Kısa öykü: Dakika hırsızı

RÜYA ERSİNA UYGUR
ersinaru@gmail.com

Pencere kenarında oturmuş, eski İstanbul siluetine bakarak sabah kahvemi içiyordum. 

- Deniz çarşaf gibi durgun, sanki zaman da durmuş diye seslendim kız kardeşime.

- Sen öyle san, hayat son sürat devam ediyor, dedi Candan yüz masajına ara vermeden. 

Yüz kırışıklıklarını geciktirmek için kaş, göz, burun oynatmaları bitmiş, sıra gerdan sarkmasını önleyici egzersizlere gelmişti. Kocası iş seyahatine çıkınca o da oğluyla hafta sonunu geçirmeye evime yerleşmişti.  

-Tam hırsızların gelme vakti! dedi otist yeğenim ayakta sallanarak.  
-Ne hırsızı oğlum? diye yatıştırmaya çalıştı Candan boynunu tavus kuşu gibi yukarıya uzatırken.  Tam beşinci kattayız. Hırsız nasıl girsin, hadi girdi diyelim, nasıl kaçsın?

Otist yeğenim gazete okur gibi ezberden hırsızlık haberlerini saymaya başladı. 

-10 Ocak 2011, Madonna'nın Marylebone semtindeki evinin biraz ilerisinde bir binaya giren hırsız, altıncı kata kadar çıktı... 
-Doğru mudur bu haber? diye kız kardeşime sordum. 
-Kelimesi kelimesine dedi Candan dudaklarını büzmüş, sanki burnundan konuşarak. Hiç şaşmaz! 

Yeğenim Atıl, çok geç konuşmaya başlamış ama konuşunca da cümlelerinin uzunluğu ve kelime hazinesinin zenginliğiyle herkesi şaşırtmıştı. Henüz bebekken,  haberler başlayınca gözlerini televizyona diker, büyülenmiş gibi dinlerdi. “Spiker olacak bu çocuk” diye aramızda şakalaşırdık. Ben de hatırlıyorum, kanalı değiştirmeye görelim, yaygarayı basar, televizyona dokundurtmazdı. Meğer bütün bilgileri beynine kaydedermiş.  Dört yaşında konuşmaya başladığında beynine kaydettiği cümleleri tekrarlamaya başlamış, herkesin onu  “küçük profesör” diye çağırmasına yol açmıştı. Babası çocuğunun bilgisiyle övünür, “bakalım küçük profesörümüz bugün ne anlatacak” diye misafirlere dinletmeye çalışırdı. Ama Atıl istek üzerine konuşmaz,  dinleyicileri çoğu zaman hayal kırıklığına uğratırdı. Çok üstüne varılırsa da eline geçirdiği oyuncağı yere vurmaya başlardı. Annesi onu sakinleştirmek için odasına götürürken, babası misafirlere övünmeye devam ederdi. “Üstün zekâlı çocuklar böyle sinirli oluyor!” 

Kardeşim Candan ise çocuğu için kaygılanırdı. Sonunda onun kaygıları doğrulandı. Atıl’ın otizmin hafif biçimi Asperger sendromu hastası olduğu ortaya çıktı. Hatta kalıtımsal olabileceğinden söz edildi. Oğlunun küçük profesörlüğüyle övünen babası ise bu hastalığı pek kabullenemedi. Çocuğun yetiştirilmesini karısına bırakıp kendini işine verdi. Eniştemin şirketteki lakabının otist olduğunu ise sonradan öğrendik. Bir iş seyahatinden diğerine gittiği için uçan kuşu havada görüyor diye takılırdık. Bu kez iş seyahati Papua Yeni Ginesi’ne idi. 

