi aklıma. Kumaşla köpük arasında dolaştırdım elimi. Gülümsedim şaşkın bakan Nurgül’e. İkiye katlanmış kâğıt çıkardım. Birincisini açtım. Kendisinin gençlik portresini çizmişti. Karakalem çalışmış, bayağı da benzetmişti. Siyah saçları güneş gibiydi. İkincisinde ince yüzlü bir kadın vardı. Çekik gözlerini iki dalga gibi çizmişti, çok hüzünlü bakıyorlardı.
-Bunları ben saklayayım, uğrarsa veririm dedim.
Eve dönünce balkonda oturduk eşimle. Japon komşumuzu konuştuk.
-Dedektifi arayacak mı sence?
-Sanmam, en azından şimdi değil. Yoksa apar topar kaçmazdı!
Aradan bir ay geçti. Bir gün Japon komşumuzun hikâyesini bilen çocukluk arkadaşım Leyla telefonla aradı.
-Fransızca kanalda Japonlar üzerine bir belgesel var dedi.
Meğer Hiroki 1990’da kaçan on binlerce Japon’dan biriymiş. Hayatı sıfırlayanlar genellikle ülke içinde uzak bir kasabaya, kırlık alana sığınırlarmış. Geri dönen pek yokmuş... Aileleri aramaya devam ediyormuş…
GELECEK HAFTA
KONTÜR SEVGİLİM
11 Ekim kısa öyküsü: Sentetik gözyaşları