PROF. DR. EKREM SAVAŞ
YIL 1974 ve YAŞADIĞIMIZ TARİHİ GÜN: Necip Fazıl'ın İstanbul MTTB'de yaptığı konuşma metni...
Büyük Doğu neslinin hamisi, Mukaddesatçı Cephe'nin fikir kılıcı, acaba dört yıllık aradan sonra ne zaman konuşacak diye hasretle beklenen Üstad Necip Fazıl Kısakürek konuşacak, fikir âleminden ziyafet çekecekti.
M.T.T.B. Tiyatro Müdürü Mustafa Uysal'ın takdiminden sonra Üstad özetle aşağıdaki tarihî konuşmasını yapmıştır:
«Sevgili gençler; dört-beş yıldır şu topluluk nizamı içinde buluşamadık. Hasretiniz bende devamlı yaşadı. O günden beri ben biraz daha ihtiyarladım. Sizse gençlik ifadesiyle daha tazeleştiniz. Fakat bende ihtiyarlamayan, son nefesine kadar devam edecek ve ondan sonra ruhumun içinde kalan bir şey olmak lâzım. İşte o şey dört sene sonra yine bu nizam içinde bu dünyaya ait aksiyon hevesi içinde beni size ve sizi bana kavuşturuyor. Sizi tanıyorum alnınızdaki kartopu halinde olan iman nurundan tanıyorum. Allah'ın selâmı üzerinize olsun.
Bu konferansın ismi bilanço değil, önce onu kararlaştırmıştık, ama baktık ki ardında banka var. Onun için bu konferansın ismini hesaplaşma koyduk. İki dünya var içimizde. Biri dış dünya, biri doğrudan doğruya içimizin iç dünyası. İnsan bu iki dünyaya karşı, nefsiyle ve iç dünyasıyla hesaplaşma... En büyük dâvası bu insanın... Hesaplaşma... İşte ruhçu ve maddeci sistemin görüşleri!.. Maddeciler dış dünyayı tanırlar iç dünyayı tanımazlar. Maddeciler görenleri gören vasıtayla görmez¬er. Görüneni kendi kendine görünüyor zannederler. Maddenin, madde hareketlerinin, insan idrakinde bir çizgi halinde olduğunu bilmezler. Ruhu kabul etmediğimiz an zaten ne varlık vardır ne yokluk, derhal en büyük problemle karşı karşıya geliriz. İçimizle ve dışımızla hesaplaşma... Kâinatın nizamına, aklın uzandığı ve uzanamadığı bütün nizamları içine alan, kâinat efendisinin bir hadîsi bu hesaplaşmayı ne güzel izah eder. «Hesaba çekilmeden kendinizi hesaba çekiniz» Bu şiiri, mânânın bu şiirini, demin arkadaşınız söyledi:
Tırnağı en yırtıcı hayvanın pençesinden
Daha keskin eliyle başını ensesinden
Ayırıp o genç adam uzansa yatağına
Yerleştirse başını iki diz kapağına
Soruverse ben kimim ve bu hal neyin nesi
Yetiş... yetiş ey ûlvi varlık muhasebesi,
Buna memuruz. Öteden beri eksiğimiz de budur. İslâmın aşkını kaybeder gibi olduğumuz devirlerden artık İslâm'dan şüphe başlayan Tanzimat sonrası devre kadar nefis muhasebesine karşı olduğumuz gibi, ondan sonra da delâletlerin tescili altında bir şey olmuş olmanın vehbi içinde büsbütün bu muhasebeden uzağız. Bu kadar mukalliti oldukları garbâ baksalar, orada nefis muhasebesine sahip olmayan san'atkâra, san'atkâr demezler. Âlime, mütefekkire derhal nefis muhasebesini sorarlar. Misâller çok. Bizde en büyük, misâl İmamı Gazalî Hazretleri, ondaki yırtıcı, yapıcı nefsini eritici, nefis muhasebesi var. O kadar muhasebeye tabi tutar ki kendisini, dünyanın en büyük ruh buhranına düşer ve der ki aklımı o kadar gerdim... Gerdim... Gerdim, kopacak hale getirdim akıl mahduttur ve Peygamberlik tavrı aklın ötesindedir ve her şey Resulün ruhaniyetine iltica etmek, onun kokusundan nefes almaktan ibarettir. Öyle yaptım ve kur¬tuldum.
