Aşk her yaşta güzeldir

SİBEL ATEŞ YENGİN

sibel.ates@aksam.com.tr

“Melek eskiden dostluklar da bir başkaydı değil mi?” “Evet Suna Ablacığım, bir kahvenin hatırı vardı.” “Peki, Melekciğim sence aşkın yaşı var mıdır?” “Aşkın yaşı yoktur ama eğer 75 yaşındaki bir adam 20 yaşındaki bir kıza âşık olursa bu kabul edilemez Suna Ablacığım. olmaz Ayıptır!”… 'Ahududu'  adlı oyunda aynı sahneyi paylaşan Suna Keskin ve Melek Baykal’ın bu tatlı sohbetinin devamını merak ediyorsanız buyurun sayfamıza…  

Suna Keskin: Melek.

Melek Baykal: Canımın içi. 

Suna: Nasıl geçiyor günler? 

Melek: Valla şu ara bir kramp içinde geçiyor. Doğum sancısı gibi. Çünkü birkaç gün sonra oyunumuz başlıyor. Ne kadar hazırız valla hiçbirimiz hâlâ bundan emin değiliz.

Suna: Hiçbir oyunda hiçbir zaman emin olunamıyor zaten. Ne zaman ki oyun günü gelip çatıyor o gün 

bir mucize oluyor. Peki, Melekciğim yedi yıllık aradan sonra tekrar sahneye döndün. Heyecanlı mısın?

Melek: Acemi gibi hissediyorum. 

Suna: İnsan her oyuna başlarken kendini acemi gibi hissediyor aslında Melek. Benim için de aynı. Hani geçen sene oynadım da bu sene daha tecrübeliyim gibi bir durum yok. 

Melek: Zaten o amatör ruhumuzu kaybettiğimiz anda her şey bitiyor. Bir oyuncu yıllarını da verse, çok iyi aktris ya da aktör de olsa “Profesyonelim, tamam artık bu işi biliyorum” diyorsa hiçbir şey bilmiyor demektir. Bu iş dipsiz bir kuyuya benziyor.

Suna: Bu meslekte “Ben tamamım, oldu” demek yok.

Melek: Her seferinde yeni bir şey öğreniyoruz.

Suna: Ama şöyle bir şey de var; oyunculuk yüzmek gibi bisiklete binmek gibi tabii ki unutulmuyor.

Melek: 40 senem geçmiş bu işte.

Suna: Benim de 55 yıl oldu. 

Melek: Suna ablacım bunca seneni vermişsin tiyatroya. 55 sene az değil, bir ömür. Geriye baktığın zaman “Ah keşke şunu da ben oynasaymışım ya da şu mesleği seçseymişim” dediğin, aklının kaldığı bir şey var mı?

Suna: Hiç öyle bir şey olmadı Melek. Çünkü ben bu mesleği çok sevdim. Oyuncu olmak istediğimi ta çocuk yaşımda hissetmiştim. Erzurum’daydık. Cumhuriyet Bayramı’ydı. Bir çocuk oyunu seyretmiştim; Pinokyo. Kırmızı bir kadife perde açıldı. İşte o anda o ateş içime düştü. O gün bugündür bu sevdayı taşıyorum. Hiçbir zaman da pişmanlık duymadım. Oynamak istediğim oyunlar olmadı mı, olmuştur ama çok güzel oyunlar da oynadım. Pek de öyle “İçimde şu kaldı, bu kaldı” diyemem ama “Ah şunu da ben oynasaydım” dediğim olmuştur Melek. Sinema için hiç hissetmedim mesela. Peki, senin böyle düşündüğün oldu mu?

Melek: Benim de hiç olmadı. Bir oyuncunun mutlaka yelpazesinin çok geniş olması gerekir. Sinema filmi de tiyatro da dizi de olmalı ama bütün bunların içinde tiyatronun başka bir yeri var. Demem o ki tiyatro sanatların ağa babasıdır.

BURADAN SESLENİYORUM!

Suna: Bence de. Tiyatro sahnesi oyuncunun er meydanıdır.

