HABER MERKEZİ
Gülcan Tezcan
Sizi öykülerinizle tanıdık, ilk kez bir romanla okur karşısına çıktınız. Öyküye ara mı verdiniz yoksa kalem artık bu yolda mı ilerlemek istedi? İlk roman yolculuğunuzdan bahseder misiniz biraz...
Yazarken bir karar veremedim. Hele bitsin sonra adını koyarız dedim. Bazıları bu durumu biraz özensiz bulabilir. Lakin romanın, uzun hikâyenin, novellanın sınırları birbirine geçmiş durumda. Kesin bir hat çizilmeyince hangi topraklarda at koşturduğunuz da meçhul oluyor. İster istemez dizginleri bırakıyorsunuz ve metin sizi nereye götürüyorsa orada gidiyor ve orada kalıyorsunuz. Bazıları karakterlerin metni sürüklediğini bile söylüyor. Tanpınar'ın Behçet Bey'i var hani mektup bile yazmış ona. Öyle karakterlerin eline bırakmadım yazmayı ama biraz serbest davrandım. Yani sonradan adını koyduk.
Ana karakteriniz Servet'in annesiyle arasındaki bağ her çocuğa nasip olmayacak türden. Anne oğul bir yandan bağımlılığa yakın ama bir yandan birbirinin hayallerini besleyen bir ünsiyet içinde. 'Benim anam ilaçtır' diyor mesela Servet. Anneliğe övgü romanı diyebilir miyiz bu anlatıya?
Valla ne güzel söylediniz, hiç düşünmemiştim. "Anneliğe Övgü Romanı" ne güzel bir tanımlama olur. Ben anneyi öven her esere kurban olurum. Annem benim zaafım, sevdam, hastalığım idi. Lakin bu dertten azade olmayı hiç istemedim. Şimdi diyorlar ki anneye aşırı bağlı çocuk pek normal değilmiş. Ben anneme bağlı olayım da varsın adım anormale çıksın hiç tasa değil. Bakın insan isterse annesiyle yaşadığı her meseleyi halleder gibime geliyor. Burada iş evlada düşüyor. Evlat iyi geçinmek, affetmek, sevmek, kabul etmek niyetinde olacak ki Allah da ona anne nasıl sevilir öğretsin. Bir kere şöyle dua etseler; Allah'ım bana annemi sevmeyi bellet. Annesini gerçekten seven kişinin iyi bir kul olma ihtimali artar emin olun.
Roman baştan sonra Kiraz Çiçeği Kolonyası kokusunu getiriyor insanın burnuna. Nedir Kiraz Çiçeği kokusunu seçmenizin nedeni?
Kiraz Çiçeği Kolonyası'nı, romanı ithaf ettiğim kızım Leyla getirmişti. Benim seveceğimi düşünüp bir cep kolonyası gibi küçük bir şişede hediye etti. Ben de hakikaten çok sevdim. Koklarken koklarken aklıma dizildi olaylar, kişiler ve tüm hikâye. Duam şudur; Allah'ım kızım güzel bir işin başka güzel işlere vesile olacağını bilsin, bellesin ve bir romana ilham kaynağı olduğunu anlasın. Ayrıca insanların burnunda hep bu koku olsun. Annem rahmetli olunca ben sayfalarına Yasemin Kolonyası dökerek okudum kitapları. Annem o kokuyu pek severdi. Oradan biliyorum ki hikâye güzel olunca burcu burcu kokar.
Yeni neslin annelerini, ailelerini travma sebebi gördüğü bir zamanda sizi anne müptelası bir genci anlatmaya iten ne oldu?
Ne travmaymış arkadaş diyesim var. Bu kapıyı kim açtı bize. Travma sözcüğü maymuncuk bir kavram oldu. Herkes her derde travma demeye başladı. Travma diyen çok olunca millet de gerçekten var bir şeyler zannediyor. Kabul ediyorum; illa ki hastalık boyutunda olan ve tedaviye muhtaç olan haller vardır. Lakin bazı sıkıntıları da insan sabırla, tevekkül ile aşmalı değil midir? Her meselede elimizden bir terapist mi tutacak? Bir de şunu sorayım anneler travma kaynağı ise annelere kim yardım edecek? Gelin ipin ucu kaçmadan sıkıntılarımız için "Travma" dışında bir laf bulalım. Çünkü meselenin adı doğru konulursa mesele de daha iyi anlaşılır gibime geliyor. Bu işe hepimizin el atması lazım sanatçı, psikolog, anneler, babalar herkes "Travma" lafını cümle içinde kullanırken daha dikkatli olalım. Yerinde kullanıldıkça tesiri de azalır gibime geliyor.
