Kapımızın önünden akan ırmak Necip Fazıl Kısakürek

Anadolu'dan İstanbul'a göçmüş babaların çocuklarıydık. Belki de bu yüzden dedemizin ahşap duvara asıp bir daha hiç giyemediği dünden kalma ceketi gibi “Öz yurdunda garip, öz vatanında parya” tanımlamasına muvafık bir yerde duruyorduk.

Hüseyin Akın

Necip Fazıl bizim kuşak için 12 Eylül görmüş dar alana sıkışmışlığımızın şairidir. Geride kalamazdık, çünkü bir göç katarına takılarak Anadolu'dan İstanbul'a göçmüş babaların çocuklarıydık. Belki de bu yüzden dedemizin ahşap duvara asıp bir daha hiç giyemediği dünden kalma ceketi gibi "Öz yurdunda garip, öz vatanında parya" tanımlamasına muvafık bir yerde duruyorduk. İleriye de gidemezdik, zira birileri sanki bizleri olduğumuz yerde durmaya mahkûm etmişti. Adımız belki Ali, belki Muzaffer ya da Ahmet'ti. Daha birçok adın ideallerini peşimizde sürükleyerek kentlerin şehreküstülerinde tutunmaya çalıştığı bir zamanda aslında hepimizin müşterek isminin "Mehmet" olduğunu fark etmiştik. İşte bu fark ediş, yani zihnimizde sürekli yanıp sönen tefrik melekesi bizi çilenin metafiziği ile tanıştırmıştı. Çilenin de metafiziği mi olurmuş demeyin. Necip Fazıl şiiri bize sefaletin çileli yaşam olarak dayatıldığı bir dünyada "aşkın yoksunluğun" ve "mistik yolculuğun" çile ile sahici irtibatını gösteren bir şiirdir. "Çile" ismi bu yüzden onun kitabına başka hiçbir şeyde olmayacak kadar çok yakışmıştır. Bu çilede acı, ıstırap ve yanmayı kanıksatan bir olgunlaşma talimi vardır. Dış dünya ile iç dünyanın birbirinin üzerine yıkılması gibi bir şey: "Gök devrildi künde üstüne künde", "Pencereye koştum kızıl kıyamet", "Bir bardak su gibi çalkandı dünya" Şair bu dizelerde "ben"inin penceresinden görülen manzarayı okuyucusuna kıldığı müşterek nazarla birlikte seyrediyor gibidir. Şu dizeler de bu manzaranın dışarıdan içeriye yansıyan kesitleri sayılsa yeridir:

"Ateşten zehrini tattım bu okun.",

"Sanki burnum değdi burnuna yokun",

"Kustum öz ağzımdan kafatasımı.", "Ensemin örsünde bir demir balyoz.", "Benliğim bir kazan ve aklım kepçe.",

"Akrep nokta nokta ruhumu sokmuş.",

"Hayattan muhacir, eşyadan öksüz."... Yüzünü denize sırtını ormana yaslamış bir Karadeniz çocuğu olarak emsallerim gibi ben de şehrin kışkırttığı bir fikir anaforuna hiç kapılmamıştım. Ne olduysa kentle tanıştıktan sonra oldu.

