Bayram harçlıklarının işlemeli mendillere sarılıp verildiği, renkli bonibonların ikram edildiği, sabahın erken saatlerinde başlayan tatlı telaşlı koşuşturmaların yaşandığı o eski bayramları hatırlıyor musunuz? “Nerede o eski bayramlar” diyerek iç çekiyor ve o günleri özlemle anıyorsanız tiyatro sahnelerinin duayen ismi Zihni Göktay’la yaptığımız röportaj tam size göre.
BAYRAM YERLERİNE GİDERDİK
Ne güzeldi eski bayramlar.
Bayram yerlerine gider, kayık salıncağa, atlıkarıncaya binerdik. Eski bayramların grapon kâğıdıyla süslü paytonlarını, İstanbul’un tramvaylarını özlüyorum. Şehir hatları vapurlarının en eski olanlarını özlüyorum. Şimdi ki deniz otobüsleri de güzel ama ben biraz gelenekselim. Ananevi şeylerden nasibini almış bir duayen sanatçı olarak onlara başka bir gözle bakıyorum. O günleri özlemem çok doğal. Mendil verilir içine 10 kuruş, 20 kuruş koyarlardı. Kâğıt iki buçuk liralar vardı. Eğer kâğıt parayı almışsak takla atardık. Bayram yerlerine gider, paramızı orada harcardık. Paramızı öyle yarışlara, şans oyunlarına harcamazdık. Hayatım boyunca mütevazı bir yaşam stilini tercih ettim. Marjinal bir sanatçı olmadım.
FACEBOOK’TAN KUTLUYORUZ
Şimdiki bayramlar çocukluğumdaki bayramlar gibi değil, çok yozlaştı. İstanbul’daki ulaşım zorluğu, teknolojinin gelişmesiyle telefondam mesaj yazmalar, facebook’tan bayram kutlamaları moda oldu. Artık el ele, göz göze, birbirine sarılarak kutladığın bayramlaşmalar bitti. Eski bayramların geri gelmesi olanaksız. Bayramlaşmayı, ziyarete gitmeyi yeni nesil zul olarak kabul ediyor. Tencere yemeği yerine fast-food yedikleri gibi bayramlaşma da, el öpme de kalktı. Bundan elli sene sonrasını tahmin dahi edemiyorum. Eski bayram yerleri kalmadı, lunaparklar bile yozlaştı. Başka eğlenceler var, şimdiki gençlik tabletlerle oynuyor. O bayramları geriye dönüp özlemle anmak da ne derece doğru bilmiyorum eskiye rağbet olsaydı bitpazarına nur yağardı. Çok çalışan, çok yorulan bir toplumun bayramlarda
ailesiyle bir yerlere gidip tatil yapmasını da hoş görüyorum, kınamıyorum. Zaten büyükşehirlerde bunalıyorlar. Artık devir de değişti. BAYRAM ŞEKERİNİ SEVMEYEN VAR MIDIR?
Çocuk olup bayram şekerini sevmeyen var mıdır? Bizim için de şeker ve bahşiş almak önemliydi. Bahşişler demir paraydı. El öpmekle bahşiş almak birbiriyle iç içe örtüşürdü çünkü. Elbette bahşiş almak için el öpmüyorduk, gelenekseli devam ettirmek için yapıyorduk. Kuş yuvada gördüğünü yapar. Böyle gördük, böyle büyüdük, el öptük, karşılığında da bahşişimizi aldık. Onu da reddetmedik, o da işin mükâfatıydı. Tatlı ikram edilirdi. Çikolata ikramı pek yoktu çünkü pahalıydı. Yüz gram kahve için kuyruk beklenirdi. Bu yokluklarla büyüdük ama küçük mutluluklar yaşardık. Üç gün içinde herkes birbirine gider muhakkak iadeyi ziyaret olurdu. YOKLUK ÇEKTİK
Bayram gününe özel yemekler yapılırdı. Evimizde her zaman tencere yemeği pişerdi. Fatih’te çok güzel bir börekçimiz vardı. Bayram namazından dönerken meşhur kol böreklerinden alırdık. Diğer kahvaltılıklarımız da olurdu ama böreğin tadı da bir ayrıydı. Buzdolabı olmadığı için günlük yemek yapılırdı o zamanlar. Bayram için de özel olarak etli yemek yapılırdı. Büryan kebabı, inci kebabı, domatesli pilav, mutlaka mevsimine göre bir zeytinyağlı olurdu. Ya kompostomuz ya hoşafımız olurdu. Kompostoyla hoşafın arasındaki farkı şimdi kimse bilmiyor ama komposto taze meyveden hoşaf kuru meyveden yapılır. Çarşıdan buz alır, yıkayıp küpümüze koyardık. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra doğup
büyüdüğüm için yokluk çektik ama bunların güzelliklerini de yaşadık. Hiç olmazsa kafamız sakindi. DOĞMA BÜYÜME FATİHLİYİM
Doğma büyüme Fatihliyim.
