Yazar Fatma Biçer: ''Görebilen insan olmak için her şey ile bağ kurmalıyız''

Kesme Şeker adlı kitabıyla okurları bir karıncanın yolculuğuna çağıran Yazar Fatma Biçer, “Görebilen, fark edebilen, hisseden insan olabilmemiz için etrafımızda olup biten her şey ile bağ kurmamız gerekiyor; karıncadan güneşe aya, galaksilere kadar. Bu farkındalığı çocuklarımıza ne kadar erken yaşta kazandırabilirsek o kadar hızlı gelişirler” şeklinde konuştu.

Gülcan Tezcan

Çocuk klasikleri denildiğinden hep aklımıza belli kitaplar gelir. Küçük Prens, Şeker Portakalı, Küçük Kara Balık vb. Çoğu kez yetişkin olduğumuzda da başucu kitabımız olarak kalır bu eserler. Elbette her biri ufkumuzu genişleten bize hayata farklı bir yerden bakabilmeyi öğreten hikâyeler. Ancak kendi kültürel ve edebi birikimimizi temel alan çok daha güçlü anlatılarla zihin dünyamızı zenginleştirmek de mümkün. Çocuk edebiyatı alanında kendi kaynaklarımızdan beslenen isim sayısı ne yazık ki olması gerekenden çok az. Yazar Fatma Çelebi Biçer bu anlamda kalemini sorumluluk duygusuyla eline alanlardan. Şule Yayınları'ndan çıkan Kesme Şeker, bir karınca hikâyesi gibi görünse de hayatın anlamını arayan çocuk, yetişkin herkese hitap ediyor. Bu yüzden de pek çok okur tarafından 'yaşsız kitap' olarak tanımlanıyor. Yazar Fatma Biçer'le yazı serüvenini ve karıncanın yolculuğunu konuştuk.

Yazar olarak çocuk edebiyatını tercih etmenizin özel bir nedeni var mı?

Çocuk edebiyatına yönelişimin temelinde Ali Ural Hocamızın bir ikazı var. Özellikle kitap tahlili için gittiğim bir atölyeydi Ali Ural Yazarlık Atölyesi. Yazma gibi bir hayalim yoktu. Ama derslerde küçük uygulamalar yapılıyordu. Orada hocanın, "Bu sahada gerçekten ciddi eserler yok ve bunu yapabilecek kimselere bu bir vebaldir. Fatma hanım siz yazmalısınız" demesi üzerine çocuk hikâyelerine başladım. Hocamız bu anlamda bizi çok teşvik ediyor. Başta çok fazla niyetim olmadığı için kitabın ilk hikâyesi olan Kesme Şeker Hikâyesi'ni yazıp götürmüştüm. Onu görünce "Vazife veriyorum. Bundan sonra hep Karınca Hikâyesi yazacaksınız." dedi. Ve dört yıl boyunca başka hiçbir şey yazmadım. Açıkçası ben de böyle bir neticeye ulaşabileceğini hiç öngörmemiştim. Bir sorumluluk anlayışıyla yola çıktım.

Çocuk edebiyatında çok fazla eser üretilse de 'yerli' metin sayısı hâlâ çok sınırlı. Kesme Şeker'i buralı yapan unsurlar neler?

Bu çok önemli bir soru. Malumunuz dünya çapında yazılmış çok önemli eserler var. Ama bu eserlerin bizim toplumumuza ne kadar hitap ettiği önemli bir mevzu. Sadece edebiyatta değil, birçok sahada mimaride, sinemada, musikide, imal edilen sanat eserlerinin olduğu gibi taklit edilmesini, toplumumuza aktarılmasını doğru bulmuyorum. Bu başkasının üzerine biçilmiş bir kıyafeti kendi üzerimize giymek gibi. Sonra kolu kısa geliyor, yakası pot duruyor, bedeni uymuyor vs. Kumaş en kaliteli kumaş olabilir, model çok güzel olabilir ama neticede bize uymuyor. Bu noktada bizim güzel gördüğümüz her ne var ise onu kendimize dönüştürerek bize hitap eden şekliyle yeniden üretmeliyiz. Kesme Şeker'i yerli kılan da bu noktada öncelikle Dedekorkut'dan Mesnevi'den, Köroğlu'ndan Kelile ve Dimne gibi bizim inancımızı ve hayata bakış açımızı yansıtan kaynaklardan beslenmem ve bunları günümüze uyarlayarak bir çalışma yapmış olmam.

