'Başınıza gelen her şey hayatın ta kendisidir'

AYSUN YILDIZ GÜNGÖR

aysun.yildiz@aksam.com.tr

Hayatından fay hattı geçti, her şeye sıfırdan başladı

Yakın tarihimizin en acı olaylarından biri olan 17 Ağustos depreminde 3 gün enkaz altında kaldı. İki bacağını birden kaybetti. Küsüp köşesine çekilmek yerine hayata dört elle sarıldı ve tutkuyla bağlı olduğu dalış sporunda harikalar yarattı. Onu önce Türkiye’nin ilk engelli dalış eğitmeni olarak tanıdık. Ardından kırdığı serbest dalış rekoruyla ismini dünyaya duyurdu. 

Şimdilerde şirketlerde kişisel gelişim, farkındalık ve motivasyon eğitimleri veriyor, ikinci rekor denemesi için hazırlanıyor ve “engellenenlere” koçluk yapıyor.  Yanlış duymadınız, evet “engellenenler”… “Başınıza gelen her şey hayatın ta kendisidir” mottosuyla engelleri aşan dünya dalış rekortmenimiz Ufuk Koçak’ın en büyük çabası, “engelli” kelimesini literatürden çıkarmak. 

Çünkü ona göre “engelli”ler değil, toplu taşıma araçları ve çarpık mimari yapılar nedeniyle “engellenen”ler var. Koçak, "Adam çok iyi duyuyor ancak görmüyor, onu kör diye ayıramayız. Gece karanlıkta biz ne kadar görüyoruz?" diyor.Gelin hayatından geçen fay hattıyla her şeye sıfırdan başlayan ve umudumuzu tazeleyen bu güçlü adamı daha yakından tanıyalım…

TEVEKKÜL ETMEKTEN BAŞKA ÇAREM YOKTU

Hikâyesi 17 Ağustos depremine kadar herkesin hikâyesiyle aynıydı; doğdu büyüdü, okulunu bitirdi ve her Türk genci gibi vatani görevini yapmak için askere gitti, geldi. Askerden döndüğünde henüz 22 yaşındaydı ve gençliğinin en 

hızlı dönemiydi. Yaşayacağı güzel günler, hayalleri vardı. Yakın tarihimizin en derin acılarından biri olan 17 Ağustos 1999 depremi onun bütün hayatını değiştirdi. Üç gün enkaz altında kaldı. Soğukkanlılığıyla hayatta kalmayı başardı ama iki bacağını birden kaybetti.  “Enkaz altında bekleyişim üç gün sürdü. Bağırmadım, isyan etmedim, panik yapmadım. O an tevekkül etmekten başka çarem yoktu. Üç günün sonunda kurtarıldım. Ayak bileklerim sıkıştığı için kangren yukarı doğru çıkmıştı. Doktorların kesmekten başka çaresi yoktu. Aslında alternatif ameliyatlarla, uzun 
süreli tedavi metotlarıyla kurtulmak mümkünmüş. Ancak o zaman ki can pazarında böyle bir durumu sorgulamak mümkün değildi” diye anlatıyor Koçak o zor günleri. 

PSİKOLOJİK DESTEK ALMAMIŞ 

Hastanede ilk şoku atlatıp kendine geldikten sonra; “Bu saatten sonra ne yapacağım” diye düşünmüş ancak bu duruma da çabuk alışmış. Çok ilginç ki travma yaşamamış, psikolojik tedavi de görmemiş. Öyle ki olanları Amerika’da duyan psikiyatrlar bu duruma şaşırıp araştırmak için Türkiye’ye gelmiş… Elbette başına gelenleri ve yaşadığı şeyleri birden bire kabullenmek kolay olmamış. Koçak’a göre nefes alıp veriyorsan, hâlâ yaşıyorsan, bunun üzerine bir şeyler koymak zorundasın. O da öyle yapmış. Kesilen ayakların bir daha geri gelmeyeceği gerçeğiyle yüzleşmiş ve ayakları olmadan neler yapabileceğini düşünmüş. Hiç isyan etmediniz mi? diye sorduğumda anlattıkları beni de hayrete düşürüyor; “İsyan etmenin bana bir getirisi olmayacaktı. Ayaklarım tekrar geri gelmeyecekti. Deprem anını sorgulayıp ‘diğer odaya kaçsaydım veya kendimi dışarı atsaydım’ diye düşünmenin bana zararı olurdu. Sorgulamaya başladın mı devamı gelir. 17 yıldır bunu sorgulayan arkadaşlarım var. Bu bir ömre bedel oluyor. İkinci bir yaşama hakkımız yok. Kaybettiğimiz günleri geri getiremeyiz. Bu yüzden her anı dolu dolu yaşamalıyız…” 

Koçak’ın bu güçlü duruşu karşısında, hayatta ne kadar çok önemsiz şeylere üzülüp takılı kaldığımızı aklımdan geçiriyor ve iyisiyle kötüsüyle her şeye şükür ediyorum. Ama Koçak’ın şükür anlayışı da çok farklı; “22 yaşımda ayaklarım kesilmiş yara bere içinde hastanede yatarken o zaman kendi kendime, ‘Yaşayacaksın, ötesi beresi yok’ dedim. Platinlerimle yeniden ayağa kalktım, çocuk gibi ilk adımımı attım. Kaya tırmanışı ve yelken yaptım. Dalış yapıp dünya 

rekoru kırdım. Bütün bunlara, demir çubuklarla ayakta kalmayı öğrenerek başladım… İşte benim için şükür budur. Diğer türlü şükür edip kenara çekilmek bana basit geliyor…” 