Bayram namazı için evimize yakın olduğu için Fatih Camii’ne giderdik. Altı yaşındaydım, bir bayram babamla camiye gittik. Caminin içinde yer bulabilmek için bir saat önceden giderdik. Herkes birbirini tanırdı. Bayramlaşılırdı. Bir ara babamın elini bıraktım. Mahşer gibi kalabalığın içinde kayboldum. Giriş yerinde bıraktığım ayakkabıyı da bulamadım. Ağlamaya başladım. Rahmetli babam sahip çıkmış. Sonra bir amcaya evi tarif ettim. Beni eve teslim etmişti. Ağlaya ağlaya girmiştim içeri. Bu bana ders oldu, bir daha bayram namazlarında babamın elini bırakmadım. FRAPAN BİR HAYATIMIZ YOKTU
Çok modern bir hayat yaşamadık babam orta halli bir terziydi çünkü. Zengin değildik, frapan bir hayatımız yoktu. Bayramlık takım elbisemi yahut kısa pantolonumu babam, gömleğimi de annem dikerdi Singer kız marka dikiş makinesiyle. Ayakkabımı Kapalıçarşı’dan veya Sultanhamam’dan alırdık. O zaman konfeksiyon yoktu. Şimdiki gibi çeşit çeşit ayakkabı bulamazdınız, ayak ölçünüzü verip ısmarlama yaptırırdınız. Konfeksiyon iç çamaşırı da satılmazdı. Beş şişle örülmüş çoraplarımız vardı. Yün fanilalarımız vardı. Temiz giyilirdi. Çamaşır makinemiz olmadığı için kirletmemeye çalışırdık. Çünkü çamaşır deterjanı da yoktu. Beyazlatmak için çamaşır sodasıyla Öküzbaş marka çivit kullanılırdı. SAĞLIK VE ESENLİK DOLU GÜNLER
Türk Milletinin ve İslam âleminin, dünyanın neresinde olursa olsun bayramını kutlar, sağlık ve esenlik dolu daha nice bayramlara kavuşmasını en içten duygularla dilerim. Bu arada bilhassa şehitlerimize Allahtan rahmet, kederli yakınlarına sabırlar diliyorum. Tüm ulusumuzun başı sağ olsun. Allah bu güzel yurdumuzu kem gözlerden korusun. Kavgasız, doğal afetsiz, huzur ve güven içinde yaşayalım. Rahmetli Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in bir sözünü hatırlayalım
"Barışmasını bilmeyen, kavga etmesin" demişti. Ulu önder Atatürk'ün sözünü hiç unutmayalım; “Yurtta barış, dünyada barış”. Yalnız bayramlarda değil, her gün barışık olalım, önce kendimizle sonra herkesle.
KONFEKSİYON EVLİLİKLER
Malum şimdi evlilikler fast-food. Tencere yemeği ya da ısmarlama elbise gibi değil konfeksiyon evlilikler. Bol mu geldi, lekelendi mi, temizlemek yerine kaldır at çöpe. Kadın da erkek de aynı düşünüyor. Çocuk ortada kalmış, aile parçalanıyormuş şimdiki gençlerin kulağının kenarında küpe olarak bile kalmıyor. Hemen ayrılıyorlar. ‘Sen yoluna ben yoluma, tak sepeti koluna’ diye tabirleri var onların. Kimse kimseyi çekmiyor. Halbuki evlilik bir fedakârlık müessesidir. İleride aşk maşk biter. Bir alışkanlığa dönüşür. Herkesin birbirine muhtaç olduğu dönem vardır hani sırtını viksle ovacağı, sırtını kaşıyacağı, birbirinin parmağına yara bandı saracağı ya da yattığı yerden ona bir bardak su getiren birine ihtiyacı vardır. Yalnızlık insana mahsustur. Evlilik iyidir. Çok büyük bir hadise, ihanet ya da büyük bir kültürel fark varsa böyle bir evliliğin devam etmesinde fayda görmüyorum. Kangren olmuşsa kesip atmak lazım. DİPLOMA CEHALETİ ALIR AMA...
Üretken kadın olmak başka, tüketen kadın olmak başka. Kadının işi aslında çok zor. Hele Türkiye’de kadın olmak daha da zor. Yıpranıyor. Türkiye’de evli kadın olmak da zor, evli ve çocuklu kadın olmak da. Bir de dul kadınsanız epey zor. Diploma cehaleti alır ama beni maruz görün eşeklik baki kalır. Bazı erkekler vardır ki kadından devamlı hesap sorar. Her şey ayağına gelsin ister. Kadına güveni yoktur. Mülkiyetçi bir tavır sergiler, imzayı attım “artık o benim” der. Aynı evde yaşıyorlar, dört sene geziyorlar sonra da evlenip bir yıl sonra boşanıyorlar. “Neredesin hayatım, nerede kaldın?” Herkes birbirinden hesap soruyor. Sonra da “Vay hesap mı soruyorsun!” oluyor, alıp vazoyu indiriyor kafasına. Böyle evlilikler de var.