Atıl hırsızlık haberleri vermeye başlamış bir kere, sallanarak devam ediyordu: 
-Balıkesir'in Edremit ilçesine bağlı Akçay beldesinde, bir apartmanın beşinci katına örümcek gibi tırmanarak çıkan hırsız görenleri şaşırttı… 
Candan masajına devam ederken gözlerini bana doğru kaydırdı. 
-Kat hırsızlıklarını teker teker sayar artık. 
Gerçekten de Atıl dördüncü kat hırsızlık haberlerine geçmişti. 
-27 Şubat 2013, hızlı bir şekilde apartmana girerek dördüncü kata çıkan hırsızlar demir levye ile çelik kapının kilit sistemini devre dışı bıraktı… 
Atıl’ı bu takıntıdan nasıl kurtarırım diye düşünüyordum ki, imdadıma bir taka yetişti. Sessizliği bozan biteviye sesleri,  bana eski guguklu saatlerin dakika atlayışlarını hatırlattı. 
-Apartman hırsızlarını boş verin, ben dakika hırsızı bile tanıdım dedim. 
-Dakika hırsızı mı? diye sordu kız kardeşim hayretle. Yüzü ifadesiz, habire boynunu uzatıp, içeri çekiyordu. 

Atıl ise kendini kat hırsızlarını saymaya kaptırmış, durdurana aşkolsun, sallanması hızlanmış, devam ediyordu. 
Sesimi yükselterek başladım anlatmaya. 
Yurtdışında görevliyken bir arkadaşım telefon şirketi kurarak beni şaşırtmıştı. Yeni teknolojilere merak salmış,  serbestleşince sektöre ilk girenlerden olmuştu. Ülkenin telefon ağından yararlanarak hat kiralıyor, evlere, işyerlerine küçük kutular bağlayarak bu kiraladıkları hattan konuşturuyordu. Basit anlatımla bu kutu şimdiki ucuz konuşma kartlarındaki kodların yerine geçiyordu. Hani ucuz hattan görüşmek için aradığınız numaranın önüne karttaki kodu çevirirsiniz ya, işte buna gerek kalmadan istediğiniz numarayı tuşlayabiliyordunuz. Sadece da di da dat ti tit ti ri gibi bir müzik sesinden sonraki sinyali bekliyordunuz, o kadar. 

Günün birinde telefon şirketi sahibi arkadaşım  “soyulduk” diye bize geldi. Reklam için açtıkları telefon kabinlerine bir Afrika kökenli dadanmış, bir hafta boyunca her gün sadece bir kere çaldırıp, çıkmıyor deyip, para ödemeden gitmiş. Ay sonunda kabarık bir Afrika görüşmesi faturası gelmiş.  Telefon kabininde çalışanlar, “kesin o çaldı” diyorlarmış.  Uzun anketler sonucu Afrika’da aranan numaraların annesinden köyün büyücüsüne kadar o Afrikalının tanıdıkları olduğu ortaya çıkmış. Meğer profesyonel bir kasa hırsızı gibi şifreyi çözmüş, her sesin karşılığı rakamı bulmuş. Sonra da canı sıkıldığı her an sarılmış telefona, nasılsa bedava, konuşmuş da konuşmuş.  Polis ise bu çok yeni teknolojiyi bilmediği için nasıl dakika çalınabileceğini anlayamamış, “dakikalarınız neredeydi, kim, nasıl çaldı ?” sorularından polisin hiçbir müdahalede bulunmayacağı anlaşılmış. Arkadaşım ise bu hırsızlığın ilginçliğine kendini kaptırmış, kaybettiği parayı unutmuştu bile. Hırsızındaki kulak ve zekâya hayran olmuş, her gördüğüne anlatıyordu.  

Dakika hırsızı hikâyemi sanki havaya anlatmıştım. Otist yeğenim ortada yoktu. Kız kardeşim bu kez dudak jimnastiğine dönmüş, dudaklarını uzatıp geri çekiyordu.  
-Nasıl buldun dakika hırsızlığını? diye soracak oldum umutsuzca. 
O öpücük yollarmış gibi dudaklarını uzatıp çekmeye devam ederken eliyle duvardaki saati gösterdi. Ne demek istiyordu, iki dakika bekle mi? Yoksa sen de benim dakikalarımı çalıyorsun mu? 
-Ara vermemek lazım. Bir dakika daha yapmam lazımdı diye bana kızarak yeniden başladı. 
Allahtan otist yeğenim imdadıma yetişti.  Elinde kâğıtlarla sahil yolunda spor yürüyüşü yapanlar gibi kısa ama hızlı adımlarla belirdi. 
-Dakika hırsızlığını anladım dedi. 
Atıl’ın, polisin bile bir türlü kafasının almadığı zor şeyleri hemen anlayacağından emindim. 