Melek: Sinemada veya dizide oynayamazsanız sorun olmaz. Çünkü “Şöyle bak, şöyle dur” diyerek oynatırlar zaten. Ancak tiyatro sahnesinde sizi oynatacak kimse yok, kendi gayretinizle oynamak zorundasınız. Sahnede sadece seyircinin soluğu var ensenizde, yüzünüzde. Suna Ablacığım biraz önce sorduğum soruya verdiğin cevapta bir ayrıntı yakaladım. “Erzurum’da çocuktum, tiyatroda kırmızı bir kadife perde açıldı” dedin ya. Perde tiyatroda o kadar önemli ki. Bütün tiyatro sahiplerine, tiyatroculara, tiyatroseverlere buradan anons etmek istiyorum: Tiyatro sahnesinin en önemli simgelerinden biri tiyatro perdesidir. Ve o perde mutlaka kırmızı ve tonları olmalıdır. O perde koyu kahverengi, sütlü kahverengi ya da çivit mavi olmaz. Koltuklar da öyle. Son senelerde dekor kuruluyor, perdeler açık ve seyirci koltuklara oturup oyunun başlamasını beklerken bütün illüzyon gidiyor. Çünkü dekoru görüyor ve işin esprisi kaçıyor. Halbuki seyirci, ‘Acaba o perdenin arkasında ne var, ne göreceğim’i merak 

etmeli. Ve oyun vakti gelince de o perdenin ‘şır’ diye açılması gerekir. 

Suna: O kırmızı perdenin sihri var. İşin büyüsü oradan başlıyor. Buna gerçekten çok üzülüyorum. Nedense çabuk tüketiyoruz güzel şeyleri.

Suna: Çok doğru. Hiçbir değer, hiçbir mefhum eskisi gibi değil.

DOSTLUKLAR DA BAŞKAYDI 

Melek: Eskiden tiyatroya gelmenin de bir adabı vardı değil mi Suna Abla? Niye bunları yitirdik, niye kaybettik bu güzel şeyleri? O kadar razıyız ki eskiye dönmeye.

Suna: Herkes eskiye dönmek istiyor. 

Melek: Gene bazı şeylerin sıkıntısını yaşasaydık, kuyruklara girseydik, cızırdayan bir televizyondan tek kanal 

izleseydik de huzurlu olsaydık. Bunları çok özlüyorum. Şimdi her şey var ama mutlu değiliz. 

Suna: Hakikaten çok zor günlerimiz oldu. Belki de bu zor günler bizi buralara getirdi. Şimdi acı çekiyoruz. O zaman da acı çekiyorduk ama böyle değildi. Hatırlıyorum da gaz kuyruğu, şeker kuyruğu vardı. 

Melek: Suna Abla bilirsin, eskiden dostluklar da bir başkaydı. Birbirimize gitmeler gelmeler... Annemlerin haftada bir iki kez mutlaka yemekli misafirleri olurdu.

Suna: Çay günleri, sabah kahvaltıları, kabul günleri…

Melek: Şimdi bakıyorum da o kadar kopukluk var ki. Çünkü sevgisizlik arttı.

Suna: Aynı apartmanda yaşadığın insanlarla bile tanışıp  görüşemiyorsun. Çünkü hayat koşulları böyle. Hâlâ bu yaşımda koşturuyorum, çalışıyorum. Birinin kapısını çalıp da hal hatır sormayı istemez miyim? Çok istiyorum ama olmuyor. Dışarıya çıktığım zaman mutlaka yoldan geçen herkese tebessüm ederim. “Bu kadın niye böyle gülüyor?” 

diyebilirler ama yapım böyle. 

Melek: Belki de bir günaydın demeyi öğretiyorsun.

Suna: Çocukluğumu hatırlıyorum da komşunun kızı kapıyı çalar, “Annemin selamı var. Kahve kalmamış da acaba yarım fincan kahve alabilir miyim? derdi. Şimdi o tatları özlüyoruz.

Melek: Eski bayramlar mesela. Şimdilerde bayram deyince insanlar nereye kaçsak diye bakıyor. Büyükler ziyaret edilirdi. Mendiller içinde lokumlar, harçlıklar verilirdi. Şimdi çoklu mesajla bayram tebrik ediyorlar. Bundan nefret ediyorum ve asla o insanlara geri dönmüyorum. İşte oyunumuz da bu yalnızlaşmayı anlatıyor. Koskoca binalar yapılıyor şimdi, towerlar, rezidanslar… İyice yalnızlığa mahkûm olduk. Mahalle kültürü kalmadı. Üç sokak ötedeki komşumuzu bilirdik. Şimdi o towerlarda yan komşunuzu tanımıyorsunuz.

Suna: Apartmanlara razı olduk. Peki, sizin sormak istediğiniz bir şey var mı? Bizden bu kadar…

- ‘Aşka 103 Adım’ adlı oyununuzu izlemiştim. Oyunda “Evlilik motosiklet gibi o da gençler için icat edilmiş” diye bir repliğiniz vardı. Sizce aşkın yaşı var mıdır?

DUYMAMIŞ OLAYIM

Suna: ‘Aşkın Yaşı Yoktur’ diye bir oyun oynamıştım. 60 yaşlarında bir kadınla aynı yaştaki bir erkeğin hikâyesiydi. Elbette aşkın yaşı yoktur. Aşk güzel bir duygudur.