Sait Faik'e öykünen kahramanınızın edebiyat yolculuğu yaşadığı çevrede pek hoş karşılanmıyor. Başarının diploma getirecek okul 'okumakla', 'okumanın' iyi bir meslek sahibi olmakla ölçüldüğü bir dünyada kelimelerle yol bulmak mümkün mü yoksa hâlâ romantik bir hayal mi?
Yol bulmak kelimelerin kralı gelse bile çok zor. Şahsım bunun misaliyim. Benim iletişim fakültesi diplomam bana bir iş sağlamadı. İşiniz yoksa adınız da olmuyor. Kimse sizi adam yerine koymuyor. Kız sevmeye bile hakkınız yok. Böyle olunca edebiyatla uğraşmak bir kuru heves olarak görülüyor. Benim işsiz kalışımı öğretmen olmuş arkadaşlarım öğrencilerine bak okumazsanız böyle olursunuz diye örnek gösteriyorlarmış. Herkesin size acıması çok incitici bir şey. Lakin edebiyat uğraşmaya karar verilecek bir heves değil ki vazgeçmek elinizde olsun. Bir mecburiyet gibi okumak, yazmak. Hayatî bir önemi var. İşsiz de olsanız, terkedilmiş aşık da olsanız edebiyata devam ediyorsunuz. Zaten malum edebiyatın tedavi edici gücü de var, o güce sığınıyorsunuz. Yine de iş bulmak şart ne diyelim...
Kendini tanıtmak için "Eski ve yeni edebiyat bizim memlekette çatışır. Bazen bu çatışma çok kıyıcı olur. Ama ben bir kampa dahil olmaktansa taşradan yeni bir soluk getirmek isterim. ... Edebiyatta amacım ulusal manada yazı yazabilen bir kalem olmak." şeklinde cümleler kurmayı düşünen Servet, 'edebiyat' derse 'muhafazakar' yazın derse de 'solcu' olarak görüleceğinin de farkında. Edebiyat dünyası neden ille de bir kampa, kliğe, çevreye dahil olmasını bekler yazardan? Özgürlükten bahsederken sınırlamak değil midir bu?
Bizim memlekete has bir alerjik durum bu. Hangi mahalleye aitseniz oranın malı oluyorsunuz. Bakın ben Afrika'da kaldım. Düşünün Afrika dünyanın dibidir bazılarına göre medeniyet uğramamış bir yerdir. Lakin Afrika'da böyle bir mahalle kavgası yok. Bizde var. Çünkü bu işten ekmek yiyenler çok. Kamplaşma bazıları için geçim kaynağı. Kamu kurumundan proje desteği alırsa "iyi" alamazsa "kötü" olarak tanımlanan bir kültür dünyamız var. Bu konuda kafa yoranlar var. Yozgat'ta yaşayıp da kültür politikası konusunda akıl vermek bana düşmez ama Afrika bile bizden iyi haberiniz olsun demekle yetineyim.
Romanın satır aralarında hep okuma ve yazmaya dair incelikli mesajlar, rehberlik edecek cümleler var. Yazar sızması oldu mu o bölümleri kaleme alırken?
Olmuştur. Sızarken fark etsek engel oluruz da nereye ne kadar bizden sızıntı oluyor kestiremiyoruz. Maksat derdini anlatmak olunca her çeşme başında ağlayası geliyor insanın. Ne yazarsanız yazın dert sizin olunca ister istemez anlatıyorsunuz.
Yaşadığı yerde biraz da ciddiye alınma ve kendini ispatlamak için yazma derdine düşen Servet'e edebiyat hocası Belgin, 'Hınçla yazarlık yapılmaz. Sevdiğin için yazılır' diyor. Arkadaşı Satı da bu fikri 'Edebiyatla intikam alınmaz' cümlesiyle destekliyor. Bugün edebiyat dünyasında benzer duygularla yazanlar geldi aklıma... Peki hangi duygularla yazılır sizce?
Sükûnet ile yazılır. Allah'ım elimden alma diye dua ederek yazılır. Arkasından atmadan, yüzüne karşı kırmadan yazılır, hani bir söz var. "Yüzde ısrar etme doksan da olur, insan dediğinde noksan da olur" bilinciyle yazılır. Çünkü kişisel gelişim kitaplarından aldığı gazla ve hınçla yazanların eserlerini kendi çocukları, kendi hanımı bile okumaz. Bu Allah'ın koyduğu kanundur. Hırsla yapılan işte samimiyet ve bereket hâsıl olmuyor. Misal ev hanımı sevgiyle pilav pişirir lapa olmaz. Misafirlere hava atmak için hırslanır aynı pilav o zaman lapa olur ya. İşte yazma işi de öyledir. Çünkü hırs insanın kendi sesini kısar, insan kendine kör bakar. Kendine hayrı olmayanın yazdığından başkasına hayır gelir mi hiç...