İman gücüyle çilesine son veren şair: Necip Fazıl Kısakürek

Muhafazakâr edebiyatın sesi olan, İslamcı görüşleriyle edebiyatımızda bilinen Necip Fazıl için hayat yolculuğu çok da kolay olmamıştır. Fikir adamı olması hayatı boyunca onu huzursuz etmiş, fikri saadete ulaşmak isterken Tanpınar gibi ferdi saadetini feda etmiştir. “Gördüm ki ateşte, cımbızda yokmuş/ Fikir çilesinden büyük işkence..” derken düşünmenin kendisinde bir nevi işkenceye dönüştüğünü vurgular.

Dr. Müge Göncü

1927-1928 yılları arasındaki dönemde hayatının en zor dönemlerini geçirdiğini söyleyen şair için hayat, "kurak bir çöl" den ibarettir. Bohem hayatı içinde maddi unsurların peşinden koşarak yaşamın anlamını arayan Necip Fazıl, Abdülhakim Arvasi ile tanışmasından sonra maddi âlemin hiçbir anlamının olmadığını anlar. Yaşamı; onun gerçeğe ulaşmasını engelleyen bir uyku, püf desen kopacak iplik, hiçbir garantisi olmayan üç beş nefeslik bir zaman olarak görür. Düşünce dünyasında çektiği çileyi satırlara döken Necip Fazıl, çile çekmesine sebep olan düşünceleri kelepçe, kezzap, sülük gibi olumsuz unsurlara benzeterek kendisinin büyük bir acı içinde olduğunu vurgulamak ister. Hayatındaki boşluk hissi, ben ile dünya arasındaki uyumsuzluğun yarattığı huzursuzluk ben çatışması yaşamasına sebep olmuş, bu çatışma bir süre bohem bir hayat yaşamaya yönlendirmiştir. Ölüm korkusunun hayatının merkezinde yer aldığını eserlerinden anladığımız sanatçı için ilk zamanlar ölüm korkusu dünyevidir. " Başım çığlıklı çocuk, onu nasıl avutsam?/ Ne yapsam da ölümü bir saatçik unutsam" diyen şairin zamanla ölüm karşısındaki tavrı değişecektir. Zamanla her şeyden kaçış halinde olan özne konumundan teslimiyetçi bir havaya bürünür. "Bu dünyada renk, nakış, lezzet ne varsa küsüm;/ Gözümde son marifet, Azrail'e tebessüm, Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber/ Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber?" diyen şairin korkularının yerini teslimiyet alır.

Yaşam kavgası içinde duyduğu ölüm kaygısı hayatı boyunca peşinden geldiği için mutlu olmayı beceremez. Yaşama ve ölüme dair kaygılarla çevrelenmiş zihin huzursuzdur. 1940'lı yıllardan sonra kendi beni karşısında duyduğu korku, çatışma bir kabullenişle sükûta dönüşür. Ölümün kaçınılmaz son olduğunun farkına varış sanatçı da dönüşümü sağlar ve artık şiirlerinde ölümü adlandırışı da farklılaşır. Şiirlerinde artık ölüm; son kez çıkılan sonsuz bir sefer, bir daha kalkılmayacak olan uyku, Allah ile olan büyük randevu ve bayram olarak yerini alır. Ölüm korkusu devam etse de ölümü kabulleniş şiirlerinde yansımasını bulur.

" Bir gün, sönük göğsüme düştüğü vakit başım,

Benden ayrılıyormuş gibi bir can yoldaşım, Gittikçe uzaklaşan bu sesi duya duya, Yavaşça dalacağım o kalkılmaz uykuya."

Ölümü yeniden doğuş olarak görmeye başlayan bilinç artık eskisi kadar huzursuz değildir. Tabut artık şair için yeniden doğuşun temsilidir.

"Ölenler yeniden doğarmış, gerçek!

Tabut değildir bu, bir tahta kundak!