Necip Fazıl şiiri bizim kuşağı pastoral dinginlikten kurtarıp kentsel karmaşanın yarattığı devingenlikle buluşturdu. Bu durum sadece ruhsal kımıltımızda değil, sesimizin değişen renk ve ritminde de kendini göstermeye başlamıştı. O günden sonra "kentli hece"nin raksına dilimizle eşlik etmeyi öğrendik. Kırsal'ın metafiziği dingin bir mistisizm iken kentin metafiziği bunalma ve bulunma ile birlikte gelen çalkantının bir süreğidir. Bizim kuşak metafiziğin sosyal adalete yönelik tarafının da farkına Necip Fazıl şiiriyle varmıştır. Fakr mertebesinden nasıl yoksulluk sınırına sürgün edildiğimizi "Çile"yi yüzünden okuyarak öğrendik. Şöyle söylüyordu: "Allah'ın on pulunu bekleyedursun on kul/ Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul/ Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa" (Çile, Destan,s. 406) Benim de içinde bulunduğum kuşak yaşadığı zamanın ayırdına, zulüm ve haksızlığın hangi kılıflar içerisinde ve ne tür maskeler takarak geldiği bilincine böylesine bir seslenişe kulak kabartarak ulaşmıştır. Orada yol üzerinde kollarını iki yana açarak "durun kalabalıklar!" diye haykıran bir adam vardır. Sesi ne bir vaize ne de bir zabite benzeyen bir şair! Necip Fazıl Kısakürek şair karakteriyle hep şiirinin önünde giden bir kişilik olmuştur. Bu yönüyle üstat Sezai Karakoç'un çerçevesini çizdiği "şair" tanımının ta kendisidir. Karakoç'a göre şair, hayatın önüne çıkardığı güçlük ve sıkıntılardan daha güçlü olmalıdır. Aynı zamanda Necip Fazıl'ın en sadakatli öğrencisi olan Sezai Karakoç'un şair üzerine yazdıklarında Necip Fazıl örnekliğinin çok belirgin izleri vardır: "Eserin yapısını kurarken mimar, tasvirleri ve portreleriyle ressam, natürmortlarıyla ressam, dildeki çizgileri, damarları ve kelimelerin renklerini kullanırken ressam, doğadaki ve dildeki söz ve kelimelerdeki musikilerden özel sesler yakalarken ve onlardan öz sesler üretirken musiki adamı, bestekâr ve yaşarken veli, kahraman, önder, bilgin ya da sıradan adam; zanaatçı ve sanatçı. Fakat her şeyden ve hepsinden önce şair ve hep şair ve en sonda da şairdir." (Sezai Karakoç -Edebiyat Yazıları-Dişimizin Zarı) Gerçekten de bir şair olarak Necip Fazıl şiirinde hem bir mimar hem ressam hem musiki adamı, bestekâr özelliklerini hakkıyla yansıtırken toplumsal duruş, mesuliyet ve çağa tanıklık noktasında kahraman ve önder vasıflarıyla uyuşan bir portre. Tasavvufi yönünü "veli", pozitif bilimlere vukufiyetini de "bilgin" kelimeleriyle eşleştirmek mümkün.

Necip Fazıl yaşadığı ve yetiştiği yer itibarıyla şehirli bir şairdir. Fakat şehir onun dünyasında manevi kaynakları kurutan, dünyada insanın varlığını ve misyonunu unutturan ve unutan bir yerdir. Şehirli insan hakikate yürürken şehirle arasındaki barikatları aşıp duvarları yıkarak hedefe ulaşır. Şehirde zaman bile mekânın tasallutunda esir tutulan bir cevherdir. "Kalk arkadaş gidelim" derken dereleri kendine yoldaş, dağları omuzdaş kılmak istemesi tam da bundandır. Anadolu'dan İstanbul'a göçen ailelerin diğer çocukları gibi ben de ne zaman bu mısraları okusam "gitmek" arzusunun içimde depreştiğini hissederim. Bu şehirde derin bir özlemin içimde kök salması için köyümde yaşadığım denizi takvime sığdırmışlar. Bunu da Necip Fazıl üstadın mısralarında dolaşırken anladım. Köylülüğümüzü hiç başımıza kakıp yüzümüze vurmamıştı. Çeliktepe'den Suadiyeye Gültepe'den Moda'ya ve Kağıthane'den Beyoğlu'na doğru mahcup ve tedirgin yürürken kolumuza girip bize refakat etti. Ümit kırmadı, ümit aşıladı. Sakarya ile birlikte bir nesli ayağa kaldırdı. Otel odalarındaki yalnızlığımıza tercüman oldu. Kaldırımlarda bizimle birlikte yürüdü. Sırası geldi yollara düşüp dağlarda bizimle şarkı söyledi. Gaipten gelen bir ses gibiydi. O ses bizi ana sese bağladı. "Ağlayın su yükselsin" dedi yerden göğe gökten yere Yunus gibi ağladı. Bir zaman biz yokken dünyaya bir adamın geldiğini bir muştu heyecanıyla haber verdi, "bizim Yunus"un çağlayan sesini onda bulduk. Yunus'tan Necip Fazıl'a akan bir ırmaktı şiir olup Sakarya Nehri'ne döküldü, gönlümüze aktı.