FABL, BİZİM İÇİN YENİ BİR ŞEY DEĞİL

Bunu biraz açabilir miyiz?

Yerli dokunuşlar yazarın yerli kaynakları öncelemesiyle alakalı. Biz edebiyat atölyesinde hem Doğu hem Batı, hem Japon hem de Rus edebiyatından eserler okuyoruz. Ama öncelikle kendi edebiyatımızı bilmemiz gerekiyor. Bu mirasın gelecek nesillere aktarılması noktasında bize bir misyon yüklendiği için de özellikle yerli kaynaklarımızı önceledik. Mesela ilk hikâyede karıncanın bir isim anlayışı var. Bir isme sahip olabilmesi için bir başarı göstermesi lâzım. Bu, bir Dede Korkut hikâyesidir. Bunlar bizim psikolojimizi, sosyolojimizi anlatan, bizi bize tarif eden çok kıymetli eserler. Mesnevi de öyle. Mesnevi'de hikâyelerle kainat ve tevhit anlatılır. Temsiller vardır. Şimdi fabl deniliyor. Ama o fabl dediğimiz şey bizde 1100'lü yıllarda yazılmış. Yeni bir şey değil. Biz onları bu vesileyle gün yüzüne çıkarmaya çalışıyoruz.

Çocuk edebiyatı da tercüme uzunca bir dönem çok baskındı. Kime sorsak Şeker Portakalı ve Küçük Prens gibi içinde felsefesi olan kitapları sayar çocuk kitabı denildiğinde. Çocuk için yazmayı hafife mi alıyoruz yoksa?

Aslında önceden çocuk edebiyatı diye bir şey yoktu. Sizin okuduğunuz, anladığınız bir şeyi bir çocuğun da anlaması bekleniyordu. Bakın aslında bu bizim kaybettiğimiz çok önemli bir şey. Şimdi çocuk edebiyatı diye bir şey ortaya çıktı. Onun içini doldurmaya çalışıyoruz. Çocuk deyince de her şeyin sadeleştiği, basitleştiği bir algı var. Halbuki bir çocuk Mesnevi okuduğu zaman da bir şeyler anlayabiliyor. Küçük Prens biliyorsunuz felsefesi olan bir kitap. Bir çocuk ondan bir şey anlamıyor mu? Kendi dünyasınca, birikimince bir şey anlıyor. Aynı şekilde bizim destanlarımızdan, Mesnevi'mizden, Kelime ve Dimne'den de alabileceğimiz, çocuklara aktarabileceğimiz o kadar çok şey var ki. Dolayısıyla bence yetişkin edebiyatı, çocuk edebiyatı diye çok da ayırmamak gerekiyor.

KESME ŞEKER, YAŞSIZ BİR KİTAP

Kitabın hedef kitlesi anlamında farklı dönüşler aldınız mı? Çocuğum için aldım, kendim okudum şeklinde...

Evet, okurlarımızın hemen hemen hepsi Kesme Şeker'i yaşsız bir kitap olarak değerlendirdi. Hem çocuklara hem de büyüklere hitap ettiğini ifade ettiler. Temennim o ki inşallah Kesme Şeker de yediden yetmişe yüreklere dokunan, hayat yolculuğumuzda bize ışık tutan evrensel bir eser olsun. Çünkü insanın var olma ve anlam arayışı evrensel bir şey.

En dikkatimi çeken şeylerden biri de resimlerin azlığı. Görselliği özellikle mi geri planda tuttunuz?

Görselliğin fazla olması çocuğun hayal dünyasını katletmeniz anlamına geliyor. Bu çok önemli bir şey. Burada tadımlık birkaç görsel var. Şimdiki çocuk kitaplarında dikkat ederseniz 50 sayfalık bir kitap bunun 40 sayfası görseldir. Bu çok anormal bir tablo bana göre. Artık insanlar okumuyor dediğimiz şeye ortam hazırlıyoruz. Hayallerimizi baltalayan, öldüren, körelten değil, hayal kurmayı geliştirici şeyler yapmamız lâzım. Bu resimli kitaplar çocukların hayal dünyasını köreltiyor. Karınca yuvasından bahsederken oraya karınca yuvası resmi yaparsam onu görecek, bitecek. Ama öbür türlü her okuyanın, her çocuğun zihninde bir karınca yuvası olacak. Veya merak edecek nasılmış diye bakacak, araştıracak. O yüzden çocuk kitaplarında görselliğin az olmasını çok çok önemsiyorum.