Necip Fazıl'ın yaşama ve ölüme dair duyduğu kaygılar ona yıllarca çile çektirse de bu kaygının da bir amaca hizmeti olduğu görülür. Korkuları dolayısıyla bir anlam arayışının içine düşen Necip Fazıl, bu korkular sayesinde dine sarılır, Allah'a yönelir ve varlığını anlamlandırır. Bu dünyada huzursuz bilincini dinlendiremeyen sanatçı, öte dünyayı öz vatan olarak görmeye başlayacaktır.

"Mutlu adam dünyayı bir acı gurbet bilen,

Öz vatan pınarında, ölümü

şerbet bilen."

Dünya insanın gurbet yeridir. Bunu idrak eden insan da mutlu olan insandır diyen şair, yaşamının bunu anlamadan geçirdiği yıllarını boşa yaşanmış sayar. Dünya; insanoğlunun atıldığı dipsiz bir kuyu, her an ayağının altında patlamaya hazır olan bir mayın tarlası, insanın aklını yitirdiği bir deliler köyüdür.

"Bu nasıl dünya hikâyesi zor;

Mekânı satıh, zamanı vehim.

Bütün bir kâinat muşamba

dekor, Büyün bir insanlık

yalana teslim." (Çile)

Yıllarca varlığı üzerine çok düşünmenin verdiği bunalım ve huzursuzluk neticesinde aklın insanı yorduğu, hakikatten uzaklaştırdığı, huzursuz ettiği düşüncesine varır. Din ile sarıp sarmalandıktan, Allah yoluna yöneldikten sonra imanın önemini anlar. Ancak iman ile gerçeğin anlaşılacağını, aklın bunu almamada yetersiz kalacağını savunur.

"Çekilmez akılda bu kadar

sancı, Akıl bir çürük diş, at,

kurtulursun" (Çile)

Akıl; hayata ve ölüme dair hakikati anlamada yetersizdir, yırtık bir çuval gibidir. Çünkü ölüm akılla idrak edilemeyecek, akıl almayacak kadar derin bir olgudur. O, ancak ve ancak iman gücüyle anlaşılabilir. Çile şairi, ömrü boyunca yaşamı bir çile olarak görmüş, aklını ise yaşamın anlamının emrine vererek çile nedenine dönüştürmüş, imana çilesine son verecek bir çare olarak sığınmış ve ölümü de çilehaneden kurtuluş olarak görerek korkularını dindirmeye çalışmıştır. Hakikati buluncaya ve bunu hayatına sindirinceye kadar geçen süreyi pişmanlık olarak anlatır. Sürekli kendisiyle muhasebe içinde olan yazar suçluluk duygusuyla kendini günahkâr hisseder. " Sanırım, insanların her suçunda ben varım/ Günah uzun bir kervan, ta ucunda ben varım!" Geçmişiyle ilgili duyduğu suçluluk onda olumlu etki yaratmış içindeki çatışmadan değişerek, dönüşerek, huzura ererek çıkmıştır. Dönüşme noktasında sanatçının nasıl bir duygu aşamasında olduğu şu sözlerinden anlaşılır: "Her şey içimde dumana, rüzgâra, gölgeye karışırken, yalnız bir şey; kendisinden başka her şeyin yokluğu pahasına mutlak bir varlık şartına bürünüyordu. Yalnız Allah var! Var olan yalnız Allah! Her şey o kadar yok ki, yalnız Allah var! Allah öyle var ki, kendisinden başka hiçbir şey yok!"

Fikri saadete Allah yolunda ulaşan Necip Fazıl için bundan öncesi yok hükmündedir. Hakikate ulaşmadan önce biyolojik saati işlese de ruhen bu dünyada olmadığının özellikle altını çizer. Edebiyatımızın şairler sultanı, fikri saadetiyle ferdi saadetini birleştirmeyi başardığı noktada huzuru yakalayabilmiştir.