Acıklı Bir Külkedisi Masalı: The Florida Project

BAŞAK BIÇAK

basakbicak@gmail.com

Üslup sorunlarıyla boğuşan The Florida Project, bu yılın hayal kırıklıklarından biri. Hemen hepimizin çocukluğu masallarla geçti. Büyüklerimizden dinlediğimiz masal ve hikâyelerle büyüdük, evrildik… Kimimiz henüz çocukken fark etti masalların birer yalan olduğunu, kimimiz yıllar geçse bile kabullenmekte güçlük çekti. The Florida Project, işte masalların kocaman birer yalan olduğunu henüz 6 yaşında idrak etmek zorunda kalan Moonee’nin hikâyesi… Aynı zamanda, çarpıcı bir esere dönüşebilecekken elindeki tüm fırsatları kaçırıp sıradanlığın pençesine düşmüş bir filmin hazin macerası… Tek bir günde geçen Tangerine filmini, yalnızca Iphone ile çekerek kayda değer bir başarıya imza atan Sean Baker, yine konuşulan bir filme imza atmayı başardı. Altın Küre ve BAFTA dâhil olmak üzere pek çok önemli etkinlikte adaylığıyla yılın önde gelen filmlerinden biri olmayı başaran The Florida Project, ne yazık ki beklentileri karşılayan bir film olamıyor. Florida’nın o meşhur güneşli ve güzel yazını, bildiğimizin çok ötesinde, Hollywood’un gösterdiği resmin arkasında duran haliyle yansıtmaya çalışan ve bunda bir nebze de olsa başarılı olan film, üslup konusunda ise çok ciddi bir bunalım içerisine düşüyor.  Açılış sekansından itibaren süresini doğru kullanamayan film, neredeyse ilk bir saatinin tamamını bir oyun bahçesindeymişçesine çocuk oyunları ve çığlıkları eşliğinde geçirmemize neden oluyor. Çocukları hepimiz çok severiz ancak bir saat boyunca, onların yalnızca oradan oraya koşuşturmalarını –sinemada- izlemek bazen zorlayıcı olabiliyor. Filmin ikinci yarısında anlatma zahmetine girişmediği hikâyesini, filmin tamamına dengeli bir biçimde yaymayı düşünse belki sempatik olabilirdi ancak bu haliyle The Florida Project, çılgınca bağırarak oradan oraya koşuşturan çocuklar arasında bir çocuk parkında olduğunuz hissinden fazlasını vermiyor. Buna rağmen ilk bir saatlik süresinde, en azından beş dakikalığına da olsa “pedofili mesajı” vermeyi akıl eden film, asıl yüzünü ikinci yarıdan itibaren ortaya çıkarmaya başlıyor. Annesiyle bir motelde, haftalık ödedikleri odada yaşamaya çalışan Moonee’nin trajik yaşamını, hikâyenin aksine bir masal diyarında geçiyormuşçasına betimleyen yönetmen, mekân kullanımıyla bunu destekliyor. Kaldıkları motelin bir prensesin şatosunu andıran rengi, Moonee’nin arkadaşlarıyla birlikte gezindikleri terk edilmiş evlerin rengârenk tonları, civarda dolaştıkları mekânların biçimlerinin hepsi, Moonee’nin berbat ve katlanılmaz yaşamının aksine, göz alıcı bir görsel niteliğe sahip ve yönetmenin anlatmaya çalıştığı masal diyarındaki külkedisini daha iyi görebilmemize olanak tanıyor. Hatta balayına çıkan çiftin, Disney yerine bu motele gelmesinin sebebi de burada saklı… Zira Florida, Moonee’nin Disneyland’i ve masallardaki mutluluklardan çok uzak olan bir çocuğun, kendi yarattığı masal dünyası… Aslında bu haliyle ele alındığında, çocuk oyuncu avantajıyla birlikte The Florida Project, bu yılın Moonlight’ı (2016) olabilirdi. Ancak üslup sorunu filmin bütününe öylesine nüfuz etmiş ki, filmin içerisine girmeye çalışmaktan öyküsüne odaklanamıyorsunuz. Zaten yarım saatte anlatabileceği senaryoyu neredeyse iki saate yayarak büyük bir hataya düşüyor; üstüne de mesaj verme kaygısıyla hareket ederek nihayetinde hiçbir şey anlatamama trajedisine bile isteye kucak açıyor. Hâlbuki çocuk oyuncusu Brooklynn Prince ve çılgın, asi, genç anne rolündeki Bria Vinaite karakterlerini öylesine hakkını vererek canlandırıyorlar ki, onlara rağmen başarısız olmak gerçekten zor olsa gerek ve evet, Sean Baker bunu yapıyor.

Sean Baker’ın başarısı

İkinci yarıdan itibaren yükselişe geçen ve seyircisini almaya başlayan bu denli dramatik ve trajik bir öyküyü, harika başlayan ancak olabilecek en kötü haliyle biten bir final sekansıyla sonlandırmak da, yine Sean Baker’ın başarısı… Bir an için “final harika olacak!” diye heyecanlanmıştım ama ne yazık ki hayal kırıklığım, filmin sonunda da artarak devam etti ve karşılaştığımız mantık hataları ile hikâyeye hizmet etmek bir yana dursun, neden seyrettiğimizi bile anlamadığımız yığınla sahne daha fazla gözüme batmaya başladı. Filmden çıktıktan sonra da, böylesi büyük bir fırsatı elinden kaçıran Sean Baker’a olan kızgınlığım sona ermedi zira Willem Dafoe gibi bir oyuncunun bu kadar sönük bir performans sergilemesi de başka bir tartışma konusu… Dafoe, -tuhaf bir biçimde- Oscar’a dahi aday oldu ancak bana kalırsa Spider-Man (Örümcek Adam) serisindeki Norman Osborn rolünde bile buradakinden daha iyi iş çıkarıyordu… Özetle The Florida Project, geçtiğimiz yıl En İyi film Oscar’ını alan Moonlight kadar güçlü ve sarsıcı bir hikâyeye ve oyuncu performanslarına sahip olmasına rağmen, elindeki tüm fırsatları “minimal sinema” uğrana feda etmiş ve kaçırmış bir film. Bir film, sadece doğru oyuncular, doğru mekânlar, doğru görüntüler ve müzikler ile doğru hikâyeden vb. oluşmaz. Bunların hepsinin aynı anda bir araya gelmesi ve doğru bir üslupla peliküle aktarılması gerekir. The Florida Project bu sebeple, kâğıt üzerinde güzel fakat pratikte çuvallamış bir “proje”.