Tam kat hırsızlığı haberleri verme takıntısından kurtuldu diye sevinirken,  annesine dönüp başını salladı:
- Sen bir hırsızsın, dedi. Hesapladım, benim dakikalarımı çaldın! 
Candan ondan gelecek tanıdık krizlerden korkmuş, hemen yüz jimnastiğine son vermişti.

-Altı yaşımdan on iki yaşıma kadar beni yaşıtlarımdan 30 dakika erken yatağa götürerek, günde 30; 31 çeken ayda 930, 7 ay 31 çeker 6720;  30 çeken ay 4, eder 3600; 3600 artı 6720, artı 28 çeken ayda 840 dakika ekle; hepsi eder 11160. Bu sadece altı yaşımdan on iki yaşıma kadarki bölüm.  

Atıl aynı küçük adımlarla,  kurulmuş oyuncak gibi geri dönerken Candan bu beklenmedik suçlama karşısında ağzı açık, kalakalmıştı.

-Eyvah diye fısıldadı, gördün mü yaptığını?  Benden hayatının kaybolduğunu sandığı bütün dakikalarının hesabını soracak. Günler sürer, aylar… 

Candan’ın biraz önce jimnastik sırasında rahatlayan yüzünde büyük bir endişe belirmiş, yok etmeye çalıştığı tüm hatlar ortaya çıkıp, aşağı düşmüştü sanki. O yok etmeye çalışıyordu ama ben yüzündeki kırışıklıklarda ortak geçmişimizin izlerini buluyordum.  Ağzının kenarındaki kırışıklıklar kocası iş seyahatlerini gitgide arttırdığı ellili yaşlarının başında belirmişti. Oğluna ve kendisine pratikte yalnız bir hayat kurmanın hırs ve inadı burnunun iki yanından aşağı uzanmak yerine ortada kesiliveren iki çizgi yaratmıştı.   Göz etrafındaki birbirine paralel küçük yarıklar oğlunun gözlerinde ilgili bir bakış yakalama arayışıyla yıllar içinde derinleşmiş kırışıklıklardı. İki kaşı arasında oluşmuş izler ise oğlunun krizleri sonunda sinir boşalması halinde ağlamaktan olmalıydı. 

Atıl’ın hastalığının iletişim kuramama olduğu ancak dört buçuk yaşına gelince anlaşılmıştı. Asperger Sendromu tanısı konulan yavrucağız, gülümsemiyor, hiçbir mimik göstermiyor,  sadece duyduğunu, gördüğünü beynine kaydediyordu. Otuz beş yaşındaki Atıl’ın yüzünde herhangi bir mimik izi yoktu. Annesi ise onun yüzünde tek bir iz yaratacak iletişim için aşırı ifadeli bir yüze, dolayısıyla fazladan kırışıklıklara sahip olmuştu. 

