info@muratcetin.org
Bediüzzaman Said Nursi her daim tartışılan, sürekli gündemde olan ve birileri tarafından “kasten” olumsuzluklarla nazarlarda tutulmak istenilen bir şahsiyettir. Bediüzzaman’ın kişiliği, karakteri ve inancı hakkında, kendi sözüne ve beyanlarına “itibar” edilmeyerek; ne idüğü belirsiz kişiler tarafından o zat-ı muhtereme ait sözler; “zorla” tevilat-ı faside ile “tevil” edilerek, piyasaya onun ağzından çıkmış gibi “servis” ediliyor. “On üç asır evvel şeriat-ı garrâ teessüs ettiğinden, ahkâmda Avrupa’ya dilencilik etmek, din-i İslam’a büyük bir cinayettir. Ve şimale müteveccihen namaz kılmak gibidir.” diyen bir Bediüzzaman “Avrupa kanunlarının” taraftarıymış gibi; “Zira en mukaddes maksadım, şeriatın ahkâmını tamamen icra ve tatbiktir” diyen bir Bediüzzaman “demokratmış” gibi;“Eûzü billahi mine’ş-şeytani ve’s-siyaset” diyen bir Bediüzzaman “siyasetçiymiş” gibi; “Eskiler (CHP) onlara muhalif olduğumuz için, yeniler (DP) onları desteklemediğimiz için bizi eziyorlar.” diyen bir Bediüzzaman ise “Demokrat Parti” taraftarıymış gibi gösteriliyor.
Son günlerde dost meclisinde Risale-i Nur Külliyatı müellifi Bediüzzaman Said Nursi’nin, Abdulhamid Han “aleyhtarı” olduğuna dair bir propagandanın gündemde olduğunu işitince, “bu kadar da olmaz” dedim. Çünkü o bir “tebliğciydi” ve tek gayesi “rızayı ilahiydi”. Abdulhamid Han’a karşı yaptığı tebliğin benzerini; Adnan Menderese “Kırk sahabi kırk senede kırk devleti mağlup ettiği gibi; sen de dört yüz milletvekilinle medyada, mearifte ve mahkemede; ahkam-ı Kur’an’iyeyi hakim kıl...” şeklinde yapmıştı.
İKİ MÜCAHİDİN VERDİĞİ MÜCADELENİN MAHİYETİ NEYDİ?
Evvela iki “mücahidin” verdiği mücadelenin mahiyetini ve iki “vatanperverin” ortak düşmanlarının aslında “bir” olduğunu anlamak için; o zamanın süzgecinden fikren geçmek lazımdır. O zaman ve zeminden bihaber kişilerin fikirleri(!), gerçekten uzak asılsız “ithamdan” başka bir şey değildir.
ALLAH’A KARŞI HÜR OLMAK İSTEYEN ZİHNİYET...
O zamanlar bütün dünyayı kasıp kavuran bir “hürriyet” akımı vardı. Bu akım bütün krallıklara karşı tehdit unsuru olduğu gibi; Osmanlı İmparatorluğu içinde büyük bir “tehlike” arz ediyordu. Osmanlı İmparatorluğunun içinde bulunan bazı Yahudi beslemesi kişiler; bütün dünyada var olan hürriyet akımını, Abdulhamid Han’a karşı kullanmak istiyorlardı. Aslında sadece Abdülhamid Han’a karşı değil; İslam’a karşı da bu akımı kullanmayı planlıyorlardı. Böylelikle Allah’a karşı hür olmaya yönelik bir zemin hazırlamaya çalışıyorlardı. Abdulhamid Han, Osmanlı tebaasından bazısını kandıran Yahudi ve dinsizlerin, İslam’a karşı mezkur niyetlerini sezmişti. Din düşmanları Müslümanlar içinde de olan “meşru” hürriyet talebini fark etmişlerdi. Böylesine müsait bir zeminde, kendi emellerini yerleştirmek istiyorlardı. Zaten bunun için müsait bir zemin de vardı.
ABDULHAMİT HAN TEHLİLKEYİ GÖRMÜŞTÜ...
Osmanlı’nın en zor döneminde devletin başına geçen ve Müslümanlar tarafından “fethedilen” toprakların bütünlüğünü muhafaza ederek; bir “karış” toprak dahi kaybetmeyen Abdulhamid Han, Yahudi ve muavinlerinin kullanmak istedikleri hürriyet akımını “engellemek” istemiştir. Bediüzzaman Said Nursi ise Abdulhamid Han’a, bu “sinsi” planı engellemenin çareyi yegânesinin, ancak “meşru” hürriyeti “dört halife” dönemindeki gibi tatbik etmekle mümkün olacağını, Padişahlığın ise “gayri İslami” olduğunu ve mevcut sistemle bu mücadelede muvaffak olamayacağını söylemiştir.
BEDİÜZZAMAN NE TAVSİYEDE BULUNDU?