MEMLEKETİMİN İNSANI İYİ NİYETLİ

Hastane anılarını da şaşkınlıkla dinliyorum. O dönemde, yardım amaçlı gönderilen kolilerden çıkan çoraplar bile bozmamış onun moralini. Ayakları olmayan biri için travma sebebi olabilecek bu olayı bile Ufuk Bey, ‘Memleketimin insanları iyi niyetli’ diye anlatıyor. Protezleri ilk takıldığında “Doktorların ne hissediyorsun?” sorusuna, “Ayakta durabiliyorum” diye cevap vermiş. Herkes bir duygu seli yaşamayı beklerken o son derece soğukkanlıymış. Ona göre duygusallıkla harcanan enerji, hayatı güzelleştirmek için kullanılmalı. Hastanede yatarken aksakallı bir dede Ufuk Bey’in yanına gelip “Allah taşıyabileceğini bildiği koyuna boynuz verir. Her koyunda boynuz olmaz. Sana boynuz verdiyse kıymetini bil” demiş. Bütün yaşadıklarının tesadüf değil tevafuk olduğuna inanıyor. “Başımıza gelen her şey hayatın ta kendisidir” diyor ve ekliyor “Bunun ötesine, berisine gidemezsiniz. İnsanın yaşamaktan başka lüksü yok. Engel konusuna gelince ayıramazsınız. “Engelli” diye tabir edilen şey aslında ulaşımdır, çarpık kentleşme, mimari yapılardır. Bence bu çok ortak bir sorun. Adam çok iyi duyuyor ancak görmüyor, onu kör diye ayıramayız. Gece karanlıkta biz ne kadar görüyoruz? Pozitif ayırımcılığa da karşıyım. Kiminin burnu uzun, ona da ‘burun engelli’ mi diyelim? Kimisi uzun 

boylu kimisi kısa, kiminin ekonomik durumu var kiminin yok… Parası olmayana ‘para engelli’ mi diyeceğiz?”

SPOR YAŞAM TARZIM

Sporun kendisi için hayata tutunma aracı değil, bir yaşam tarzı olduğunun da altını ısrarla çiziyor Ufuk Koçak. Denize yelkenle çıktığında “Rüzgâr içmeye”, kayaya tırmanacağı zaman “Yıllardır görmediğim bir dostumu görmeye”, dalışa giderken de “Anne karnında huzuru görmeye gidiyorum” diyor. “Spor yapıyorum” demek Ufuk Bey için yavan kalıyor sizin anlayacağınız. “Yürüyüşü spor salonunda, koşu bandında yapıyorsak evet, o spordur. Ama bu yürüyüşü doğada ağaçların arasında yapıyorsak işte o yaşam tarzıdır. İnsanlara dayatılmış şeyler var. Spor salonlarına git koş, havuzda yüz. Gel bakalım küreği denizde çek, tuzlu su yüzüne vursun, rüzgâr içmek nasılmış bir bak bakalım… Üç tarafımız denizlerle çevrili bir ülkede yaşıyorsak hakkını vermeliyiz. Çok sevdiğim bir söz var; güneşin doğuşunu bilmeyenler, batışını romantik zannederler…” Enkaz altında nefes almak için üç gün bekleyen Koçak, “İnsanlar nefes alayım diye o betonları tırnaklarıyla kazıdılar. Ben bunu birilerine anlatmak için 14-15 yıl sonra suyun altına gidip dünya rekorunu kırdım” diyor. “İlk dalışınıza nasıl hazırlandınız?” diye sorduğumda; “Bir buçuk ay kadar Türkiye’deki serbest dalış eğitmenlerinden eğitim aldım. Normalde rekora hazırlanan kişiler telefonlarını kapatır, dünyayla alakalarını keserler. Ben o dünyayla alakası kesilmiş rekorları istemiyorum. Çünkü onlar bireysel hırs gerektirir” diyor. Ufuk Bey, bu süreçte bütün esnafla ve sokaktaki kendi deyimiyle temizlik emekçileriyle konuşmuş. Hepsinin duasını almış. “Engellenen bir arkadaşım 22 metre derinlik yaptığı için ben de bu derinliği uygun gördüm ve aynı derinlikte olsun istedim. 22 metre dalarak deneme yaptım. Bu dalış 44 saniye sürdü. Çıktığımda dünya rekorunu Türkiye’ye getirdik. Tabii bu başarı benim değil, 8,5 milyon engellenen kardeşimin başarısı” diye konuşuyor. Koçak şimdi 16 Ağustos rekoru için çalışıyor. 17 Ağustos depreminde kaybettiklerimizi anmak adına dünya rekorunu biraz daha derine taşıyacak ve engellilik konusunda da farkındalık yaratacak… 

DEPREM 1 KİŞİYİ ÖLDÜRDÜ

Ufuk Koçak’a göre 17 Ağustos depremi sadece bir kişiyi öldürdü. O da bahçede otururken toprağın açılmasıyla göçüğe düşen bekçi. “Geri kalanların hepsi bizim kendi değer yargılarımızı yitirmiş olmamızdan kaynaklı ölümler. Biz çimentodan, tuğladan çaldık. Biz kendi yaptığımız binaların altında kaldık. Deprem felaket değil, bir doğa olayıdır. Onu 
felakete çeviren biziz” diyor.