AKSAM.COM.TR
Gülcan Tezcan
Edebiyatın en güzel yanı bu belki de; koşturmacalı hayatın dikkatimizden kaçırdığı, sosyal medyanın düşünmeden kutuplaşmaya zorladığı en insanî hallerimize ayna tutuyor yazılanlar. Kalemi vicdan terazisinden şaşmayan Yıldız Ramazanoğlu, Geçip Giden Şeyler adlı yeni kitabında şehir hayatında yalnızlığına gömülen, uzayıp giden metro tünellerinde ömür tüketen, doğayla, insanla bağı kopanların hüzünlü öykülerini bir araya getirmiş.
"Doğaya yaklaşımımız son derece problemli. Emanet ve mülkiyet arasında kendimizi sıkışmış hissediyoruz. İslam dünyası iyi bir imtihan veremiyor." diyen Ramazanoğlu,
"Bu dünyaya istilacılar, sömürgeciler olarak, bu şekilde kahredici bir şekilde değil paylaşmaya, bu ahenge katılmaya, bizden önce bu alemde yaratılmışlarla birlikte olmaya, bir olmaya geldik. Ama tam tersine davranmaya çalışan insanlar var." Sözleriyle geldiğimiz noktanın altını çiziyor. Ramazanoğlu ile İz Yayıncılık'tan çıkan Geçip Giden Şeyleri ve insanlığımızda azalan şeyleri konuştuk.
Son kitabınıza adını veren Geçip Giden Şeyler, bir plazada çalışan ve demans olan annesine de bakan bir adamın hikâyesi. Demans hastalarına büyük oranda kız evlatları bakar. Siz neden erkeğe verdiniz bu sorumluluğu hikâyede?
Aslında şefkatli eril enerjinin de bir şekilde ortaya konması lâzım. Erkeği sürekli duygusuz ve sorumsuz olarak tanımlamak bize fazla bir şey kazandırmıyor. Tersine bunun altını çizmemiz ve bunu bir şekilde deşifre etmemiz lâzım ki bu enerji de dünyaya şifa getirsin, şifalandırsın diye düşünüyorum. Tamamen bilinçaltımdaki dilek ve temennilerim ve bu temennilerim ötesinde de buna olan inancımdan kaynaklandı bu hikâye.
Adam annesine, 'Artık demans olan kayınvalidesine bakan kimse kaldı mı?' diyerek sıkça karşımıza çıkmaya başlayan bir duruma da işaret ediyor. Bu isteksizlik aile yapımızın değişip dönüşmesinden mi insanın bencilleşmesinden mi kaynaklanıyor sizce?
Demans olan yaşlılara bakmak günümüzde artık oldukça meşakkatli bir hale büründü. Çünkü yaşam süresi uzadı. Bu uzama esnasında 65-70 yaşına gelen insanların 90'lı yaşlardaki ebeveynine bakma zorunluluğu ortaya çıktı. Bu da sağlık sorunları bakımından da, güç yetirme bakımından da oldukça sorunlu bir hale geldi. Fakat öte yandan hayatını yaşamak, dünyadan keyif almak ve bunun için olan bütün engelleri bertaraf etmek duygusu da çok yoğun. Burası birey açısından her şeyin gerçekleşebileceği bir alan olarak görülüyor modern dünyada. Bunun da getirdiği birtakım problemler var. Zaten insanlar artık çocuklarına da bakmak istemiyor. İnsanlar birbirine bakmak ve sahip çıkmak istemiyor.
Giderek bireyselleşen, yalnızlığı da çok kabul edilebilir, hatta tercih edilebilir bir şey olarak gören bir dünyadayız şu anda. Yalnızlık övgülerinden geçilmiyor ortalıkta. Dolayısıyla hiç kimse benim için fedakârlık etmesin. Ben de hiç kimseye bir şey yapmayayım. Bu alma verme dünyasını ortadan kaldırmak gibi bir gidişatımız var. Zannediyorum buradan kaynaklanıyor.
Adam annesinin belleğini canlı tutmak için günlük hayatından bahsediyor ve 'insanın kendi hâline kalabileceği bir yer yok bu şehirde' diyor ama bir çığlık odası onu rahatlatıyor. Özellikle de sosyal medyada bu kadar çok konuşurken neden çığlık odasına ihtiyaç duyuyor insanlar?