KAİNATI OKUYABİLENİN HAYATA BAKIŞI DERİNLEŞİR

Kahramanınız hayatın anlamını arayan, kalıplar içine sıkışmış bir karınca. Modern çağın insanına çok benziyor karıncanın çaresizliği...

Tam onikiden tespitinizi yapmışsınız. Kesme şeker tam da bunu anlatıyor. Yaşadıkları modern hayatın dişlileri arasında öğütülüyor insanlar. Sabah kalkıyorsunuz; işe gidiyorsunuz, çalışıyorsunuz. Akşam, yorgun bir şekilde eve geliyorsunuz. Kafanızda hâlâ bir sürü yapılacak işler var. Peki hayat bu mu? Küçük karınca kendi anlam arayışıyla birlikte bu düzene de karşı çıkıyor. Günümüz dünyasında kapitalist sistemin dişlileri arasında bocalayan, mücadele eden, ezilen bir insan profilimiz var artık. Bu insanın ne kafasını kaldırıp güneşi görecek, yıldızları görecek, ne de kuş seslerini duyacak hâli var. Verilen görevleri yaptın tamam. Ama bu, insanı mutlu etmiyor. İnsanın dünyaya geliş gayesinin sadece varlığını devam ettirmek ve hayatta kalabilmek olmaması gerekiyor. Kainat o kadar güzelliklerle donatılmış ki... Okuyacağı çok şey var; doğayı, gökyüzünü, yıldızları, insanı, çevresini, hayvanları okuyacak. Okuduğu, gözlemlediği ve algıladığı her şey onun insaniyet makamını arttıracak. Derinleşmesini sağlayacak. Yaratıcısının ne kadar muazzam, yüce bir varlık olduğunu idrak edecek. Sabah git, akşam gel döngüsünde hiç kimsenin böyle bir derinliğe sahip olma şansı yok. Kitabın özü aslında bu.

Ana karakter olarak karıncayı seçmenizin bir nedeni var mı?

Çok özel bir sebebi yok ama karıncaların da insan hayatı gibi rutinleri ve böyle bir sistemi var. Bu kitabı yazmadan önce bir sürü belgesel izledim, makale, akademik çalışma okudum. Yüzlerce çeşidi var; kesici karıncalar, örücü karıncalar, hepsinin görev tanımı belli ve sadece bunu yapıyor. Bir yandan bakıyorsunuz çok kusursuz bir sistem ama bir yandan da çok ürkütücü bir şey. O yüzden o sistemin bir parçası olmak ve bunu hakkıyla yerine getirmek zorunda. Ama insan için bu öyle değil.

Peki okurun doğayla bağ kurması anlamında bir katkısı da olabilir mi bu kitabın?

Karınca bir meşe ağacına tırmanıyor, bir gürgen ağacına... Ağaç isimlerini farklı farklı yazmamın bir sebebi var. Çünkü ağaç deyip geçiyoruz halbuki ağaç ama defne, selvi, çınar, meşe aynı zamanda. Bunların hepsinin ayrı özelliği var. Karıncaların, arıların, kuşların hayatında o kadar ibretlik şeyler var ki. Bu ayrıcalıkları görebilmek de Yaratıcının o muazzamlığına, ihtişamına bizi yaklaştıran bir olgu. Etrafımızda böylesine kusursuz işleyen bir düzen ve alemler varken insanoğlunun buna kayıtsız kalması düşünülemez. Bizim kültürümüzde sarıçiçekle dertleşilir, güle baktığımızda ayrı şey, laleye baktığımızda ayrı şey görürüz. Ecdadımız yaşadığı dünyadaki her şeye bir anlam yüklemiş ve bu sayede derinleşmiş. Düşünce dünyası, muhayyilesi zenginleşmiş. Bu zenginlik medeniyete dönüşmüştür. Görebilen, fark edebilen, hisseden insan olabilmemiz için etrafımızda olup biten her şey ile bağ kurmamız gerekiyor. Karıncadan güneşe aya, galaksilere kadar. Bu farkındalığı çocuklarımıza ne kadar erken yaşta kazandırabilirsek o kadar hızlı gelişirler diye düşünüyorum.