YARIM KALAN ABDÜLHAK HAMİT
Tanzimattan beri gelen san'at eserleri muhasebeden yoksundur. Bu ruh muhasebesi eksikliği size bir damga gibi iyiyi kötüden ayırmanın ölçüsü olsun. Tanzimat'tan beri gelen san'at adamlarından kendisi 87 yaşındayken ben 27 yaşındaydım; Abdülhak Hamit'i gösterebiliriz. Bir gün buna sordum. Dedim siz hiç böyle bir buhran yaşadınız mı? Rize'deyken böyle bir kriz yaşamış, dağlara çıkmış, 'sonra bir de baktım ki' der, 'çıka¬mıyorum bu işin içinden. Kalabalık nereden gidiyorsa oradan gideyim dedim ve dağdan indim.' İşte yarım kalan Abdülhak Hamit... Eğer Abdülhak Hamit, cemiyet alanında verdiği iç savaşı sonuna kadar götüreydi! Kalabalıklara inmek değil, arkasından ka¬labalıkları çekecekti. İstenilen seviyeye varsaydı. Beklenen büyük san'atkârdı. Garpta tümen, tümen bir Goethe, bir Paskal, bir Tolstoy bütün bu yol¬dan geçiyor. Kâinatta muhasebesiz bir insan yok. Bizde bu yok ve dikkat edin, Kanunî devrine kadar bu nefis muhasebesi bizde var. Ondan sonra yok.
KÂİNATIMIN ELİMDEN ALINDIĞI AN...
Üstad, bundan sonra çileli yıllarını anlatmaya başladı.
Ben ilk çilemi 1934'te geçirdim ve Abdülhakim Arvasi Hazretlerini tanıdım. Bütün kâinatım elimden alındı. Sokakta kaldım. O hale geldim ki, topuğuma baktığım zaman, ağzım dünyanın kışını çekecek kadar içeri gidecekti. Bundan yine onların ruhaniyetiyle kurtuldum ve aradan 4 sene geçti. 1938 sosyal plâna, bu muhasebe sonunda kendimi cemiyet plânına intikal ettirmek ve iç âlemimin hasretinin mimarlığını yapmak cehline düştüm. O sırada bir hâdise oldu. Halk Partisi'nin gazetesi Ulus, bir millî marş yarışması açtı. Bana müracaat ettiler. Ben o zaman renklerimle, çizgilerimle belli değildim. Sen yaz dediler. Ben de dedim ki has isim geçirmek suretiyle yazarım dedim. Yazdım. Allah'a şükürler olsun ki merkezine kadar götürülemedi ve o, Büyük Doğu Marşı olarak kaldı. Bir geceyi hatırlıyorum. 1943'te bir gece, İstanbul'un bir köşesinde Beylerbeyinde, bir kaç genç etrafımda, bütün bir gece sabaha kadar konuşulan ve gözyaşlarıyla yola çıkılan bir gece ve onun peşinden 1943'te ilk Büyük Doğu çıktı. Bu ilk çıkış, Büyük Doğu, zayıf ve kekeme bir ses getirdi. O devir Buz Dağı devriydi. Görünürde bir şey yoktu. Her şey don¬muştu. Söylediğim gazetede 'Allah ve Allah'tan bahsetmek yasaktır' diye bir tamim geldi. Ben o zaman akademide garp edebiyatı hocasıydım. Bunu bir Fransız gördü, bu tamimi ve dedi ki: Yeryüzünde hiç bir hü¬kümet ve hiç bir rejim bu kadar alçalmamıştır.
