basakbicak@gmail.com
Sinemanın kitleleri yönlendirebilme gücü keşfedileli çok oldu. Biz sanat mı eğlence mi tartışadururken birileri bu mucizenin muhteşem bir propaganda ve manipülasyon aygıtı olduğunun çoktan farkındaydı.
David. W. Griffith sinemanın henüz inşa edildiği erken dönemde bile The Birth of a Nation’ı (1915) çekerek Ku Klux Klan güzellemesi yapmayı ihmal etmemişti. Keza Hitler gücünü, Propaganda Bakanı Goebbels’in meşhur propaganda filmleri üzerinden kurmayı daha o zamandan akıl etmişti. Amerikalıların buna cevabı ise Frank Capra, John Ford, William Wyler gibi sinemacılardan gelen “savaş hazırlayıcısı” filmler oldu. Fakat bir film var ki, zamanının ötesine yayılan ve tek başına bir ülkenin imajını yerle bir edici etkisi sebebiyle bu yazıya konu olan… Evet, doğru tahmin ediyorsunuz; Midnight Express’ten bahsediyorum.
TRAVMATİK ETKİ YARATABİLİR AMA...
İtiraf etmek gerekir ki, sinemanın büyüsüne kapılarak sinema yazarı olmuş biri olarak bile Midnight Express’in, hâlâ ve hâlâ, birilerinin zihninde etkili olabileceğine hiç ihtimal vermiyordum. Hikâye anlatımının tamamen bireylerin kontrolünde gerçekleştiği ve yönetmenlerin/senaristlerin olayları diledikleri gibi anlatabilme özgürlüğüne sahip oldukları konusunda hemfikiriz fakat artık bilgi çağındayız. Doğru ve kesin bilgiye ulaşabilmenin bu denli kolay ve bilhassa “herkes için” erişilebilir olduğu bir zamanda, bir sinema filminin 1978 yılında anlattığı bir hikâyeye hâlâ körü körüne inanıyor olmanın benim nezdimde mantıklı bir yanı yok. Bittabi hepimizin çok sevdiği, ya da korktuğu/üzüldüğü gibi sebepler dolayısıyla yeniden izleyemediği veyahut asla unutamadığı filmler var. Hatta bir filmin, birey üzerinde travmatik etkiler yaratabileceği fikrine sonuna kadar katılıyorum ki, Midnight Express bunun en çarpıcı örneğidir. Ancak bizler izleyici olarak, “gerçek olaylara dayanan” bir filmin üzerinden neredeyse 40 yıl geçmesine rağmen, en ufak bir araştırma yapmadan bu filmin “gerçekliğine” inanmaya devam ediyorsak, burada ciddi bir problem vardır. Neden bunlardan bahsettiğime gelince… Bir süredir bulunduğum Paris’te, arkadaş toplantısında karşılaştığım bir durum, beni bir sinema yazarı ve tarihçi olarak konunun üzerinde düşünmeye sevk etti. Kırklı yaşlarında bir Fransız, Türk olduğumu öğrenince –elbette, herkesin karşılaştığı gibi- ilk olarak Midnight Express’ten bahsetti. Daha önce de defalarca yurt dışında bulunmama rağmen hiç böyle bir tepkiyle karşılaşmamıştım ve şaşkınlığımı gizleyemeyerek, “yalnız, filmin üzerinden yaklaşık kırk yıl geçti” dedim.
OLAYLAR DRAMATİZE EDİLİYOR
Haklı olduğumu ancak izlediği dönemde çok etkilendiğini ve bu yüzden yıllar sonra kazandığı “ücretsiz Türkiye tatiline” dahi sırf bu yüzden gitmediğini söyledi. Bunun üzerine ben –klasik bir Türk refleksiyle- senaristi Oliver Stone’un ve olayı yaşayan kişi Billy Hayes’ın dahi, olayların fazlaca dramatize edilmesi ve çarpıtılması, filmin Türkiye’nin yıllardır üzerinden atamadığı kötü bir imaja dönüşmesi sebebiyle özür dilediklerini açıkladıklarını söyledim. Konuştuğum kişi ise bunların hepsini bildiğini, hatta artık Türk arkadaşları olduğunu ve Türkiye’yi merak ettiği halde, gitmeye cesaretinin olmadığını söyledi. Bu olay, aklıma Fatih Akın’ın birkaç yıl önce çektiği The Cut filmini getirdi. Elbette The Cut’ın, Midnight Express’in sahip olduğu başarı ve prestije erişmesi mümkün olmadı. Filmi izleyen bizler zaten –filmin anlattığı tarihin ve gerçekliklerinin doğruluğu/yanlışlığından bağımsız olarak- karakterlerin ne kadar karikatürize edildiğini fark edebilmiştik. Peki ya diğer insanlar? Onlar fark edebildiler mi? Ya da bizler, başka ülkelerde çekilen filmlerin gerçeklik-kurgu ayrımını ne kadar doğru yapabiliyoruz? Kaçımız bir filmden sonra merak edip araştırma yapıyor?
SİNEMANIN BÜYÜSÜ
Sinema, tüm sanatları içerisinden barındıran bir form olarak hâlâ büyüleyici, eşsiz… Her film, bizi yepyeni bir insana, olmak istediğimiz kahramana, yaşamak istediğimiz hayata götürüyor; ya da korktuklarımızı, istemediklerimizi göstererek bazen sahip olduklarımıza şükretmemizi sağlıyor. Bazen de sadece, “unutturuyor”. Ancak bir şeyi unutmamakta fayda var. Sinemanın sihrine kapılıp giderken, bilgi çağının getirdiklerini göz ardı etmemek gerek. Bilgi toplumunun, “sahip olduğumuz cihazların hayatımızı yalnızca kolaylaştırmaya yaradığı” anlamına gelmediğini hatırlamak gerek. Aksi halde, okuma yazma bilmediği veya İncil’e ulaşması kilise tarafından engellendiği için Ruhban sınıfının her söylediğine inanan bir Ortaçağ insanından ne farkımız kalır?