Aslında sosyal medya bize fazla bir şey kazandırmıyor. Karşılıklı bir ilişki ve iletişim varmış gibi ama burası bir yerde de gayya kuyusu; sahteliklerin, riyakârlıkların ve linçlerin, pervasızlıkların, meydan okumaların yeri. Açıkçası iletişimdeki bu hız arttıkça aslında hiçbir şekilde insanlar birbirine ulaşmış olmuyor, ulaşamıyoruz. İnsan yaşamın hızı arttıkça kendinden de uzaklaşıyor ve böyle bir imkân tamamen ortadan kalkıyor. İnsanın kendine varmasıyla alakalı ihtiyaç da ortadan kalkıyor. Tartışılan, konuşulan herhangi bir şeyin hakikatine ermek de mümkün olmuyor.
O yüzden kendimizle kalabileceğimiz, benim daha önce çiçekli bir boşluk olarak tanımladığım, yani verili olmayan bir alan olarak, boşluk ve arınmışlık olarak ve gerçekten doldurulmamış temiz bir sayfa olarak tanımladığım şey ancak demek ki bir çığlık odasında gerçekleşebilir. Burada kendiliğinize belki varabilirsiniz. Bunun için yapılmış gibi düşünüyorum buraları. Bunlar gerçek. Bu bir kurgu değil, yapıldı böyle yerler. O beni tetikledi, esinlendim, ilham verdi. Bu hikâyede o yüzden kullandım.
SUÇLU BELKİ DE BU BAŞ DÖNDÜRÜCÜ HIZ
Boşanmalar, yaralanmalar ve yarım kalmışlıklar sıkça çıkıyor karşımıza hikâyelerinizde. Ama yargılayan bir diliniz yok. Suçlu aramak yerine insanın modern hayatla birlikte yaşadığı savrulmaların sonuçlarını yaşadığına dikkat çekiyorsunuz.
Modern dünyada insanlar farklılaşmak, sürüden ayrılmak, tek başına bir yıldız gibi parlamak istiyor. Ama böyle bir bilinçle hareket edildiği, kendiliğinden ve yaşamın içinden yükselerek olmadığı için bir zorlama ve arzu olarak belirdiği için insanları aynılaştırıyor ve bir örnek hayatlar, bir örnek yaklaşımlar ortaya çıkıyor.
Evlilikler ve boşanmalarda da bakıyoruz gerekçeler, süreçler, boşanmanın akabinde gerçekleşen bütün değişimler birbirine benziyor. O yüzden ortada gerçekten bir suçlu yok. Çünkü suçlu hepimiziz.
Suçlu bu baş döndürücü hız belki, kaçınamadığımız şey, yavaşlayamamak, durup üzerine düşünememek ve alma verme dengesinde hep almaya odaklanmak ve bizi hep almaya odaklayan bu kapitalist sistem. Vermenin gereksiz olduğu, nimet külfet dengesinde hep nimetlere talip olmamız gerektiği gibi bir yaklaşım var ve hiç kimse külfete talip değil.
Bu şartlar altında da insanî dengeler tamamen bozuluyor. Matematik eşitliklerden söz ediliyor. Eşitlik harika ama tamamen matematik bir şeye dönüştüğü zaman ilişkilerdeki ruh ortadan kalkıyor.
KENDİNİ İSTİLACILAR GİBİ HİSSEDEN İNSANLAR VAR
Her hikâyenizin bitiminde hikâyede yer bulan bir hayvanın ismi var. Yarasa, yavru kedi, salyangoz, kirpi... Bunlar neye işaret ediyor?
Hep şu hisle yaşıyorum; insan yaratılmadan evvel yaşayabileceğimiz, kocaman bir evren, bir dünya yaratılmıştı. Biz burada yoktuk ama başkaları vardı. Dinazorlar, kaplumbağalar, yılanlar, kediler bunların hepsi ve daha birçoğu yeryüzünün ilk yaşayan şahitleri, sakinleri. Burada mukim olan varlıklar. Dolayısıyla biz onların olduğu bir yere geldik. Buraya istilacılar, sömürgeciler olarak, bu şekilde kahredici bir şekilde değil paylaşmaya, bu ahenge katılmaya, onların arasında birlikte olmaya, bir olmaya geldik. Ama tam tersine davranmaya çalışan insanlar var. Kendini gerçekten sömürgeciler gibi, istilacılar gibi hisseden ve bütün bu varlığı bertaraf etmeye çalışan insanlar var. Şunu hep duyuyoruz; şehirde hayvanın ne işi var?