O zaman bir hâdis neşrettik. Böyle odanın baş köşesine değil de bir kenarına sıkıştırılmış gibi gayet mahcup, gayet mütevazı bir köşede bir hâdis meali : «Allah'a itaat etmeyene itaat edilmez.» Hemen tuttular gazeteyi kapadılar. Vekiller heyeti kararı ile o vakit selâhiyet vardı ve ben hoca olduğum için askerden muaftım.
SUSUZ ÇİMENTODAN BETON OLMAZ!
uttular asker ettiler. Eğridir Dağlarına sürdüler. Sürerken de şöyle bir şey yaptılar. Müessesemin mes'ulü bana Maariften gelen bir yazı gösterdi. «Büyük Doğu ile hocalık arasında bir tercih yapmamı ihtar ederim.» Ver bir kâğıt kalem dedim. Kâğıdı kalemi aldım yazdım : «Maarif vekâletine, 50 küsur kişilik sınıfımdan, ziyade bütün vatan sathını kaplayan talebelerime hitap etmek üzere hocalığı bıraktığımı ihtar ederim.»
'BAŞIMIZDA KULAK İSTİYORUZ'
Bunu anlatabilmek çok zor... 1945'te biz bir kaplumbağa gibi, başımızı kabuğundan dışarı çıkardık ve dayandık. Meşhur, devletin vasfı sağırlık... Birden şöyle bir mukabele gördü. Kapağımızda kocaman bir kulak koyduk. «Başımızda kulak istiyoruz» diye yazdık. Bunu mahkemeye veremezlerdi. Ne yapsınlar? Yaşasın örfi idare, hemen kapattılar ve beni de «Sır» isimli piyesimden «kanlı ihtilâl yapacak» sıfatıyla örfî idare mahkemesinin karşısına çıkardılar. Nesiller ilerledikçe ki bizim neslimiz inşallah pekleşe, pekleşe gidiyor. Onların nesli de eskiden kalma hissi üstünlük kaydederek gidiyor.
Bir maddî bozgun çığırımız var. Kara Mustafa Paşa tarafından açılır, belki mazur bir insan. Bir de mânevi bozgun çığırımız var. Mustafa Reşit tarafından açılır. İki Mustafa. İşte bunlar boyunca gider bu iş. Kapatıldık. Dünyanın çilesini çektik. Evimize gelen sütçüye paramız olmadığını söyleyemedikte kızardık mı ne oldu adam bir ay sonra geleyim dedi. Bu devirde beni devrin temsilcisi çağırdı. Bir deste binlik sundu. Ya bu yahut, bütün kuvvetimizle sizi tevkife memuruz. Tevkif durdurma demektir.
