FUNDA ÖZSOY E.
-l-
ecip Fazıl ve onun nesli, hepimizin kabul edeceği üzere entelektüel açıdan çok donanımlı bir nesildir. Çevreleri, devam ettikleri meclisler, musıkiden görsel sanatlara, tiyatrodan edebiyata, Batı felsefesinden tasavvufa, bütün bu alanlarda oryantalizmin tuzağına düşmeyen bir bakış açısına ve derinliğe sahiptiler. Hatta Niyazi-i Mısri, Yunus Emre gibi kendi şiirini inşa edebilmiş tasavvuf şairlerinin eserlerini çok ustaca şerh edebilecek ölçüde dile hakimdiler.
Elbette dillerinin zenginliği, onların çok daha geniş düşünmelerini sağlıyordu. Zira dil, düşünceyi çoğaltır. Gerek sanat ve gerekse kültür bakımından engin ufuklu bu nesli, belli ideolojilerin içerisine hapsetmek, hem o insanlara hem gelecek nesillere hem de bugün hala onların eserleriyle beslenen bizlere haksızlık olacaktır.
Onlara bugünün moda anlayışıyla kıyafet biçmeye çalışmak, o nesli bugünün düşünceleriyle yargılamak doğru mudur acaba? Üstelik bazı zaaflar, o insanın güzelliğidir aynı zamanda. Bugünün penceresinden bakarak o zaafları eleştirenler, katı olguların içine sıkışır ki, böylece kendi dünyalarını da kısırlaştırmış olurlar. Bu, o nesli anlamamızı da zorlaştırır.
İşte Necip Fazıl, altını itinayla çizmeye çalıştığımız bu neslin çok yönlü, çok boyutlu, "çile"si çok farklı ve sesi en gür çıkan münevverlerinden biridir. Birtakım önyargılarla onun zihinsel zenginliğini perdelemeye çalışmak, haksızlık olacaktır. Edebiyatımızı, kültür dünyamızı geleceğe daha sağlıklı ulaştırabilmek adına Necip Fazıl'a da farklı gözlerden bakmayı bilmeli.
-ll-
"Ben"i ile yüzleşmeye çalışan her insan gibi Necip Fazıl'ın da kendinden kendine yol aldığı bir yürüyüşü vardır. Bu yürüyüşünde asıl "ben"i ile ömrünün ortalarında karşılaşabilmiş ve bu "ben"i ile ancak ömrünün sonlarına doğru gerçek anlamda hesaplaşabilmiştir. Yeteneklidir ve bunun farkındadır, evet; söz ustası, estetik algısı çok güçlü biri. Zaafları vardır, evet; Paris'te yaşadığı dönemde tutkulu bir kumarbaza dönüşmüştür ki, bu yüzden Paris'in gündüzlerini dahi yaşayamamış, bu şairler şehrinin gecelerinde kaybolmuş, sıra dışı biri. Her ne kadar Batı'nın akıl karışıklığı yaratan, her türlü bilgiye kuşkuyla yaklaşan septitizmi karşısında teslimiyetçiliğine vurgu yaptığı Doğu'dan yana tavır almış olsa da, grand tuvaletten vazgeçmeyen, ceketinin cebinde ipek mendili, evinde röpdeşambırıyla dolaşan, Batılı dış görünüşü ile Müslümanlığının altını çizen hali bir paradoks oluştursa da, resmin içine sığmayacak kadar güçlü bir iradedir onunki.
Şu da var ki; o, hiç kimsenin ağzına sakız olmasına müsaade etmediği zaaflarını "Babıali" eserinde bizzat itiraf edebilecek kadar yürekli ve bu kitabında "Allahım, beni kendi kendimden kurtar!" diye haykırabilecek kadar kendinin farkında olan biridir aynı zamanda.
Zaafları olan ama ülküsü de olan, idealleri de olan ve bir İslam düşüncesi olan "çile"li biri...
Onun çilesi belki de ten ile ruh arasındaki ilişkiyi derinlerinde, çok derinlerinde, ta içinde, canının cananında hissedebilmiş olmasından geliyordur.
Aslında herkesin bir Necip Fazıl'ı vardır ki, bazı yaşlar bazı Necip Fazılları bekliyordur belki de, kim bilir: "Kaldırımlar"ı okuyanın Necip Fazıl'ı ile "Kadın Bacakları" şiirini mırıldananın Necip Fazıl'ı elbette "Sakarya Türküsü"nü haykıranın Necip Fazıl'ından farklı olacaktır.
Hem onun gibi güçlü bir iradeyi tek bir gömleğin içine sığdırmaya çalışmak, kimin haddine! Böyle bir teşebbüs, onun varlığının bütününü anlamaktan bizi alıkoymaz mı?
Ama illa da Necip Fazıl kimdir diye soracak olursak kendimize, bu sorunun cevabı benim için "Bir Adam Yaratmak" piyesinin satır aralarında saklıdır diyebilirim.