Melek: Yeter ki gücün ve enerjin olsun. Aşkın yaşı tabii ki yoktur.

Suna: Her yaşta güzel ama sürüklene sürüklene de yaşanmaz tabii. 

Melek: Bence de. Ben birbirine yakın yaştaki erkek ve kadının aşk yaşamasını doğru buluyorum. Üç-beş yaş… Öbür türlüsü aşka girmiyor, başka bir şey oluyor. 75 yaşındaki bir adam 20-25 yaşındaki piliç bir kızla beraber olup “Âşığım” diyor. Neyin aşkı? Ve o kız da “Ben de sana âşığım” diyor. Yok böyle bir aşk. Benim yaşımda sanat camiasından böyle birkaç arkadaşım var. 25 yaşındaki bir gençle sevgili oluyor. Erkeğin yaşı 28 olursa “O yaşlı” diyor. 

Suna: Yok artık. Aman yarabbi. Duymamış olayım. 

Melek: 25 yaşındaki delikanlıya “Âşığım” diyor. Hangi aşk! Geçiniz bunları. Ayıptır, ayıp! Ben hicap duyarım. Şu an 62 yaşındayım 26 yaşındaki bir delikanlıyla sevgili olmaya utanırım. Evladım yaşında. Olmaz!    

Herkesi himaye etmek istiyorsun

Suna: Melek, senin şöyle bir yapın var herkese kol kanat germek gibi. Gerçi bu annende de var. Ondan sana geçmiş.

Melek: Bende daha fazla var, burcumun özelliği tabii.

Suna: Herkesi himaye etmek istiyorsun. Güzel bir şey tabii ki. Karşındakini çok rahatlatıyor ve mutlu ediyorsun.

Melek: Evet ama beni rahatsız ediyor. Çünkü sorumluluk alıyorum. Omuzlarıma binen bu ağırlıktan gerçekten yoruluyorum. “Bundan sonra tamam artık, ne yaparsa yapsın” diyorum ama elimde değil. 

Yumuşak kalpli bir kadınım

Suna: Melekcim bazen çok neşeli çok keyifli oluyorsun. Bazen de bir şeyler düşünüyorsun sanki aklının gerisinde başka düşünceler varmış gibi… Nedir bu çelişki?

Melek: Aslında son derece yumuşak kalpli bir kadınım. Yüreğim yumuşacık. Çok affediciyim, kinci değilim. Şurada benim canıma okuyun, üç dakika sonra “Ay Melekçim” deyin, unuturum hemen. Çok da iyi bir şey değil bu aslında. Çünkü istismara açık oluyorsunuz. Bazen gerçekten çok eğlenceli oluyorum ama karşımdaki kişiye kızmışsam işte o zaman hemen bir duvar örüyorum. Ve o duvarı kırmak da zor oluyor. Bu çelişki yani hemen affedici olmakla o duvar örme meselesi nasıl oluyor, ben de anlamıyorum. Çözemiyorum, açıklayamıyorum. Ama… Ama işte öyle…

OTUZ YAŞIMA DÖNSEM

Suna: Her insanda olan çelişkiler. Milyarlarca insan, milyarlarca karakter ve o bir kadar da hayat hikâyesi var.

- Peki, siz kendi hayat hikâyenizden memnun musunuz? Yoksa “Bir daha dünyaya gelsem o yoldan değil de bu yoldan gitmek isterdim” diyor musunuz?

Suna: Hiçbir şey için demedim. 

Melek: Ama bir yirmi beş yaş önceye gitmek istemez miydin Suna Abla? 

Suna: Ay, bilemiyorum valla (kahkahalar)… Bunu düşünecek yaşı geçtim.

Melek: Hani çocukluk, genç kızlık yıllarıma değil ama otuz yaşıma dönmek isterdim. 

Suna: Ay ben istemezdim, olduğum yerde iyiyim.eş konusuna girersek durum farklı olur!

- Peki, otuz yaşınıza dönseniz ne yapardınız?

Melek: Gene aynı şeyleri yapardım. Gençliğin enerjisi başkaydı. Şimdi enerjinizin giderek çöktüğünü hissediyorsunuz ve bu da canınızı sıkıyor.

Suna: Fakat ne garip, kime bu soru sorulsa yüzde seksen ‘yine aynı şeyi yaşamak isterim’ cevabını alırsınız. 

- Ben mesela aynı eşle evlenmezdim.

Suna: Aa, öyle mi? Eyvah! Eşin duymasın.

Melek: O ayrı bir konu. Eşler konusuna girersek durum farklı olur (kahkahalar)…