Ben dedim ki, ben ne yaptım size ki bana bunu teklif etme cesare¬tini buluyorsunuz. Kalktım. Ayrıldım. Trene bindim. İstanbul'a indim ve tevkif edildim. Çile... Çile... Çile ve 1947'deki çıkışımız. Oraya Rıza Tevfik'in bir şiirini koydum. Rıza Tevfik orada bir figür, rolü yok. Şiir. «Abdülhamid'in ruhaniyetinden istimdat.» Hemen mitingler başladı. O dev¬rin parası ile 115 bin lira sarf etmişler mitinge. Bugünün milyonu. O zaman şu güzel gençlik, terbiyeli bir rejim gramofonu halindeydi. Bu gördüğünüz altı tane sütunda, altı okun mümessili! Ve beni tevkif ettiler. Savcının bir sözü vardı mahkemede «Tevkife lüzum yoktu, biz hayatını kurtarmak istedik» yani beni parçalayıp parmaklıklar arasında koyacaklar. Zamane gençliği oydu ve henüz bizden eser yoktu. Belki vardı. Ama onlar 32 dişini gömmüş aralamaklı bir sükût içindeydiler. Meydan yerinde yoktular. O gençliği arıyorduk. Hani bazı şişelerin içinde bir yenilik olur. Salatalık, şişenin ağzından büyük biz onu çıkartmaya çalışıyorduk, şişe yutmuş salatalığı. Kırmadan ağzını nasıl çıkaracağız ve ilk hapsimiz 20 yıl, beraat ettik. Beraatımızı tasdik ettiremedik. 1949 ve Büyük Doğu Cemiyeti Kayseri ilk şubesi. Orada bir genç çıktı. Meşhur Sakarya Destanı'nı okudu. İstanbul'a giderken dostuma dedim. Beni trenden indiğim zaman tevkif edecekler. Trenden indim ve beni tevkif ettiler. 1950 senesine doğru gidiyoruz. Demokrat Parti devri. Beni içeri attılar. Zevcemi de atılar. Bereket ki bir kaç tabip dostum imdadıma yetişip beni hastaneye kaldırdılar. Demokrat Parti devri af kanunu ve hapisten çıkış. 1951, ortada Demokrat Parti bu ne garip partidir. Kat'iyyen bu partiyi anlamaya imkân yok. Bu parti bilmez ki, hiç bir zaman kendisi, kendi müsbetiyle gelmemiştir. Tıpkı tekne gibi. Halkın, Halk Partisi'ni devirmesiyle gelmiştir. Onun pasından yosun gibi yukarı çıkmıştır. 1950 de devrin Başbakanı İzmir'de bağırıyor : "Bu memleket Müslümandır. Müslüman kalacaktır. Müslümanlığın bütün icapları yerine getirilecektir.'' Sevindik. Eğer sen sözünde samimiysen, biz senin arkandayız. Fakat arkası numara çıktı. Beni Müslümanların gözünden düşürmek için bir de plân hazırlandı.
...Malatya hâdisesindeki durum şundan ibarettir: «Bir mantar tabancası patlattılar. Bir fincan kan akmadı ama 500 seneye mahkûm oldular. Aradan zaman geçti. Beni de içeri attılar. Niçin? dedim. Çünkü bunlar senin yazılarından ilham aldılar. Malatya hâdisesi, hâdise olarak mühim değil. Malatya hâdisesi aksiyonunu arayan gençlik zümresinin çilesidir. Bunları hep söylüyorum ki gelecekteki Malatya hâdiselerinde tecrübeniz olsun diye. Evet bu, buydu. Bir aksiyon kabarması, valilik oynaması gibi garip oyun oldu ve Adnan Bey'i de 180 derece döndürdü. Benim de o zaman «Elveda Menderes» yazım çıktı.
KATİLLER BİLE İÇMEDİ SİGARANIZI!
Bütün basın, tâ başladığı günden bugüne, tıpkı partiler gibi, başladığı günden bugüne ruh kökümüze zıt dâvada ve bana karşı hepsi, eğer elimde kibrit kutusu kadar bir nesir görseler kaçıyorlar, susuyorlar. Hapse girdin mi hep bir ağızdan bağırıyorlar. O kadar ki bir gün buraya Mısırlı, Eski Osmanlı Hanedanlarından bir prenses geldi ve bir gazete «Necip Fazıl bu prensesten para istedi» diye yazdılar. Bana ertesi gün bu gazetedeki aynı adam geliyor ve bir küfe sigara getiriyor. Bunu yaptıktan sonra, aman efendim diyor. Prenses valiye gitti. Biz Necip Fazıl'ı Mısır'da heyecanla alâkayla takip ediyoruz. Böyle bir talep yoktur, aksine bunu sizden biri bize söyledi, diyor. Bir küfe sigarayı da bize ikram olsun diye getiriyor. Ben bir küfe sigarayı katillere dağıttım ve çıkınca da yazdım: «Katiller bile içmedi sigaranızı» diye... Cemiyeti kapattık. «İyi ettik. Çünkü biz bu işin şakasını gütmüyorduk. Bir yanlış adımla sehpaya çekilebilirdik. Istırap... Istırap... Istırap...