-lll-
1938 yılında, Üstad 34 yaşındayken, yani yolun yarısına gelmek üzereyken -Şair Cahit Sıtkı'ya da bir selam verelim sözümüzün burasında- yazılmış olan bu piyesin başkarakteri Hüsrev, kurgusal boyutta bir adam yaratmaya çalışarak 'ilahlığa' soyunmuş, ancak en fazla Allah'ı taklit ederek bir nevi O'nun maymunu olabilmeyi başarmış; Necip Fazıl'ın kelimeleriyle söyleyecek olursak, kul olduğunu anlamak için Allahlık taslamış, nasıl yaratıldığını anlamak için bir adam yaratmaya kalkmıştır ve sonunda yalancı ilah, doğrusunu bedel ödeyerek tanımıştır. Ama çok geçtir artık. Nasıl ki Francois Mauriac'ın söylediği üzere «Romancı, insanların arasında Allah'a en çok benzeyendir, Allah'ın maymunudur; canlı yaratıklar doğurur, kaderler icat eder..." ise, asıl korkunç olan da maymunun, maymun olduğunu unutup kendini, taklit ettiği şey zannetmeye başlamasıdır. İşte Hüsrev'in "Bir Adam Yaratmak" piyesinde idrak ettiği an dehşete kapıldığı durum da böyledir!
Netice itibarıyla ne aradığını bilmeyen, bilmediği için de bulamayan, bulduğuna ise razı olamayan, ruhu daha ölmeden cehennem ateşinde yanmaya başlayan birine dönüşür Hüsrev. Kendinin dışına çıkmak isterken yine kendine rast gelen bir aciz, yazdığı oyunla yaratıcılığa soyunarak bir adam yaratmaya çalışan ama yarattığı karakterin kaderine ortak olmanın ötesine geçemeyen biri. Tanrı'nın bir Yaratıcı olarak insana ruhundan üflediği gibi Hüsrev de eserinde yaratmaya çalıştığı kahramanına kendi ruhundan üflemeye çalışmış, oysa kahramanına üflemeye çalıştığı o ruhun kaynağının dahi Yaratıcı'ya ait olduğunu idrak etmenin aczini yaşamış, böylece hakikati bulma yolculuğu da başlamıştır. Bu bağlamda Hüsrev, Necip Fazıl'ın izdüşümü gibidir. İnanç karşısında zihni darmadağın olan Hüsrev'in yaşadıkları, Necip Fazıl'ın 1934 yılında yaşadığı buhranın adeta yansımasıdır.
Bu haliyle "Bir Adam Yaratmak" piyesinin hikayesi, Hüsrev'in hayata yüklediği mana açısından Necip Fazıl'ın kendi macerasına benzer ki, zaten bir yazısında "Bir Adam Yaratmak" piyesi için Üstad, geçirdiği büyük ruh çilesinin sahne destanı olduğunu da itiraf eder. Piyesin tezi için de "İnsan idrakinin ufuk noktasındaki hakikat ve Allah" diyen şair, Hüsrev'in şahsiyetinde bu hakikati ararken aslında ömrü boyunca kendini gerçekleştirmeye çalışan biri olarak, bir boşluğun, hiçliğin karanlık kuyusunda Yusuf misali boğuşurken, boşluk kabul etmeyen bu dünyada, kendinden daha büyük bir güce yaslanma ihtiyacını en çok "Bir Adam Yaratmak" eserinde hissettirir. Hayatın gizli bir şuur olduğuna inanan piyesin başkarakteri Hüsrev, Necip Fazıl'ın da savunduğu fikirlerin sözcülüğünü yapar bir nevi.
-lV-
Derinlerindeki hüznünü genç yaşta keşfetmiş olmasına rağmen gerçeğe teslim olması ve hakiki adanmışlık duygusu ile tanışması uzun zamanı alan Necip Fazıl için hayat, bu yüzden çileli bir yolculuğa dönüşmüş, sanatını da bu yolculukta kendine dahi itiraf etmekten çekindiği zaaflarını şifalandırmak için bir vesile kılmıştır. Bu sırada zaman zaman abarttığı da olmuştur şairin. Keza Kafka da der ya hani "Abartıyorum çünkü anlaşılmak istiyorum." diye; aslında Necip Fazıl'ın da bu eyleminin altında anlaşılmak ihtiyacı yatar.
Sonuç olarak; Necip Fazıl, her zaman nefsinin bilincinde, kendi varoluşunu sorgulayarak haddinin sınırlarını belirlemeye çalışmış ve Elest Bezmi'nde yapılan o ezeli anlaşma gereği "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" diye soran Yaradan'a ancak ömrünün sonlarına doğru, o septik hezeyanlarından uzaklaştıktan sonra cevap verebilmiş biridir.