İlgimi çeken renklerle denemeler yapıyorum

SİBEL ATEŞ YENGİN

sibel.ates@aksam.com.tr

Broadway’de bulunan Art at Viacom, bu yıl Türk sanatçı Oğulcan Kuş’u ağırlıyor. Kuş’un "The American Daydream” (Amerikan Gündüz Düşü) adını verdiği sergisini konuşmak üzere buluştuk. 

Sizi tanıyabilir miyiz? Eğitiminiz, nerelisiniz?

1993 İstanbul doğumluyum. 2011’de Eyüboğlu’ndan mezun oldum ve üniversite için New York’a geldim. Marymount Manhattan College’da Güzel Sanatlar ve İletişim bölümlerini bitirdim. New York’da yasadığım 6 sene boyunca çeşitli müze ve galerilerde çalıştım. Simdi de freelance “art handling” yapıyorum ve vaktimin çoğunu atölyemde kendi işlerimle uğraşarak geçiriyorum.

Resimle ilişkiniz ne zaman, nasıl başladı?

Çocukluğumdan beri çizmeye, müziğe, genel olarak bir şeyler anlatmaya, yaratmaya ilgim vardı. Zamanla görsel sanatlara olan ilgim daha da arttı. New York’ta yaşadığım sure boyunca da şehrin sanata dair sunduğu imkanlar ve çalıştığım müze ve galeriler aracılığıyla, ilham aldığım büyük sanatçıların işlerini yakından görme, inceleme fırsatım oldu. Yaptığım isi yavaş yavaş daha ciddiye almaya başladım. Şimdi de o yoldan devam ediyorum.

En çok hangi renkleri kullanmayı seviyorsunuz?

Üzerinde çalıştığım resmin içerik ve bağlamına göre değişiyor. Mesela bu ay açtığım sergim “The American Daydream” Amerikan pop kültürü ve Doğu sanatının bir sentezi olduğundan dolayı, bu iki kaynakla bağdaştırdığım renklere ağırlık verdim. Üzerinde çalıştığım belirli proje ve seriler dışında yeni renk kombinasyonları arıyorsam da, gün içerisinde bir yerlerde gördüğüm renk kombinasyonları, ya da başka bir sanat eserinde gördüğüm ve ilgimi çeken renklerle denemeler yapıyorum, kendi işlerimde kullanacağım renklere karar veriyorum. (En sevdiğim renk çamurcun)

SERGİNİN TEMASIYLA PARALEL OLMALI

Resimlerinizin bir hikâyesi, teması var mı?

Bazen var, bazen yok. Genellikle bir seri üzerinde çalışıyorsam, serideki resimlerin içeriğini özdeş tutmaya çalışıyorum. Yani kafamda bir sergi fikri varsa, sergideki işlerin tamamının serginin temasıyla paralel olmasına özen gösteriyorum. Bu kendi kendine olan bir şey değil, o yüzden bazen çok da istemediğim kararlar vermem gerekiyor. Mesela çok sevdiğim bir resim var diyelim, ama sergileyeceğim diğer resimlerin yanında temasal olarak anlamsız duruyor; serginin bütünlüğü adına o resmi, o sergide sergilememe kararını vermem gerekiyor, küratörlük gibi biraz.

Resimlerinizde ne tür malzemeler kullanıyorsunuz?

Son zamanlarda en çok akrilik ve “encaustic” denilen balmumu bazlı bir boya turunu kullanıyorum. Akrilik kullanmamın sebebi çabuk kuruması; resmin ortasında aklıma bir fikir geldiğinde, ya da yaptığım bir hatanın üstünü kapatmak istediğimde boyanın kuruması için yağlı boyada olduğu gibi günlerce beklemem gerekmiyor, yarım saate tamamen kuruyor akrilik. Encaustic de hem çok eğlenceli, hem de akrilikten daha da hızlı kuruyor. Encaustic kullanmak için boyayı eritmeniz gerekiyor, resme uyguladıktan birkaç saniye sonra da donuyor boya, ama hamur gibi. Yani encausticle boyanın dokusuna daha hakimsiniz, fırçayla boyaya istediğiniz sekli verebiliyorsunuz, hamurla boya yapmak gibi.

Canlı boyadığım resmi sergiliyorumAmerika’da açtığınız sergiden bahseder misiniz?

“The American Daydream” ilk sergim. Viacom diye bir şirketin Times Meydanı’ndaki binasında yer alıyor. Son iki yıldır yaptığım resimlere ilaven 1 hafta boyunca Viacom’un binasında misafir sanatçı olarak canlı boyadığım resmi sergiliyorum. Sergideki işler, geçtiğimiz yıllarda Amerika’ya taşınmam, burada bulmayı umduğum ve gerçekte bulduğum hayatın arasındaki farklar, bu farklardan yola çıkarak Batı ve Doğu kültürlerinin arasındaki farklar ve benzerlikler gibi temalar üzerine kurulu. Eserlerde bu temalar madde madde bariz bir şekilde yer almıyor tabi. Bu fikirleri göz önünde bulundurarak kendimi bir parçası hissettiğim bu iki kültürü, minimalizm ve kavramcılık gibi ilgimi çeken akımlar doğrultusunda işlerime yansıttım. 

İLHAM VERİCİ

Bir sanatçı için Amerika’da yaşamak nasıl? Türkiye’den farkı ne?

Bu karşılaştırmayı yapmak biraz zor çünkü New York Amerika’nın geri kalanına göre bile çok liberal bir şehir. Ayrıca sanat dahil her dalda dünyanın merkezi. Yani dünyanın her yerinden işini en iyi yapan insanlar buraya geliyor, o yüzden çok fazla rekabet var. Ben normalde rekabetten çok fazla hoşlanmasam da konu sanat olunca bu rekabet yüzünden şehirdeki sanatçılar, galeriler, müzeler yaratıcı anlamda sınırlarını zorluyorlar. Bu sayede de burada yaşayan bir sanatçı olarak başka sanatçıların hem yaratıcılık anlamında neler yapabildiğini, hem de kariyerlerinde nerelere gelebildiklerini görebilmek yolun başındaki bir sanatçı için çok ilham verici. Bütün bu olanlar fiziksel anlamda size bu kadar yakında gerçekleştiği için insan yeterince uğraşırsa istediği her şeyi yapabileceğine inanıyor. Sizinle birlikte New York’taki binlerce başka insan da ayni şeye inanıyor tabii. Ama bu rekabet sanat adına çok bereketli olabiliyor.