SERMAYE VAR, ŞUUR YOK!
Bu arada İslâm sermayesi ve Müslüman-Türk esnafı, bu büyük bir problemdir. Bizde nesiler boyunca, İslâm davasının durgunluğa uğradığının en güzel timsali, bugünün tüccarıdır. Bütün Müslüman tüccarları bir araya toplasanız sermayeleri milyarları aşar. Fakat bu sermayeleri asmalı gibi koruma davasındadırlar. Şuur yok.
...Bu zekât verme şekli ya çarşıda, pazarda üstü açıklara, battaniye yahut, aç kalmışa yemek, şeklinde bir tahsis zannediyorlar ve zekâtı bilmiyorlar. Zekât en başta, İslâmî dâvâdaki cihat ehline verilir, sonra ilim adamları der, İslâmiyet. Aslında bu zekâtlar İslâm dâvâsında cihat uğruna harcanır.
ÇİMENTONUN BETON OLMASI İÇİN...
Konferanslar aralıksız devam ediyordu ve bu arada ırkçılık mefhumu ortay çıktı. Bir cümle çıktı o zaman ağzımdan, «Gaye Türklükse, mutlaka bilmek lâzımdır. «Türk, Müslüman olduktan sonra Türk'tür» Anadolu'da şu manzarayı görüyordum. Bütün Anadolu gençliği, her şeye âmâde, fakat teşkilât yok. Fikirde teksiniz fakat, aksiyon yönüyle toprak altındasınız. Bir genç konferansın tam ortasında «Necip Fazıl Bey demek ki söz yalama oldu, bize söyleyin nerde, ne zaman, nasıl hayata kavuşacağız.» Durum müsait değil, fakat soru çok korkunç. Ben ona şu cevabı verdim : «Elbette Allah'ın tayin ettiği gün gelecektir. Evet, netice şurada toplanıyor. Madem ki fikirce tamamız, bir nevi çimentoya benziyoruz. Fakat her zerresi çimentonun bir birinin yanında fakat yapışık değil. Su eksik, beton olma hassasından uzak.
FİKİRSİZ, GAYESİZ YUMRUK SAVURSAN NE?!
Bugüne doğru geliyoruz. Devlet manzarası otoritesizlik manzarası ve siz genç olduğunuza göre profesör ve profesörün hali manzarası. Bu duruma da değineceğiz. Evet çilesiz, esersiz ve gayesiz profesör, yürekler acısı. Çin mangalınları gibi sırmalı elbiseleri giyerler. Bomboş, ne bir eser, ne bir çile, ne bir düşünce, otorite, ilim otoritesi olmayınca, hangi talebeden hangi disiplin beklenir. Ben size talebeliğinizden dâva edeceğiniz bir hakikat olarak, yarın hoca olduğunuz zaman, eğer böyle bir fark varsa ortada, hakka asi gençliği kılıçtan geçirmenizi tavsiye ederim. Ortada iki nesil var. Biri komünistler ve biz kökçüler. Artık ilkeler, ülküler nesli yok. Onların nesli kesildi artık. Çünkü komünist, inandığı ne olursa olsun, inanmadan, Allah tarafından verilmiş tersine kudreti olarak inanan adamdır. Dâva ise inanmanın Allah'tan aldığı bu kuvvet imânın hakiki şekline tescilli etsin ve yerine konmuş olsun. Biz burda hâlâ dilimiz yutmuş vaziyetteyiz. Hani çocuk korktuğu zaman damağı kaldırılır. Şimdi yavaş yavaş kendimize geliyoruz ama bir damak kaldırma ameliyatına muhtacız.