Atıl bu kez yedi ile on yedi yaş arası annesinin okuldan almaya gelişlerindeki gecikmelerinden dolayı hayatından çalınan dakikaların hesabını, ki toplam 32 520 dakikayı bulmuştu,  noktasız, virgülsüz tekrarlıyordu.
O sırada açık balkon kapısından aşağıdaki komşuların bağırışları duyuldu. 
-Yine kavgaya tutuştular dedi Candan gözleriyle işaret ederek. 
Yaşıtlarımız çift son günlerde fazlaca kavga eder olmuşlardı. Adam “bu kadar masrafa gerek yok, bırak bir patlatayım, sana Angelina Jolie dudağı yapayım” diye bağırıyordu. İkimiz de ellerimizle ağzımızı kapamış, kahkahamızı zor tutuyorduk.  Kardeşim kadını asansörde görmüş “Uzay Yolu dizisinden çıkmış bu kadın da kim?” diye sormuştu. Yetmişli yıllarda Türk televizyonlarında gösterilen bu Amerikan dizisinde uzaylıları oynayan artistlerin kaşları bugünkü botoks tekniğiyle kaldırılmıştı sanki. Aşırı yukarı kalkık kaşlar insana ışık görmüş tavşan gibi şaşkın, biraz da kızgın bir ifade veriyordu. Komşumuz kadın da sadece ses olarak merhabalaşabiliyor, Atıl gibi hiçbir hattı oynamıyordu. Kocası tam aksine kardeşim gibi aşırı ifadeli bir surata sahipti. Kavgalarından anladığım kadarıyla adam karısını hissizlikle,  kadın ise kocasını dışarıda gözü olmakla suçluyordu. Ama her ikisi de kavgalarını  “benim tek bir hayatım var, çekemem bunları” sözleriyle bitiriyordu. 

Atıl yeniden belirmiş, bu kez de annesinin kendisinden aynı cümleyi bir kaç kez tekrarlayarak çaldığı dakikaların hesabını yapmış, borsa bülteni gibi dökümü sayıyordu.

Televizyonun açık olan kanalına gözüm ilişti. Türkiye’ye Arap ülkelerinden estetik turizmine gelenler üzerine bir program vardı. İlginç olan yanı Taksim civarında erkek gruplarının başlarını Şii tarzı bantla kapayarak dolaşmalarıydı. Bazılarında şeriat mı geliyor korkuları yaratsa da, erkeklerin bu bantları takmaları dini inançlarından değil, ektirdikleri saçların bitmesini beklerken kafalarındaki pamukları tutturma kaygısındandı. 

Erkekler saç ektirerek, kadınlar derilerini gerdirerek ya da şişirterek zamanı geriye çekmeye çalışıyorlardı. Geçen yılların izlerini sileyim derken yaşadıkları an içinde bir otist gibi davranıyor, doyasıya gülemiyor, kendilerine insanlarla ilişki kurmak için vakit ve enerji bırakmıyorlardı. Zaman tünelinde geçmiş bir tarihe gitmek isterken sürekli ileri bir tarihe fırlayan şaşkın mucitler gibiydiler. “Tek bir hayatım var” diyerek çevrelerindeki dakika hırsızlarından kurtulmaya çalışırken o hırsla sarıldıkları kendi hayatlarını yaşayamadıklarını bile anlayamıyorlardı. 

Kız kardeşim oğlunun suçlamalarından morali bozulmuş halde sessiz, sahil yürüyüş yolunda itişe kakışa, kahkahalar atarak yürüyen çocuklara bakıyordu. Ben de çocukluk arkadaşım Leyla’yı aradım.
-Ne diyorsun “tek bir hayatım var”  felsefesine? diye doğrudan sordum.
-Tek ise iyi ya, yaşamana bak, fazla sorgulama dedi. 
Sonra da ekledi, 
-O egoistlere söyle, başkalarının da tek bir hayatı var!
Leyla hiç düşünmeden özetleyivermişti durumu.
Televizyonun bir kanalında  “Başka Hayatlar” adlı bir röportaj başlıyordu. 
-Bugün size teklifim dedim, gözünüz kapalı karşıda yakada yer seçin, oraya gidelim. Başka, insanlar, başka hayatlar görmeye…

GELECEK HAFTA

DEDEMİN NİŞANLISI

27 Mart Kısa öykü: Sıradan Seyfi

13 Mart kısa öykü: Kırık testi

06 Mart kısa öykü: Işıklar kararınca

28 Şubat kısa öykü: Öldüren selfie

14 Şubat kısa öykü: Turnayı gözünden vuranlar