BÜNYAMİN GÜREL
Şairlerin poetikalarını okurken alışılageldiği üzere önce şiir sanatını ve şiir anlayışlarını izah ettiklerini görmüşüzdür hep. Ancak Necip Fazıl'ın poetikasını okurken dikkatimi çeken ilk şey onun şiirden önce şairi ele alması, şairi tanımlamaya çalışması olmuştu. Yani şiirin "ne" liğinden ziyade "şairin ne olduğu, ne olması gerektiği" meselesi daha öncelikliydi onun için. Bunun sebebi üzerine düşündüğümde ise Üstad'ın şiire ve hayata bakış açısının birçok şairden farklı olduğunu görecektim. Materyalist bakış açısının eseri sanatkardan bağımsız ele alma, sanatkarı yok sayma anlayışına karşı sanatkarı önceleyerek eserin kıymetini onunla özdeşleştiren, eserin kıymetinin sanatkardan ayrı düşünülmemesi gerektiğini bize salık veren bir bakış açısıydı bu.
"Ben şairim gaibi kurcalayan çilingir
Canlı cenazelerin başında
Münker-Nekir"
"Ben kimsesiz seyyahı meçhuller caddesinin
Ben yankısından kaçan çocuk kendi sesinin"
Bir bilim adamı tavrıyla insan duygularını yok sayan, "niçin"den ziyade sadece "nasıl"a odaklanan bir göz, eşyanın hakikatını kavrayamazdı elbette. Eserin ardındaki müessiri göremeyen, varlık sırrına elbet erişemezdi. O yüzdendir ki Üstad, poetikasında; "Bizce şiir mutlak hakikati arama işidir", "Mutlak hakikat Allah'tır", "Şiir Allah'ı sır ve güzellik yolundan arama işidir" , "Ya şiir? O mutlak hakikati hırsız gibi arar." diyecekti.
Aramak, daima aramak... Yakayı ele vermeden, hırsız gibi hakikati aramak...
Öyle bir aramak ki bu, geçip giden dakikalarının bile izini sürmek, onları nerede bulabileceğini ciddi ciddi düşünüp yola koyulmak...
GEÇEN DAKİKALARIM
Kim bilir nerdesiniz,
Geçen dakikalarım
Kim bilir nerdesiniz?
Yıldızların,korkarım,
Düştüğü yerdesiniz;
Geçen dakikalarım?
Acaba tütsü yaksam
Görünür mü yüzünüz?
Acaba tütsü yaksam?
Siz benim yüzümsünüz
Eğilip suya baksam,
Görünür mü yüzünüz?
Gitti bütün güzeller;
Sararmış biri kaldı,
Gitti bütün güzeller.
Gün geldi,saat çaldı,
Aranızda verin yer;
Sararmış biri kaldı!
Sonsuzlukla başı belada bir şair
İnsan fıtratının değişmez kanunu olan sonsuz yaşama arzusunu en içten, en içli biçimde şiirlerine yediren bir şairdi o. Sonsuzlukla başı belada bir şairdi. Ancak bir şair bu arzunun peşine bir müfettiş gibi takıldığında hiçbirimizin daha önce fark etmediği bazı keşiflerle çıkagelirdi karşımıza. Zaten gerçek şairler birer kâşif değil miydi? Baktığımız ama göremediğimiz, gördüğümüzü sandığımız ama özüne varamadığımız, özüne varsak da anlatılmaya değer bulmadığımız sırları çarpıcı dizelerle bize sunan, hediye eden.
Mutlak hakikati, sonsuzluğu bulmanın yolu ise engellerle doluydu. En büyük engel ise benlikti. Lakin insan kendi benliğini tanımadan Mutlak Hakikate varamazdı. Güçlü bir benlik, sonsuzluk yolunda güçlü bir binekti aynı zamanda. Aslında yapılması gereken kendi benliğimize olan bakış açımızı değiştirmekti. Yani benliğimizin bize Allah'ı gösteren bir ayna olduğunu fark ederek benliğimizi O'nu daha yakından tanımaya vesile kılmak. Öyle ya; "Kendini bilen, Rabbini bilir"di. Üstadın kendinden emin, yer yer üst perdeden seslendirdiği şiirlerine bu açıdan bakmak gerektiğini düşünüyorum.
"Ben ki toz kanatlı bir kelebeğim
Minicik gövdeme yüklü kaf dağı
Bir zerreciğim ki arşa gebeyim
Dev sancılarımın budur kaynağı"