Bir korku klasiği: Suspiria

BAŞAK BIÇAK

basakbicak@gmail.com

Göz alıcı renklerin, Goblin’in notalarıyla dans ettiği, işitsel ve görsel bir ziyafete dönüşen Suspiria, müthiş bir yönetmen sineması örneği… Gösterime girdiği  yıl, dünyada adını duyuran film, bugün bile hâlâ yerini koruyor…

İtalyan korku sinemasının en mühim alt türlerinden biri olan giallo devri Mario Bava’yla başlasa da, 70’lerden itibaren çektiği sayısız filmle türe altın çağını yaşatan hiç şüphesiz Dario Argento oldu. Kariyerinin ilk yıllarında “İtalyan Hitchcock’u”, “şiddetin Visconti’si” gibi yakıştırmalar yapılan Argento, ortaya koyduğu farklı yaklaşımla giallo furyasının fitilini ateşlemekle kalmadı, türün uluslararası alanda da tanınmasını sağladı. L’Ucello Dalle Piume Di Cristallo, Profondo Rosso, Opera, Tenebre, Trauma ve daha pek çok filmle korku sinemasına çok önemli katkılarda bulunan İtalyan yönetmenin filmografisinde ayrı bir yerde duran doğaüstü üçlemesiyse Argento’nun ününü tüm dünyaya yaymayı başarmıştır. Giallo ruhundan uzaklaşmadan çektiği Üç Ana üçlemesinin ilk olan Suspiria, Inferno ve La Terza Madre’yle yönetmenin ilk doğaüstü çalışmalarıdır ve stilize Argento sinemasının en çarpıcı örneklerinin de başında geliyor. İngiliz deneme yazarı Thomas de Quincey’nin Suspiria de Profundis isimli kitabının bir bölümünde yer alan üç kız kardeş betimlemesinden esinlenen ve üç cadı efsanesi yaratan Argento, filmlerini bu cadı hikâyelerinin üzerine kuruyor. Bale eğitimi almak üzere, bir dans akademisine gitmeye karar veren Suzy Bannion’ın başına gelenleri konu alan Suspiria, Argento’nun o dönem birlikte olduğu ve filmin senaryosunu beraber yazdığı Daria Nicolodi’nin büyükannesinin bizzat yaşadığı ürkütücü olaylardan yola çıkıyor. Kimisi uydurma, kimisi gerçek bu hikâyelere, Thomas de Quincey’nin Mater Suspirorum’unu eklemleyen Argento, filmini doğaüstü bir öykünün üzerine inşa etmesine rağmen kariyerini devam ettirdiği giallo ruhundan da uzaklaşmıyor. Türün gereksinime uygun yapıtaşlarını özenle ve dikkatle yerleştirerek, sanatın her formunda çağdaşlarının ötesinde bir sinemasal anlatımı benimsiyor. Cinayet hikâyelerini korku öğeleriyle sunan gialloların, stilize edilmiş şiddet sahnelerini, siyah eldivenler, bıçaklar ve diğer kesici aletler gibi fetiş objelerini, güzel kadınlarını, ihtişamlı müzik ve dekorlarını harmanlayan yönetmen, kendine has ışık oyunlarıyla bir işçilik ortaya koyuyor. Müthiş bir renk skalasıyla bezenmiş, sanatsal fonlarda ve görkemli müzikler eşliğinde, sürreal bir tabloya dönüşen şiddet sahneleriyle Argento, korku sinemasına adeta meydan okur. Filmin açılış sekansı olan Suzy’nin havaalanından çıkışından itibaren, kırmızı renklerin ağır bastığı ışıklandırmalarla gerçeküstü bir dünya yaratan Argento, attığı her adımla bu dünyaya hizmet eden planlarla karşımıza çıkıyor. Terminal kapısının ürkütücü açılış kapanışı, Suzy’nin yüzüne vuran ışık Goblin’in Cembalo ile Re minor tonunda kulaklarımıza çalınan notaları, vahşi bir açılış sekansına bizleri hazırlamakla meşgul Argento’nun sunumunun sadece aperatiflerini oluşturuyor. Devamında gelen çifte cinayet sekansı, öyle bir ara sıcak sunuyor ki, o dakikadan itibaren ana yemeği merak etmeye başlıyorsunuz. Geometrik desenlerin fon oluşturduğu bir yapıda işlenen estetik cinayetlerin yardımıyla, filmin soyut ve dahi absürt anlayışına iyiden iyiye kapılıyorsunuz. Suzy’nin yerleşmesiyle tanıştığımız okula hâkim olan renkler ve çizgiler yönetmenin art nouveau ve art deco hevesini ortaya çıkaran çarpıcı görüntüler oluşturuyor. Mekânın dış cephesinde, koridorlarında hatta Olga’nın ojesinde bile karşımıza çıkan kırmızı ve tonları Suspiria’nın ana rengi olurken, Suzy’nin okul çalışanı kadının elinde gördüğü taştan etkilendiği plan görselliğiyle en akılda kalıcı sahnelerine dönüşüyor. Popüler oyuncularla çalışmayı sevmemesine rağmen başrolüne Jessica Harper’ı seçen Argento’nun ne kadar doğru bir karar verdiği malumunuz, ancak yan rollerdeki karakteristik yüzler de filmin en büyük tamamlayıcıları arasında. Suzy’nin filmin başında sohbet ettiği Olga’dan, kadın çalışanın yanındaki sarışın çocuktan, tuhaf dişli erkek görevliye kadar performans konusunda sıkıntı yaratmayan oyuncularla çalışan yönetmenin, filmini nasıl ilmek ilmek dokuduğunu görmemek neredeyse imkânsız.