Bediüzzaman Said Nursi, Abdulhamid Han’a özetle şöyle demiştir: “Hürriyet intibahının oluştuğu bütün dünyada; Krallıklar dahi aciz kalarak dayanamayıp hürriyete(!) geçiş yapmak zorunda kalmışlardır. Sen “meşru” dairedeki hürriyeti tatbik edersen; insanlığa hakiki hürriyet imkânını vermiş olursun. Mutlak hürriyet, ancak hayvanlara mahsus olan bir şeydir. İnsanların Allah’a karşı hür olması söz konusu değildir. Hürriyet imanın bir şiarıdır. Onlar müsait bir zemin buldular. Kendi fikirlerini bu zemine ekmek istediler. Sen ise hakiki hürriyetin çiçeklerini ek ve bu dikenlere yer bırakma...”
İDDİALAR TAM BİR İTHAM...
Bediüzzaman’ın Abdulhamid Han’a karşı yaklaşımı bu şekildeydi. İddia edildiği gibi Abdülhamid Han’a karşı değildi. Bu mücadelesini tam bir vatanperverlikle veriyordu. Abdülhamit Han ile Bediüzzaman Said Nursi’yi karşı karşıya getirmek doğru değildir. Bu arada Bediüzzaman’ın, Abdülhamit Han “aleyhinde” tek bir sözü dahi yoktur.
Bediüzzaman’ın Abdulhamid Han’a karşı tavrını, tarzını, üslubunu ve Ulu Hakan’dan ne istediğini anlamak için, kendisine ait olan şu sözü naklediyorum:
“Hilafete dair bir rüyadır. Âlem-i mânâda padişahı gördüm. Dedim: “Sen zekat-ül ömrü Ömer-i Sânî’nin (Ömer Bin Abdulaziz’in) mesleğinde sarfet!.. Tâ ki, meşrutiyet riyasetine lâzım ve biatın mânâsı olan teveccüh-ü umumiyeyi kazanasın.””
“Pâdişah dedi: Ben O’nun yolunda gideyim. Siz de ol zaman ehlini taklid edebiliyor musunuz... bir de sizde, onlardaki kuvvet-i İslâmiyet ve safvet ve ahlâk...”
“Ben dedim: Bizdeki tenebbüh-ü efkâr-ı umumî ve tekemmül-ü mebadi ve vesait ve ihata-i medeniyet, o noktaların yerini tutmakla; hem o noktaları istihsal, hem de netice-i matlûb olan terakkiyi intac edebiliyor. Düvel-i ecnebîyenin adaleti bunu isbat eder.”
“O dedi: Nasıl yapacağım?”
“Dedim: “İstibdad, kalb-i memalik olan İstanbul’da kan bırakmadığından hüsn-ü niyeti göster. Pür şefkat ile meşrutiyeti kansız kabul ettiğin gibi, menfur olmuş Yıldızı mahbub-u kulûb etmek için eski zebanîler yerine melâike-i rahmet gibi muhakkikîn-i ulemayı doldurmak... ve Yıldızı dâr-ül fünûn gibi etmek... Ve ulûm-u İslâmiyeyi ihya etmek ve meşihat-ı İslâmiyeyi ve hilâfeti, mevki-i hakikisine is’ad etmek... Ve milletin kalb hastalığı olan za’f-ı diyanet ve baş hastalığı olan cehaleti, servet ve iktidarınla tedavi etmekle Yıldızı Süreyya kadar i’lâ et. Tâ Hânedân-ı Osmanî ol burc-u hilafette pertevnisâr-ı adâlet olabilsin. Hem de havaîc-i zaruriyeye iktisad et. Tâ alıştırılmış olan israfa iktidarı olmayan biçare millet de iktida etsin. Madem ki, imamsın...”
“Birden uyandım, gördüm ki, asıl bu âlem-i yakaza rüyadır. Asıl uyanmak ve hakîkat o rüya imiş.”
Hulasa: Mütedeyyin kişiler Abdülhamid Han’ı dindarlığından dolayı sevmektedirler. Bu “ithamı” kullananlar; “Müslümanlar Bediüzzaman Said Nursi’den ve onun telif etmiş olduğu Kur’an tefsiri Risale-i Nur Külliyatından uzak dursunlar” diye sinsice plan çeviriyorlar. Yukarıda da belirttiğim gibi Bediüzzaman Said Nursi’nin Abdulhamid Han aleyhinde her hangi bir sözü mevcut değildir. Bediüzzaman tamamen Abdulhamid Han karşısında olsaydı; neden Divan-ı Harpte yargılandı? Malum olduğu gibi Divan-ı Harpte “şeriat” istiyor diye “idamla” yargılandı. O yüzden bu tarz oyunlara gelmemek lazımdır. Bediüzzaman bir İslam âlimidir. İslam alimi padişaha nasihat etmekle mükelleftir. Nasihat etmek onun karşısında olmak anlamında değildir. “Böyle yaparsanız daha iyi olur” manasındadır. “Vay sen onun karşısındaymışsın” demek cehaletin ve fitnenin mahsulüdür.
Selam ve dua ile
Fiemanillah