Bu şehirde bize hiç seslerini çıkartmadan, bizi izleyerek, hepimize şahit olarak ve hakkımızda çok işaretler biriktirerek yaşayan kirpiler, salyangozlar, tekme atıp geçilen kediler köpekler ve kuşlarla birlikte yaşıyoruz ve yaşamak zorundayız.
Çünkü biz yok iken onlar var idi bu dünyada. Ve onlar bu evrenin ilk yerlileri, ilk yaşayan canlıları, ilk tanıkları. Bu ara hayvanlar üzerine çok okuyorum ve beni çok derinden sarsıyor.
O yüzden bunları ortaya çıkartmak istedim. Bu konularda çok daha başka şeyler yazmayı tasarlıyorum nasip olursa. Bu kitapta bunun işaretlerini bir parçacık vermek istedim.
MÜLKÜN SAHİBİ SADECE ALLAH!
Hayvan düşmanlığının bu kadar keskinleştiği bir zamanda hikâyelerin birçoğunda hayvanlarla dostluk kuran kahramanlarınız var. Sizin için insan doğa ve hayvanlar arasındaki bağ ne anlam ifade ediyor?
Doğa beni çok derinden etkiliyor. Çünkü ondan uzak kaldıkça bir hasret oluşuyor. Hepimizde bu var. Dolayısıyla yer ve gök arasında bizi kuşatan bütün varoluşun içinde doğa ve hayvanlar var. Bu kuşatıcı şeyden uzaklaştıkça kendimizden de uzaklaşmış oluyoruz. Bir parçamızı, çok önemli bir şeyi kaybediyoruz. Modernliği inşa eden kurucu filozofların daha kolay yağmalayabilmek, tüketebilmek, mülk edinebilmek için doğaya karşı bir yaklaşımları vardı.
Doğanın aslında kendinden bir değeri olmayıp ancak insan yararlandığı, insanın yararına açıldığı ve bir faydaya yol açtığı zaman bir kıymet-i harbiyesi olabileceğini iddia ediyorlardı. Bir ağacın kendinden bir değeri yok. Ne zaman ki ondan bir sandalye, masa yapılabilir. O zaman bir kıymeti olabilir gibi. Halbuki tam tersine bu sessiz ama duyanların çok iyi duyduğu doğadaki bütün varlıkların hepsinin kendinden bir değeri var.
Kur'an'da hepsinin ümmet oldukları, nasıl Allah Teâlâ'ya itaat ettikleri, teslim oldukları, zikir yaptıkları, kendinden, varoluşlarından ne kadar büyük bir değere sahip oldukları, onların da kendi aralarında birçok sorumluluklarının bulunduğu söyleniyor. Biz emanet ve mülkiyet arasında kendimizi sıkışmış hissediyoruz. İslam dünyası iyi bir imtihan veremiyor. Bizim de doğayla yaklaşımımız son derece problemli. Çünkü hep "Yeryüzünde ne varsa tamamını sizin için yaratan..." şeklinde başlayan ayet öne sürülüyor. Ama Kur'an'ın bütününe bakıldığı zaman asla böyle bir şey çıkmaz. Her şey sizin için yaratıldı. Her şey emrinize verildi. Daha sonra bu ayetler defalarca yaprak yaprak açılıyor ve bunun nasıl ağır bir sorumlulukla emanetimize verildiği, bunların nasıl yaptırımları olabileceği ortaya çıkıyor. Hepimiz emanetçiyiz. Mülkün sahibi sadece Allah Teala. Burada mülk sahibi hiç kimse yok. Biz faniyiz. Geliyoruz ve gidiyoruz. Ama doğa burada kalıcı. Allah Teala ne zaman isterse onu ortadan kaldırır. Fakat insan gidiyor, doğa kalıyor her zaman. Dolayısıyla gidenlerin kalacak olanlar üzerinde bu kadar tahakküm kurması, mülk edinmesi, hunharca kullanmaya çabalaması, onları elinin altında esir olarak görmesi bizim inancımızla, geleneğimizle bağdaşır bir şey değil. O yüzden bu konuları daha çok yazmamız, daha çok konuşmamız gerekiyor diye düşünüyorum.