Dijital dünyanın gelişimindeki en önemli “beyin”lerden biri olan Steve Jobs, ölümünün ardından peş peşe gelen biyografik filmleriyle gündemdeki yerini korumaya devam ediyor. 2013 yılında çekilen Jobs filminin akıbetine uğramak istemeyen Steve Jobs, Michael Fassbender ve Danny Boyle ikilisiyle işini şansa bırakmıyor. Bundan iki yıl önce, Joshua Michael Stern’in yönettiği Jobs’ın yaşadığı hezimet, aslında yeni bir Steve Jobs biyografisinin habercisi oldu. Henüz film gösterime girmeden, Ashton Kutcher’ın, Steve Jobs rolü için uygun olup olmadığı yönünde çıkan tartışmaların üzerine, vizyon sonrasında, filmin daha çok ünlü işadamının öğrencilik yıllarına odaklanıldığı eleştirileri de eklendi. Hal böyle olunca, Danny Boyle’u yönetmen koltuğuna oturtan Steve Jobs, senaryosunu Sosyal Ağ (Social Network, 2010) ile büyük başarı elde eden Aaron Sorkin’e, başrolünü de yakın zamanda Macbeth’le harikalar yaratan Michael Fassbender’a emanet ediyor.
Nefes Aldırmıyor
İlk filmin aksine, Steve Jobs’ın Apple’da geçirdiği yılları merkezine alan film, 1984 yılında Jobs’ın bir lansman öncesi yaşadığı gerilimlerle açılıyor. Bu sekanstan itibaren Apple içi çatışmalar, ailevi ve mesleki problemler filmin ana eksenini oluşturuyor. Jobs’ın, her lansman öncesi yaşadığı güç mücadeleleri tansiyonu yükselterek, filmin gerilim duygusuna hizmet ediyor. Asıl problem de bu noktada baş gösteriyor. Steve Jobs’ın hayatını, yaklaşık bir 20 yılla sınırlı tutan film, Jobs’ın 20 yılda yaşadığı tüm çatışmaları hızlandırılmış haliyle sunmaya çalışarak hataya düşüyor. Apple’ın ve Steve Jobs’ın tüm hayatına vakıf olduğunu var saydığı seyircisini, ilk dakikadan itibaren teknolojik ve bilimsel konulardan mürekkep, yoğun bir diyalog yağmuruna tutan film, izlenmesi zor bir seyirliğe dönüşüyor. Önce Slow West (Sakin Batı), ardından Macbeth performanslarıyla gözümüzdeki yerini sağlamlaştıran Michael Fassbender ise yine kusursuz bir Steve Jobs portresi çiziyor. Yorucu anlatımına rağmen Steve Jobs’ı iyi bir film yapan yegâne unsur, Fassbender’ın varlığı oluyor. Enteresan olansa, her iki filmde de “idolünü sevmeyen biyografilerle” karşı karşıya kalmamıza rağmen, Fassbender filmi etkileyici kılmayı başarıyor. Steve Jobs hâlâ merak ediliyor mu bilinmez ama biyografisi, Fassbender’in muhteşem performansı için izlenir…
Hoş geldiniz!
Türk korku sinemasına musallat olan cinlerden kurtulamayacağımız belli olduğuna göre, en azından hikâyesiyle farklılaşma amacı güden filmleri övmekte fayda görüyorum. Dilek Keser ve Ulaş Güneş Kacargil’in, ikinci uzun metraj deneyimi olan Azap, birbirinin kopyası cin temalı filmler arasından sıyrılmaya çalışan yapımlardan… Yıllardır atama bekleyen genç bir öğretmenin, cinlerin musallat olduğu bir köye tayini çıkması sonucu yaşadığı korkunç olayları ele alan Azap, eş zamanlı anlattığı iki hikâyeyle sürükleyici olmayı başarıyor. Özellikle, paralel hikâyelerin bileşimi, uzun zamandır karşılaşmadığımız türden bir çıkış fikrine sahip olan Azap’ın, finalde de başarıya ulaşmasını sağlıyor. Türk korku sinemasının sıklıkla işlediği cin temasına, cin düğünü gibi farklı bir yaklaşım getiren filmin en büyük eksikliği ise, ne yazık ki oyunculuklar ve teknik yetersizlikler… Filmin bütçesizliğini hoş görüp, efektlerin üzerinde fazla durmadan izlediğinizde, ortalama bir korku filmiyle karşı karşıya olduğunuzu söyleyebilirim.